RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE
THE DIN OF STREET SPIRIT SOUNDS IN THE RYTHME OF DREAMS
27 Mart 2009 Cuma
Fantom/Düş Kaydı
Denize bakan balkona doğru gidiyorum. Hava kırmızı, kararmak üzere. Güneş milyarlarca yıl susuz kalmış karıncaları çoğaltıyor. Kıskançlık çilesine mahkum peygamberler gelinliklerine giriyor. Balkonun sağ tarafında saksıların arasında bana bakan ürkütücü bir yaratık görüyorum. Sarı hasırdan gövdesi var, ama bu gövde başıyla doğrudan birleşiyor. Tek canlı kısmı gözleri. Siyah gözleri baktıkça nem ışıltılarıyla parlıyor. Bu yaratık karşısında hayranlık dolu bir korku hissediyorum. Kımıldamadan saatlerce seyrediyorum. Derken kırmızı bir güvercin yaratığa doğru gelip üstüne konuyor. 1-2 dakika sonra kanatları alacalı bir albatros yaratığın üzerine biniyor. Kanat seslerinin ardı arkası kesilmiyor, bir güvercin konmadan diğeri balkondan içeri giriyor. Yaratık renk renk, cins cins kuşlarla kaplanıp görünmez olmaya başlıyor. Kırlangıçlar, serçeler, kargalar, kara güvercinler, kuzgunlar yaratığın dört bir yanını dolduruyor. Kuşlar kanat çırptıkça yaratıktan inleme sesleri geliyor. Kuşlar çıldırasıya ötüyor, kanat savurtuyor, şakıyor, gugukluyor. Balkondan deniz gözükmüyor artık. Kanatlar birbiri arasında ayırt edilemez oluyor. Kuşlar birbirleriyle sevişiyor. Öpüşmeleri, kanat karışmaları, renklerin dolanması, yaratığın sesini daha da yükseltiyor, zevkten inliyor. Kuşların arasında kaybolan yaratığın kuşları çeken bir tür, kuş çekicisi, bir nevi kuş mıknatısı olduğunu anlıyorum.
26 Mart 2009 Perşembe
playlist 2/rabbit in your head lights..
Her yöne giden bir hiçbirşey olmak, kaderin.
Sana deli diyorlar- ki hep dediler…
Sana sapık diyorlar- bırakın desinler…
Alış hep yalnızdın, yalnızsın…
Mechul dostlar sarı bir araba ile dostum yolun nereye dese de…
Bilincin kör kuyularınca boşluk, yenilen her darbede boy evren; hayat…
Bırakalım istediklerini desinler, düşünsünler; hepsi sadece dip sesi.
Yabansak, yabanız.
Gösterinin tepe lambaları kamaşsa da gözlerinde, sadece önüne bak, yoluna devam et.
Aynısını yaptılar Sade’a Artaud’a , S. Plath’a Donnie Darko’ya…
Boşlukta sancıyan koca 1 Ece sözüdür, gerektiğinde barikatta taş, hedefe inen bir güvercin Molotof.
Düşkünlüğün için utanma, sadece kalan ego parçacıkların için yerin.
Seninle bütünleşmek için bekleyen koca bir evren var Alex
Ve kollarını aç, gecenin göbeğinde patlayacak saatli 1 bomba olmak için.
Away…
Sana deli diyorlar- ki hep dediler…
Sana sapık diyorlar- bırakın desinler…
Alış hep yalnızdın, yalnızsın…
Mechul dostlar sarı bir araba ile dostum yolun nereye dese de…
Bilincin kör kuyularınca boşluk, yenilen her darbede boy evren; hayat…
Bırakalım istediklerini desinler, düşünsünler; hepsi sadece dip sesi.
Yabansak, yabanız.
Gösterinin tepe lambaları kamaşsa da gözlerinde, sadece önüne bak, yoluna devam et.
Aynısını yaptılar Sade’a Artaud’a , S. Plath’a Donnie Darko’ya…
Boşlukta sancıyan koca 1 Ece sözüdür, gerektiğinde barikatta taş, hedefe inen bir güvercin Molotof.
Düşkünlüğün için utanma, sadece kalan ego parçacıkların için yerin.
Seninle bütünleşmek için bekleyen koca bir evren var Alex
Ve kollarını aç, gecenin göbeğinde patlayacak saatli 1 bomba olmak için.
Away…
şizofrenik bir rüya kalıntısı...
gece sadece karmaşadan ibaretti..
uykuda her şehrin ayrı topografyası vardı. beyin yazıyordu yeni sokaklar, meydanlar, alanlar inşa ediyordu, ki biz bunları hiç istemedik...
kadıköy... birbirini sürekli, labirentimsi dik kesen sokaklar...
derivé eylemine izinsiz. sonu olmayan, olamayan sokaklar; hep gece. sürekli yağmur. kasvet, bitmez kasvet.
bu uzay ne gündüz ne de rüyada nefes almaya aslında müsait değildi.,
bizler ölüydük, sadece farkında değildik. kendi tabutumuzla gezerdik, hep...
güneşsiz günlere hapissek, misal hiç umut yoktu.
kadife'nin karşındaki sokakta, apartman kapısı içinde içerdik.
içerside diyorum, ki o rüyada bir hol kadar genişti.
siz; ben gidiyorum-der ve giderdiniz.
ben merdevenler çıkardım sonra, en son kata.
orada vardı bir taraça, sadece göz hizası göğe izin verilen.
ama ben bilirdim, o kadife döşeme; sokağa bakardı 180 derece.
siz bilmediniz, bilemezdiniz...
sonra sabah olurdu, bir adam kalkardı terli, yetişilmesi gereken bir iş olurdu ve göğüs kafesinde 1 ağrı; adı anksiyete...
P.P.
uykuda her şehrin ayrı topografyası vardı. beyin yazıyordu yeni sokaklar, meydanlar, alanlar inşa ediyordu, ki biz bunları hiç istemedik...
kadıköy... birbirini sürekli, labirentimsi dik kesen sokaklar...
derivé eylemine izinsiz. sonu olmayan, olamayan sokaklar; hep gece. sürekli yağmur. kasvet, bitmez kasvet.
bu uzay ne gündüz ne de rüyada nefes almaya aslında müsait değildi.,
bizler ölüydük, sadece farkında değildik. kendi tabutumuzla gezerdik, hep...
güneşsiz günlere hapissek, misal hiç umut yoktu.
kadife'nin karşındaki sokakta, apartman kapısı içinde içerdik.
içerside diyorum, ki o rüyada bir hol kadar genişti.
siz; ben gidiyorum-der ve giderdiniz.
ben merdevenler çıkardım sonra, en son kata.
orada vardı bir taraça, sadece göz hizası göğe izin verilen.
ama ben bilirdim, o kadife döşeme; sokağa bakardı 180 derece.
siz bilmediniz, bilemezdiniz...
sonra sabah olurdu, bir adam kalkardı terli, yetişilmesi gereken bir iş olurdu ve göğüs kafesinde 1 ağrı; adı anksiyete...
P.P.
Ozan Durmaz/ Düş Kaydı
"Sorgunuzla eşleşen kayıt yok." dedi tilki.
gözünde gözlükler vardı, iki büyücek agacin arasında duruyordu, önünde masa gibi kullandığı bir kaplumbağa vardı.
kuyruğunu pat pat yere vurdu, "sıradaki" dedi, elime bir belge tutuşturdu.
üzerinde "negatif prosesör" yazıyordu.
ben kağıda bakarken ağacın tepesinden bembeyaz bir tavşan inegeldi. "telgrafınız!" var diye bağırdı arkasından bir başkası, daha kırçıllıcaydı.
"geç kaldım" dedi tavşan, seni yanağından öptü ve uzaklaştı. "aaa" dedim "senin burda ne işin var?", "kedimin tapusu bitti de" dedin, "yeniletmem gerek".
"ne kedisi ne tapusu" diye sormak istemedim. gözlerine bakıyordum. gözlerine baktığımı anlayınca gülümsedin. gülümseyince gülüşüne baktım. "hadi gittim!" dedin, "dur" diyemeden bir ağacın kovuğuna girip gittin.
ağaç koskocamandı, gövdesi mor ve yaprakları kahverengiydi. üzerinede turuncu gagalı, al kuşlar vardı. baktığımı görünce "bize bakma!" diye çıkıştılar. bir anda başımı yere eğme gereği hissettim.
"niye?" dedim. gülüştüler. gülüşlerinden anladım hepsi kadındı: "biz meme kuşlarıyız çünkü bunda bilmeyecek ne var!" dediler hep bir ağızdan. "ne alem çocuksun sen!" dedi bir diğeri, "çık ağaca da vericem sana, beleş, benden, içimden geldi yani.." gene gülüştüler. midem kalktı, iğrenerek arkamı dönüp tilkiye doğru yüzümü verdim. uzaklaşırken hala aynı ses "yanlış anladın ütülenecekleri diyorum!" diye bağırdı; "ütülenecek kanatlarımı!"
umursamadım. zira tilki kaplumbağanın kıçına bir kaç evrağı sokuşturup, üstüne tık tık diye vurdu. kaplumbağa ilerlemeye başladı.
"durun" dedim tilki bey, "bu yazdığınız ne demek?" tilki umursamadı. ağacın kısa dallarından birinde asılı olan tilki kürkünden bir palto aldı, üzerine giydi. parlak açık rengi tüylere o kapkara palto hiç yakışmıyordu. "pardon..." dedim. tilki gene oralı olmadı. fakat kaplumbağa arkasını dönüp, "saat kuruyemiş oldu, mesai bitti, şimdi daha fazla sorgulayamazsınız" dedi. "nasıl yani" dedim "ama ben.." cümlemi bitiremeden kaplumbağa kabuğuna çekildi. "servis geldi" dedi kabuğunun içinden "iyi seslerde olun..." bir anda bir kartal alçaldı, kaplumbağayı aldığı gibi hızla yükseldi. ben arkasından bakarken, kaplumbağayı boşluğa bıraktı...
"aaaaa!" diye bağırım "masa gitti tilki bey!", oysa tilki çoktan uzaklaşmıştı.
etrafıma bakındım. pembe gökyüzünün altında, bu garip ormanda kalakalmıştım. bu sık havadan olsa gerek diye düşündüm, elimi başıma koydum "ne arıyordum ben ne soruyordum?"
etrafıma bakındım, hava beyaza doğru bir pembeye dönüyordu, bir ses; ıslık sesi gibi siren ses gibi yükseliyordu. gitmeliyim dedim. geç olmadan da nereye? barınacak bir yer bulmalıyım diye düşündüm istemsizce...
sık ağaçların arasından gördüm. gözümün önünden inatla uçtu meme kuşları, kimi sarkık kimi kocaman, kimi geniş ağızlı kimi sivri gagalı... laf atmalar, sürekli laf atmalar... adımlarımı hızlandırdım. siren sesine benziyen bu ses yükseliyordu, tekrarlayan seslerle sanki bir tren yaklaşıyor gibiydi... "kril kril, kril kril..."
ormanın bu tarafında ağaçların rengi kızıldan kor kızıla dönüyordu. gözlerim youluyor, beynimin ağırlaştığını hissediyordum. sanki arkamdan birşeyler gizli gizli koşup beni izliyordu... "kril kril..."
arkama bakmak istemiyordum. oysa kaçmak da çare etmiyordu. siren yaklaşıyordu, meme kuşlarının tacizleri bitmiyordu. hem tilki de gitmişti. bir de kaplumbağa vardı o da sanırım öldü, ya da ölüm neydi ? ne kadar garip bir ormandı burası, gerçeklik neydi ?
düşünmek istemiyordum, sarsakça ve yalpalayarak ilerliyordu bacaklarım zorla... düşünmediğim bir tek sen kalmıştın. sen olabilir miydin yoksa bu !?!
bir anda içimi neşe sarmıştı. ancak tedirgindim de. ama bu meme kuşlarının üzerime dalışları, o gördüğüm kartal aklıma geliyordu, ya beni de alıp yukarıdan bırakırsa diye düşündüm. ya arkamda daha feci bir şey varsa, kril kril ya homurdanan bir canavarın ağız şapırtısıysa.. ya...!
gözlerimi yumup bir anda arkama döndüm. kril kril kril kril kril kril!
büyüdü sesler yakınlaştı. sonra yanımda büyük bir tısssss edip durdu bir şeyler. istemsiz titriyordum. sonra ellerimde bir sıcaklık hissettim. esmer bir his... ellerin...
gözlerimi açtım, sana sarılıp kucakladım. çok güzel geniş bir şapkan vardı kordelalı, üzerinde ingiliz aristokrat gençlerinin giydiği tipte bir elbise... senden bir an açıldım, sana baktım, sevinçle, sonra güldüm "bu ne kılık" dedim! tekrar sarıldım, gözlerimi şiddetten yumup sıkı sıkı sırıldım sana.
birşey demedin, öpüp gözlerimi açtın, yanımızda en son Red Kit'de gördüğüm iki kişilik raylarda giden araçtan vardı. "atla" dedin. "bununla mı gideceğiz? e burda ray yok birşey yok!"
"sorgulama" dedin, "hala sorguluyor musun?". "ama tilki cevap verecekti bana! yetişemedim sadece, tekrar denemeliyim..."
"yeter" dedin sakince. ellerin ensemdeki saçların arasında geziniyor, yaralarımı okşuyor ve iyileştiriyordu... "bunu kabuullen artık... kabullenmelisin"
şaşkın gözlerle gözlerine baktım, ne demeye çalıştığını anlamaya çalışan bir ifadeye büründü istemsiz suratım.
gözlerim içine aşkla baktın.... "savaştayız canım... artık kabullen" gözlerin yaşardı... suratın düştü, büzüldü... usulca okşadın bütün yaralarımı; "yoksa hepimizi öldürecekler, lütfen gör artık, gör...." dedin tatlı tatlı...
elini tutup bindim. gözlerimizin içine bakıyorduk sadece. alete yüklenmeye ve yavaşça hızlanmaya başladık. "negatif prosesör neydi peki ?" dedim.
ormanın bilinmeyenine doğru ilerledik, tüm herşey geride kalıyor ve eriyip yanıyordu... "silah" dedin...
kril kril ! kril kril !
her yana ateş ederek ilerliyorduk, savaştaydık...
gözünde gözlükler vardı, iki büyücek agacin arasında duruyordu, önünde masa gibi kullandığı bir kaplumbağa vardı.
kuyruğunu pat pat yere vurdu, "sıradaki" dedi, elime bir belge tutuşturdu.
üzerinde "negatif prosesör" yazıyordu.
ben kağıda bakarken ağacın tepesinden bembeyaz bir tavşan inegeldi. "telgrafınız!" var diye bağırdı arkasından bir başkası, daha kırçıllıcaydı.
"geç kaldım" dedi tavşan, seni yanağından öptü ve uzaklaştı. "aaa" dedim "senin burda ne işin var?", "kedimin tapusu bitti de" dedin, "yeniletmem gerek".
"ne kedisi ne tapusu" diye sormak istemedim. gözlerine bakıyordum. gözlerine baktığımı anlayınca gülümsedin. gülümseyince gülüşüne baktım. "hadi gittim!" dedin, "dur" diyemeden bir ağacın kovuğuna girip gittin.
ağaç koskocamandı, gövdesi mor ve yaprakları kahverengiydi. üzerinede turuncu gagalı, al kuşlar vardı. baktığımı görünce "bize bakma!" diye çıkıştılar. bir anda başımı yere eğme gereği hissettim.
"niye?" dedim. gülüştüler. gülüşlerinden anladım hepsi kadındı: "biz meme kuşlarıyız çünkü bunda bilmeyecek ne var!" dediler hep bir ağızdan. "ne alem çocuksun sen!" dedi bir diğeri, "çık ağaca da vericem sana, beleş, benden, içimden geldi yani.." gene gülüştüler. midem kalktı, iğrenerek arkamı dönüp tilkiye doğru yüzümü verdim. uzaklaşırken hala aynı ses "yanlış anladın ütülenecekleri diyorum!" diye bağırdı; "ütülenecek kanatlarımı!"
umursamadım. zira tilki kaplumbağanın kıçına bir kaç evrağı sokuşturup, üstüne tık tık diye vurdu. kaplumbağa ilerlemeye başladı.
"durun" dedim tilki bey, "bu yazdığınız ne demek?" tilki umursamadı. ağacın kısa dallarından birinde asılı olan tilki kürkünden bir palto aldı, üzerine giydi. parlak açık rengi tüylere o kapkara palto hiç yakışmıyordu. "pardon..." dedim. tilki gene oralı olmadı. fakat kaplumbağa arkasını dönüp, "saat kuruyemiş oldu, mesai bitti, şimdi daha fazla sorgulayamazsınız" dedi. "nasıl yani" dedim "ama ben.." cümlemi bitiremeden kaplumbağa kabuğuna çekildi. "servis geldi" dedi kabuğunun içinden "iyi seslerde olun..." bir anda bir kartal alçaldı, kaplumbağayı aldığı gibi hızla yükseldi. ben arkasından bakarken, kaplumbağayı boşluğa bıraktı...
"aaaaa!" diye bağırım "masa gitti tilki bey!", oysa tilki çoktan uzaklaşmıştı.
etrafıma bakındım. pembe gökyüzünün altında, bu garip ormanda kalakalmıştım. bu sık havadan olsa gerek diye düşündüm, elimi başıma koydum "ne arıyordum ben ne soruyordum?"
etrafıma bakındım, hava beyaza doğru bir pembeye dönüyordu, bir ses; ıslık sesi gibi siren ses gibi yükseliyordu. gitmeliyim dedim. geç olmadan da nereye? barınacak bir yer bulmalıyım diye düşündüm istemsizce...
sık ağaçların arasından gördüm. gözümün önünden inatla uçtu meme kuşları, kimi sarkık kimi kocaman, kimi geniş ağızlı kimi sivri gagalı... laf atmalar, sürekli laf atmalar... adımlarımı hızlandırdım. siren sesine benziyen bu ses yükseliyordu, tekrarlayan seslerle sanki bir tren yaklaşıyor gibiydi... "kril kril, kril kril..."
ormanın bu tarafında ağaçların rengi kızıldan kor kızıla dönüyordu. gözlerim youluyor, beynimin ağırlaştığını hissediyordum. sanki arkamdan birşeyler gizli gizli koşup beni izliyordu... "kril kril..."
arkama bakmak istemiyordum. oysa kaçmak da çare etmiyordu. siren yaklaşıyordu, meme kuşlarının tacizleri bitmiyordu. hem tilki de gitmişti. bir de kaplumbağa vardı o da sanırım öldü, ya da ölüm neydi ? ne kadar garip bir ormandı burası, gerçeklik neydi ?
düşünmek istemiyordum, sarsakça ve yalpalayarak ilerliyordu bacaklarım zorla... düşünmediğim bir tek sen kalmıştın. sen olabilir miydin yoksa bu !?!
bir anda içimi neşe sarmıştı. ancak tedirgindim de. ama bu meme kuşlarının üzerime dalışları, o gördüğüm kartal aklıma geliyordu, ya beni de alıp yukarıdan bırakırsa diye düşündüm. ya arkamda daha feci bir şey varsa, kril kril ya homurdanan bir canavarın ağız şapırtısıysa.. ya...!
gözlerimi yumup bir anda arkama döndüm. kril kril kril kril kril kril!
büyüdü sesler yakınlaştı. sonra yanımda büyük bir tısssss edip durdu bir şeyler. istemsiz titriyordum. sonra ellerimde bir sıcaklık hissettim. esmer bir his... ellerin...
gözlerimi açtım, sana sarılıp kucakladım. çok güzel geniş bir şapkan vardı kordelalı, üzerinde ingiliz aristokrat gençlerinin giydiği tipte bir elbise... senden bir an açıldım, sana baktım, sevinçle, sonra güldüm "bu ne kılık" dedim! tekrar sarıldım, gözlerimi şiddetten yumup sıkı sıkı sırıldım sana.
birşey demedin, öpüp gözlerimi açtın, yanımızda en son Red Kit'de gördüğüm iki kişilik raylarda giden araçtan vardı. "atla" dedin. "bununla mı gideceğiz? e burda ray yok birşey yok!"
"sorgulama" dedin, "hala sorguluyor musun?". "ama tilki cevap verecekti bana! yetişemedim sadece, tekrar denemeliyim..."
"yeter" dedin sakince. ellerin ensemdeki saçların arasında geziniyor, yaralarımı okşuyor ve iyileştiriyordu... "bunu kabuullen artık... kabullenmelisin"
şaşkın gözlerle gözlerine baktım, ne demeye çalıştığını anlamaya çalışan bir ifadeye büründü istemsiz suratım.
gözlerim içine aşkla baktın.... "savaştayız canım... artık kabullen" gözlerin yaşardı... suratın düştü, büzüldü... usulca okşadın bütün yaralarımı; "yoksa hepimizi öldürecekler, lütfen gör artık, gör...." dedin tatlı tatlı...
elini tutup bindim. gözlerimizin içine bakıyorduk sadece. alete yüklenmeye ve yavaşça hızlanmaya başladık. "negatif prosesör neydi peki ?" dedim.
ormanın bilinmeyenine doğru ilerledik, tüm herşey geride kalıyor ve eriyip yanıyordu... "silah" dedin...
kril kril ! kril kril !
her yana ateş ederek ilerliyorduk, savaştaydık...
21 Mart 2009 Cumartesi
Düşlerinizi Bizimle Paylaşınız!
rüya kayıtları gün yüzüne çıktıkça, gecenin bilgisi gündelik sikik hayatın rasyonelitesine darbe vurabilir.
rüya kafası, haydi!!
rüya kafası, haydi!!
10.02.2009/Düş Kaydı
1) Kız bulmak için bay N.D.ile Amerikan Hastanesi'ne gidiyorum. Hastane koridoru, Penadur-la 1.200.000 ünite gibi kokuyor. Sonra hastanenin üst katına çıkıp, doktora yedi çeşit kız istediğimi söylüyorum. Bunun üzerine alt kattaki kıyma makinesi çalışıyor ve altındaki poşetlere 7 ayrı et, kıyma olarak kıyılıyor. Kıymalardan birinin 'mundar' cinsi olduğunu söylüyorum.
2) Bir iskeleden aşağı bakıldığında, suyun içinde Lenin kafalarından oluşan küçük heykelcikler görülüyor. Köylünün biri ise bir yandan ‘pis komünistler’ diye bağırıp, diğer yandan heykelcikleri suyun içinde açmaya çalıştığı çukurlara gömmeye çalışıyor ancak adam ne kadar uğraşırsa uğraşsın, suyun içinde çukur açmayı başaramıyor ve bir türlü yok edemiyor Lenin heykelciklerini.
3) Paltomu diktirmek için terziye veriyorum ve bir süre sonra geri alıyorum. 66 milyon hesap isteniyor. Çok fazla geliyor istedikleri para. İçindeki tüm delikleri diktim diyor terzi. Yine de çıkarılan hesap sinirlerimi düzeltmeye yetmiyor. Parayı ödeyip dükkandan ayrılıyorum. Bir süre sonra bakıyorum ki paltonun sol cep kısmı yırtık. Ödediğim paraya onu da dikmeleri amacıyla dükkana geri dönüyorum. Orada çalışan kıza cebimi dikmesini ancak ekstra para vermeyeceğimi söylüyorum. Cebin dikilemez olduğunu çünkü bir kadınla kavga sırasında yırtıldığını söylüyor kız. Cebime elimi sokmak istemediğimi, para koymayacağımı, dolayısla cebi kapatacak biçimde dikmesi gerektiğini yineliyorum. Kız başka müşterilerle konuşmaya dalıyor, beni başından savıyor.
Bunun üzerine ona son kez dikime başlayıp başlamayacağını soruyorum. Kız yeninden cebin dikilemez olduğunu söyleyince yaptıkları işin boktan bir iş olduğunu söyleyip dükkandan çıkmak için delik paltomu alıyorum. O sırada kıza karşı inanılmaz bir arzu hissediyorum. Özür dileyip ona duyduğum bağlılık nedeniyle ağlamaya başlıyorum. Cebim, her gözyaşıyla biraz daha yırtılıyor.
Tan Tolga Demirci
2) Bir iskeleden aşağı bakıldığında, suyun içinde Lenin kafalarından oluşan küçük heykelcikler görülüyor. Köylünün biri ise bir yandan ‘pis komünistler’ diye bağırıp, diğer yandan heykelcikleri suyun içinde açmaya çalıştığı çukurlara gömmeye çalışıyor ancak adam ne kadar uğraşırsa uğraşsın, suyun içinde çukur açmayı başaramıyor ve bir türlü yok edemiyor Lenin heykelciklerini.
3) Paltomu diktirmek için terziye veriyorum ve bir süre sonra geri alıyorum. 66 milyon hesap isteniyor. Çok fazla geliyor istedikleri para. İçindeki tüm delikleri diktim diyor terzi. Yine de çıkarılan hesap sinirlerimi düzeltmeye yetmiyor. Parayı ödeyip dükkandan ayrılıyorum. Bir süre sonra bakıyorum ki paltonun sol cep kısmı yırtık. Ödediğim paraya onu da dikmeleri amacıyla dükkana geri dönüyorum. Orada çalışan kıza cebimi dikmesini ancak ekstra para vermeyeceğimi söylüyorum. Cebin dikilemez olduğunu çünkü bir kadınla kavga sırasında yırtıldığını söylüyor kız. Cebime elimi sokmak istemediğimi, para koymayacağımı, dolayısla cebi kapatacak biçimde dikmesi gerektiğini yineliyorum. Kız başka müşterilerle konuşmaya dalıyor, beni başından savıyor.
Bunun üzerine ona son kez dikime başlayıp başlamayacağını soruyorum. Kız yeninden cebin dikilemez olduğunu söyleyince yaptıkları işin boktan bir iş olduğunu söyleyip dükkandan çıkmak için delik paltomu alıyorum. O sırada kıza karşı inanılmaz bir arzu hissediyorum. Özür dileyip ona duyduğum bağlılık nedeniyle ağlamaya başlıyorum. Cebim, her gözyaşıyla biraz daha yırtılıyor.
Tan Tolga Demirci
Outro/Düş Kaydı
Rüya: Savaştayız.
Herkes üniformalı, farklı farklı üniformalar var ama bir şekilde kökenlerimiz akrabaymış, birbirimizin dilinden anlıyoruz. her yer çamur. Dikenli teller var. Öyle kalabalık ki, sıra sıra koşarak hareket ediyoruz, ve herkes düşman gördüğü yeri işaret ediyor, tam olarak ne yapmaya çalıştığımızı, nereye gittiğimizi görmek imkansız. yalnızca hayatta kalmaya çalışıyoruz. silahlarımız eski. ama yine de otomatik tüfekler.
Kadın erkek yaşlı herkes var, Türki cumhuriyetlerden ve kıbrıstan gelen birlikler de var, biz anadoludayız sanırım. Çok güzel bir kadın var. Kısa sarı saçlı, incecik zarif yüz hatları var, çocuksu, birbirimize aşık olmuşuz. Yalnız bir kocası varmış, kötü bir adammış. Boşanmışlar ama o savaş zamanında bile nereye gitsek bizi takip ediyor, biz hep o kadınla birlikte hareket ediyoruz. Ben kumralım. Saçlarım belime kadar, üstüm başım dökülüyor, yırtılmış orasından burasından. Yanımda o adını bilmediğim kadın oldukça mutluyum gülüyoruz ve yaşama bağlıyız. Adama ve savaşa rağmen. Genellikle yağmur yağıyor. Sevişiyoruz. Herkes sokaklarda ve düzenli hareket ediyor. Aramızdan ölenler oluyor ama ölenlere üzülecek vaktimiz yok hiç. Yol almalıyız. Tren rayları görüyorum. Raylarda yürüyoruz. Arkamızdan yine o adam yürüyor, biz yine neşeliyiz. aniden çiçekli, küçük çocukların çok olduğu bir yere geliyoruz, burada benim yapacaklarım çokmuş, ilerleyip bir sürü insanla konuşuyorum, yemek götürüyorum, sonra sevdiğim kadını kaybediyorum, bir daha hiç göremiyorum. Adama ne oldu bilmiyorum.Bir kamptayım. Esir değilim ama dışarı çıkamıyorum.
Genç bir savaşçı cocuk var. Açık kumral saçları var, haberci sanırım. Beni tanıyor, uzak duruyor ama aramızda soğuk bir şey var. O sonra rüyanın ilerleyen bir yerinde ölü bir balık gibi suda ters dönüyor ve omzunda ölü balığı görüyorum, kendisi gibi… balık ölü, çocuk artık suda yaşıyor. Kamptan çıkmanın bir yolunu buluyorum. Dışarısı çok kalabalık. Varoşa benziyor, Evler tek katlı ve dökük. Sanırım birliğimi arıyorum ya da katılabileceğim bir birlik. Kalabalıkta güç bela ilerleyerek tren istasyonuna varıyorum. tepemizde helikopterler var. tenin üstüne tırmanıyorum. sonra beni uçuşa hazırlıyorlar. kendimi görüyorum. genç bir adamım. uzak doğuluya benziyorum. Korelilere.
Trenin üstüne ileriye doğru uzanmışım, arkdamda iki üç kişi beni tutuyor, kollarımda uçuşumu kolaylaştıracak içi hava dolu lastikler ve rüzgara bırakıyorlar. uçuyorum. Garip bir görüş algısı var böyle bir uçuşun, alışılmadık, daha önce yaşamadığım türden birşey. manevra kabiliyeti öyle gelişmiş ki kumaş inceliğinde kıvrılabiliyorum istediğim yöne, fakat bu da hiçbir şeymiş...
Trenlerin içinde üstünde insanların arasında gölge gibi hareket edebiliyorum. Hızdan yalnızca gökteki bulut gibi beyaz bir gölge bırakıyorum ve o beyaz gölge bile genellikle herhangi bir göze yakalanmadan yok oluyor.Artık uzakdoğuda bir yerdeyim. Hızlı tramvaylarla hareket ediyor insanlar. Yine çok kalabalık. Ve yer altında yaşıyoruz. Yer altı, ,nanılmaz büyük bir yer. Buradaki yaşama dayanamayan, uçmaya kalbi dayanamayan korkudan ölen çocuklar görüyorum. Burada yüzüm onlara benzemesine rağmen, aslen geldiğim yer ve hareketlerimdeki farklılık itibariyle yabancıymışım. İstediğim gibi uçamıyorum artık. Burada mekan ve yapılanma çok farklı çok başka bir ustalık gerektiren henüz bilmediğim bir uçuşu gerektiriyor. Elektrik akımı veya su, hava, kısaca maddenin boşluklardan çok hızlı genellikle var olan bütün yönleri hızlı kullanarak takibi zor, neredeyse imkansız bir grafikle hareket gerektiriyor, artık geldiğim yerde kullandığım içi hava dolu plastik burada işe yaramıyor şimdi ellerimde yarasavari bir perde var, çok küçük ve hızlı hareket ediyorum, ilk günlerim mekanı keşfetmekle geçiyor, pek çok kez benden usta insanlara yakalanıyorum, sobeleniyorum. Ama kısa zamanda var mı yok mu olduğumu anlayamayacakları kadar ustalaşıyorum, bir kız var, eğitimci. o da uçuştan. Yerlatı uçuş öğretmeni : ) gibi bir şey. bir adamla buluşacakmış sözde. iyi uçtuğunu anlaşabileceklerini söylemişler ona. ama kızın beklediği kadar iyi değil çocuk. Birbirlerini yer altında kaybediyorlar. Cocuk kızı kaybediyor. Biz kızla o kadar uyumlu uçuyoruz ki. simetrik hareketlerle inanılmaz bir dansın parçası oluyoruz, artık ne yapsak birbirimizin aynası gibiyiz.
Burada uyanıyorum.
Unutmak istemeyeceğim bir rüyaydı.
Dün gece.
20 Mart 2009 Cuma
Dembedem İstanbulda
kaldırım taşlarının altında kumsal var diyen dostlarımız Dembedem 21 mart gecesi Peyote de...
Şebeke/s.e.t/hayalbaz ekipleri orada olacaktır...
http://www.dembedem.rockmekan.com/haber-36057.htm
http://www.myspace.com/dembedem
Şebeke/s.e.t/hayalbaz ekipleri orada olacaktır...
http://www.dembedem.rockmekan.com/haber-36057.htm
http://www.myspace.com/dembedem
Unknown ya da Kişisel Sunu
Sanırım vakti gelmişti… yıllar olmuştu o beni ben onu 1 mor ufuklu sahilde bırakıp gideli…
Yazmanın 1000 türlü hali var, bunu ancak yaşamayı beceremeyen, böyle 1 cümle görünce ürperenler bilebilir.
Sürekli yağan yağmur mu beni buna geri dönmeye itti, yoksa bacağımdan kopup giden ben’i bilmiyorum. Sanırım o ben kopup giderken, sadece ilahi sona ait yolumu kısalttı. O yüzden o ben koptu ve yeniden çıkıyor şimdi, büyüyerek. Sızlayarak, kaşınarak, yolmak isteyerek, ben hep buradayım ve ölüm sırtında diyerek. Sanırım o ben beni yakında tamamen ele geçirecek.
Yaşamak için acele etmek gerek demişti, R.B… Ki ben ona özenip ilk romanımı 29 yaşında yazacaktım. Şimdi vurdun bir otuz kusur kıyısına. R.B dediysek Barthes değil, Bradbury. Sıkı şair…
Ateş ve Buz’daki göl kıyısındaki hayalet öyküsünü yazan adam. Kozmos izin versin hala hayatta olan adam gibi adam…Boşluğa savrulan düşlerden sonra yine dönüyorum, sevgili Ece’nin dediği gibi mıh gibi yalnız, o öykü kasabasına.
Gerçekçi 1 gerçeküstü öykü…Yakında burada, sanırım paça parça, bilmem kaç kısmı tekmil, sergüzeşt bir facia…
Dostlarımın ve o güzel insanların sevdiği öyküleri anlatmak, istediğim şey sadece bu.
bay persembe
hikaye defteri: http://erektesiir.blogspot.com/
Yazmanın 1000 türlü hali var, bunu ancak yaşamayı beceremeyen, böyle 1 cümle görünce ürperenler bilebilir.
Sürekli yağan yağmur mu beni buna geri dönmeye itti, yoksa bacağımdan kopup giden ben’i bilmiyorum. Sanırım o ben kopup giderken, sadece ilahi sona ait yolumu kısalttı. O yüzden o ben koptu ve yeniden çıkıyor şimdi, büyüyerek. Sızlayarak, kaşınarak, yolmak isteyerek, ben hep buradayım ve ölüm sırtında diyerek. Sanırım o ben beni yakında tamamen ele geçirecek.
Yaşamak için acele etmek gerek demişti, R.B… Ki ben ona özenip ilk romanımı 29 yaşında yazacaktım. Şimdi vurdun bir otuz kusur kıyısına. R.B dediysek Barthes değil, Bradbury. Sıkı şair…
Ateş ve Buz’daki göl kıyısındaki hayalet öyküsünü yazan adam. Kozmos izin versin hala hayatta olan adam gibi adam…Boşluğa savrulan düşlerden sonra yine dönüyorum, sevgili Ece’nin dediği gibi mıh gibi yalnız, o öykü kasabasına.
Gerçekçi 1 gerçeküstü öykü…Yakında burada, sanırım paça parça, bilmem kaç kısmı tekmil, sergüzeşt bir facia…
Dostlarımın ve o güzel insanların sevdiği öyküleri anlatmak, istediğim şey sadece bu.
bay persembe
hikaye defteri: http://erektesiir.blogspot.com/
17 Mart 2009 Salı
Yeni Bir Kentçilik İçin Reçete
Haşmetmeap, ben başka ülke vatandaşıyım.
Şehirde sıkılıyoruz, artık hiç güneş tapınağı yok. Geçen kadınların bacakları arasında Dadaistler İngiliz anahtarı, Gerçeküstücüler kristal ayaklı bardak bulmak istemişlerdi, bu artık kayboldu. Verişmiş bütün sözleri suratlarda okumayı biliyoruz, morfolojinin son raddesi. Afişlerin şiiri yirmi yıl boyunca sürdü. Şehirlerde sıkılıyoruz, kamusal yolların üzerindeki pankartlarda kalmış son gizemli şeyleri keşfedebilmekiçin yapış yapış yorulmamız gerekiyor, mizahın ve şiirin son raddesi.
Bütün şehirler jeolojiktir ve şehirlerde, efsanelerinin büyüsünü kuşanmış hayaletlerle karşılaşmadan üç adım atamazsınız. Kerteriz noktalarının bizi durmaksızın geçmişe doğru çektiği kapalı bir görünüm içinde dönüp durmaktayız. Bazı hareketli açılar, bazı uçucu perspektifler mekanın kökensel kavramlarını sezinler gibi olmamızı sağlar ama, bu görü parçalı olarak kalır. Bunu folklorik anlatıların sihirli ortamlarında ve gerçeküstü yazılarda aramak gerekir: şatolar, sonu olmayan duvarlar, unutulmuş küçük barlar, Mamut’un ini, Gazinoların aynaları.
Mösyö Corbusier’nin fabrika ve hastanelere, bir de geleceğin hapishanelerine yaraşır tarzı kendisinin olsun: O hala kilise inşaatına el atmadı mı? O kalitesiz betonarme yığınları altında insanı böyle ezmek istemesi için bir şahsiyetin nasıl bastırılmış duygular besliyor olduğuna dair hiçbir fikrim yok – suratı çirkin, dünya görüşleri ondan da çirkin. Betonarme, ki mekanın havadaki bir eklemlenmesini, cayır cayır yanan gotiğin de üstüne çıkarak sağlayabilecek kaliteli bir malzemedir. İnsanı kolaylıkla serseme çevirebilir. Ama Corbusier’nin herhangi bir maketi bende hiç vakit kaybetmeden intihar etme isteğini uyandıran tek imgedir. Onun civarlarındayken neşeden arta kalan herşeyin rengi solar. Aşkın da –tutkunun da- özgürlüğün de.
Karanlık, aydınlatmanın; mevsimler, klimalı odaların karşısında geri çekiliyor: Gece ve gündüz cazibesini kaybederken, tan vakti de yitip gidiyor. Kentli insanlar kozmik gerçeklikten uzaklaşmayı düşünür ve bunun üzerine daha fazla hayal kurmazlar. Nedeni açıktır: Hayal, başlangıç noktasını gerçeklikten alır ve onun içinde gerçekleşir.
Mimari, zamanı ve mekanı birbirine eklemlemenin, gerçekliği koşullara uyarlamanın, hayaller kurmanın en kolay yoludur. Sözkonusu olan sadece plastik eklemlemeler, uyarlamalar ve geçici bir güzelliğin ifadesi değil, insan isteklerinin ve bu istekleri gerçekleştirmekteki ilerlemesinin ezeli-ebedi eğrisi içinde yer alan, etki uyandıran bir uyarlamadır.
Yarının mimarisi o halde, zaman ve mekanın o zamanki kavramlarını birbirine eklemlemenin bir yolu olacaktır.
Mimari bütünlük, uyarmaya açık olacaktır. Görünümü, içinde yaşayanların isteklerine bağlı olarak kısmi ya da bütün olarak değişiklikler gösterecektir.
Ancak yeni bir uygarlığı ifade ediyorsa yeni mimariden bahsedilebilir. (Açıktır ki yüzyıllardır ne uygarlık ne de mimari başgöstermiştir, ortaya çıkan yalnızca deneyimlerdir ki onların da birçoğu ıskalanmıştır: Gotik mimariden bahsedebiliriz, ama iki sistem de benzer eğilimler gösterdiği, ortak amaçlar güttüğü halde, Marksist ya da kapitalist bir mimari yoktur.)
Haliyle herkesin bize bize hangi uygarlık taslağı üzerinde bir mimari kurmak istediğimizi sormaya hakkı vardır. Bir uygarlığın ilk adımını oluşturan noktaları çabucak hatırlayalım:
Mekanın yeni bir kavranışı (din temelli olan ya da olmayan bir kozgomoni)
Zamanın yeni bir kavranışı (sıfırdan başlayarak, zamanın açılımının farklı tarzları)
Tutumların yeni kavranışı (ahlaki, sosyolojik, siyasi, hukuki. Ekonomi sadece bir uygarlığın benimsediği tutumun yasalarının bir kısmıdır.)
Geçmişteki ortak mülkiyetler kitlelere mutlak bir doğruluk ve tartışılmaz mitsel örnekler sunuyordu. Görelilik mefhumunun modern zihne girmesi, gelecek uygarlığın DENEYSEL bir yanı olacağını düşünmemize yol açar. Bu sözcük istediğim anlamı vermeye yetmediğinden, bunu yerine daha esnek, daha “oyuna”açık diyelim. (Uzun zaman boyunca Marksistlerin bu yolu izlediği sanılabilirdi. Şu anda biliniyor ki, BU GİRİŞİM DE ŞU BİLDİĞİMİZ NORMAL GELİŞİM SÜRECİNİ İZLEDİ VE REKOR bir zamanda öğretilerinin katılaşması ve gerileyişi içinde donup kalan biçimler noktasına ulaştı
Bir akıl hastalığı gezegeni istila etmiştir; bayağılaştırma. Herkesin derdi düşüncesi ürün ve konfor haline gelmiştir-kanalizasyon sistemi, asansör, banyolar, çamaşır makinesi.
Durumlar inşaa etmeye yönelik bu arzunun diğer bazı örnekleri bize geçmişten kalmıştır. Edgar Poe ve servetini açık hava resimleri uğrunda harcayan adamla ilgili öyküsü bunlardan biridir. Claude Lorrain resmi de. Hayranlarının çoğu tuallerindeki büyünün nereden geldiğini bilmez. Işıktan bahsederler. Aslında ışık da ilginçtir ama, yoculuğa yapılan kesintisiz davet havasını açıklamak için yeterli değildir. Bu hava alışılmadık bir mimari mekanla yaratılmıştır. Saraylar denize düzayak resmedilmiştir, ekili bitkilerin en yadırgatıcı görüldüğü “işe yaramaz” asma bahçeleri vardır. Kendini rüzgarın sürüklemesine bırakma dürtüsü saray kapılarıyla gemiler arasında bırakılmış çok küçük mesafelerle uyandırılmıştır.
IVAN CHTCHEGLOV
Şehirde sıkılıyoruz, artık hiç güneş tapınağı yok. Geçen kadınların bacakları arasında Dadaistler İngiliz anahtarı, Gerçeküstücüler kristal ayaklı bardak bulmak istemişlerdi, bu artık kayboldu. Verişmiş bütün sözleri suratlarda okumayı biliyoruz, morfolojinin son raddesi. Afişlerin şiiri yirmi yıl boyunca sürdü. Şehirlerde sıkılıyoruz, kamusal yolların üzerindeki pankartlarda kalmış son gizemli şeyleri keşfedebilmekiçin yapış yapış yorulmamız gerekiyor, mizahın ve şiirin son raddesi.
Bütün şehirler jeolojiktir ve şehirlerde, efsanelerinin büyüsünü kuşanmış hayaletlerle karşılaşmadan üç adım atamazsınız. Kerteriz noktalarının bizi durmaksızın geçmişe doğru çektiği kapalı bir görünüm içinde dönüp durmaktayız. Bazı hareketli açılar, bazı uçucu perspektifler mekanın kökensel kavramlarını sezinler gibi olmamızı sağlar ama, bu görü parçalı olarak kalır. Bunu folklorik anlatıların sihirli ortamlarında ve gerçeküstü yazılarda aramak gerekir: şatolar, sonu olmayan duvarlar, unutulmuş küçük barlar, Mamut’un ini, Gazinoların aynaları.
Mösyö Corbusier’nin fabrika ve hastanelere, bir de geleceğin hapishanelerine yaraşır tarzı kendisinin olsun: O hala kilise inşaatına el atmadı mı? O kalitesiz betonarme yığınları altında insanı böyle ezmek istemesi için bir şahsiyetin nasıl bastırılmış duygular besliyor olduğuna dair hiçbir fikrim yok – suratı çirkin, dünya görüşleri ondan da çirkin. Betonarme, ki mekanın havadaki bir eklemlenmesini, cayır cayır yanan gotiğin de üstüne çıkarak sağlayabilecek kaliteli bir malzemedir. İnsanı kolaylıkla serseme çevirebilir. Ama Corbusier’nin herhangi bir maketi bende hiç vakit kaybetmeden intihar etme isteğini uyandıran tek imgedir. Onun civarlarındayken neşeden arta kalan herşeyin rengi solar. Aşkın da –tutkunun da- özgürlüğün de.
Karanlık, aydınlatmanın; mevsimler, klimalı odaların karşısında geri çekiliyor: Gece ve gündüz cazibesini kaybederken, tan vakti de yitip gidiyor. Kentli insanlar kozmik gerçeklikten uzaklaşmayı düşünür ve bunun üzerine daha fazla hayal kurmazlar. Nedeni açıktır: Hayal, başlangıç noktasını gerçeklikten alır ve onun içinde gerçekleşir.
Mimari, zamanı ve mekanı birbirine eklemlemenin, gerçekliği koşullara uyarlamanın, hayaller kurmanın en kolay yoludur. Sözkonusu olan sadece plastik eklemlemeler, uyarlamalar ve geçici bir güzelliğin ifadesi değil, insan isteklerinin ve bu istekleri gerçekleştirmekteki ilerlemesinin ezeli-ebedi eğrisi içinde yer alan, etki uyandıran bir uyarlamadır.
Yarının mimarisi o halde, zaman ve mekanın o zamanki kavramlarını birbirine eklemlemenin bir yolu olacaktır.
Mimari bütünlük, uyarmaya açık olacaktır. Görünümü, içinde yaşayanların isteklerine bağlı olarak kısmi ya da bütün olarak değişiklikler gösterecektir.
Ancak yeni bir uygarlığı ifade ediyorsa yeni mimariden bahsedilebilir. (Açıktır ki yüzyıllardır ne uygarlık ne de mimari başgöstermiştir, ortaya çıkan yalnızca deneyimlerdir ki onların da birçoğu ıskalanmıştır: Gotik mimariden bahsedebiliriz, ama iki sistem de benzer eğilimler gösterdiği, ortak amaçlar güttüğü halde, Marksist ya da kapitalist bir mimari yoktur.)
Haliyle herkesin bize bize hangi uygarlık taslağı üzerinde bir mimari kurmak istediğimizi sormaya hakkı vardır. Bir uygarlığın ilk adımını oluşturan noktaları çabucak hatırlayalım:
Mekanın yeni bir kavranışı (din temelli olan ya da olmayan bir kozgomoni)
Zamanın yeni bir kavranışı (sıfırdan başlayarak, zamanın açılımının farklı tarzları)
Tutumların yeni kavranışı (ahlaki, sosyolojik, siyasi, hukuki. Ekonomi sadece bir uygarlığın benimsediği tutumun yasalarının bir kısmıdır.)
Geçmişteki ortak mülkiyetler kitlelere mutlak bir doğruluk ve tartışılmaz mitsel örnekler sunuyordu. Görelilik mefhumunun modern zihne girmesi, gelecek uygarlığın DENEYSEL bir yanı olacağını düşünmemize yol açar. Bu sözcük istediğim anlamı vermeye yetmediğinden, bunu yerine daha esnek, daha “oyuna”açık diyelim. (Uzun zaman boyunca Marksistlerin bu yolu izlediği sanılabilirdi. Şu anda biliniyor ki, BU GİRİŞİM DE ŞU BİLDİĞİMİZ NORMAL GELİŞİM SÜRECİNİ İZLEDİ VE REKOR bir zamanda öğretilerinin katılaşması ve gerileyişi içinde donup kalan biçimler noktasına ulaştı
Bir akıl hastalığı gezegeni istila etmiştir; bayağılaştırma. Herkesin derdi düşüncesi ürün ve konfor haline gelmiştir-kanalizasyon sistemi, asansör, banyolar, çamaşır makinesi.
Durumlar inşaa etmeye yönelik bu arzunun diğer bazı örnekleri bize geçmişten kalmıştır. Edgar Poe ve servetini açık hava resimleri uğrunda harcayan adamla ilgili öyküsü bunlardan biridir. Claude Lorrain resmi de. Hayranlarının çoğu tuallerindeki büyünün nereden geldiğini bilmez. Işıktan bahsederler. Aslında ışık da ilginçtir ama, yoculuğa yapılan kesintisiz davet havasını açıklamak için yeterli değildir. Bu hava alışılmadık bir mimari mekanla yaratılmıştır. Saraylar denize düzayak resmedilmiştir, ekili bitkilerin en yadırgatıcı görüldüğü “işe yaramaz” asma bahçeleri vardır. Kendini rüzgarın sürüklemesine bırakma dürtüsü saray kapılarıyla gemiler arasında bırakılmış çok küçük mesafelerle uyandırılmıştır.
IVAN CHTCHEGLOV
Asla Unutma
boşuna özür dilemeyin benden parklar bahçeler
iki amcam 2 ölüm ve bir ad miras bırakmış
ben hep o ırak evlere yerçekimsizdim
düşün, atmosfersiz hava sürekli düşülüyor
kafa patlata patlata
tedirginliğin ne çok örümceği var
oysa sadece 1 yer gösterici olmak idi hayalim
karanlık kayalıklarda yengeçlere yol gösteren…
Bay Perşembe
iki amcam 2 ölüm ve bir ad miras bırakmış
ben hep o ırak evlere yerçekimsizdim
düşün, atmosfersiz hava sürekli düşülüyor
kafa patlata patlata
tedirginliğin ne çok örümceği var
oysa sadece 1 yer gösterici olmak idi hayalim
karanlık kayalıklarda yengeçlere yol gösteren…
Bay Perşembe
16 Mart 2009 Pazartesi
Şebeke Action
14 mart cumartesi/Vertigo Bar
şebeke 4 müzisyen, 1 okuyucu, 1 plastik, 1 beden performansı, 1 kamera adam ve destek güçlerden oluşan tam tekmil kadrosuyla, ilk toplu göterisini yaptı.bu kollektif ölü diriltme ayini şamanın ruhuna , saf aşkın çılğınlığı ve yaşamın anlamsızlığına ayinsel bir selam özelliği taşıyordu.
çılğın aşığımız: Caner Omur
şamanımız: onston/Can Yeşiloğlu
özgün müzik ve icra: Murat Koç, Mümin Dünen, Özden Terzi, Özgün Pehlivan
lirik okuyucu/konsept düşçüsü: Rafet Arslan
Kamera: Bob Acthor/aka E.C.A
destek birim: Fantom, Petrowa, Candeğer, Çido ve ailesi:)
13 Mart 2009 Cuma
Alexandrian, Baudrillard, Ballard ve Roman
Şehrin daha önce bulunmadığım bir yerindeki bir eve davet ediyorsun beni. Akşam olmak üzere. Büyük bir salona alıyorsun beni. Oldukça aydınlık olan bu salonda boylu boyunca uzanan iki kanepe kesişiyorlar. Bir tanesinde gözlüklü yaşı hayli geçkin, saçları hafiften dökülmüş ve ağarmış bir adam oturuyor. Bir gömlek ve bir süveter giymiş, oldukça sakin ve sabırlı bir duruşu var. Diğer kanepede ise bedeninin üstü çıplak, altında siyah bir karate pantolonu giymiş, genç bir adam oturuyor. Bu genç adamın teni güneş kızıllığında ve ışıl ışıl parlıyor. Saçları ise simsiyah, gözleri alev alev yanıyor. Tedirgin oluyorum, çünkü salonda anlamlandıramadığım ve sırıtkan bir sessizlik hüküm sürüyor. Sanki ben eve girmeden önce hararetli bir kavga olmuş ve sen kapıyı açar açmaz konuğa saygıyla bir anda kesilmiş, gerilim salonun tavanında asılı kalmış gibi. Sen oturmam için yaşlı adamın oturduğu kanepeyi gösteriyorsun. Dikkatli bir şekilde yavaşça oturuyorum kanepeye. Ben oturur oturmaz adam bana dönerek, “Edebiyatçıymışsınız?” diye soruyor. O an, bu adamın baban olabileceğini düşünüyorum elimde olmadan. Sonra daha rahat edebilecekken neden bacak bacak üstüne atarak oturmadığını soruyorum kendime babanın. Elimde olmadan bacak bacak üstüne atmıyorum ben de. Benimle konuşmaya devam ediyor, ancak sadece ağzı kımıldıyor ve aramızdaki mesafe giderek artıyor, giderek kanepenin diğer ucuna doğru hareket ediyorum o konuştukça. Arada gözlerimi sana çeviriyorum. Sana her döndüğümde diğer kanepede oturan diğer adamla göz göze geliyorum. Yaşlı adam ayağa kalkıyor ve elimden tutuyor, salonun bir köşesinde duran büfenin önüne sürüklüyor beni. Eğilip altındaki çekmeceyi açıyor ve bana göstermek istediği şeyi görebilmek için eğiliyorum. Çekmece kadın saçlarıyla dolu. Bir korku geçiyor içimden hızla. İçlerinden koyu kahverengi olan bir tanesini alıp bana uzatıyor. “Dokun” diyor. Söylediğini yapıyorum. Yumuşacık dalgalı bir saç bu. Elimde saçla öylece duruyorum. Büfenin üzerinde asılı aynada kendimi görüyorum birden. Çok solgun görünüyorum. “Ölü gibisin” diyorsun sesini yükselterek. Eve girdiğim andan itibaren sessizliği sadece bu söz bozmayı başarabiliyor.
Yüzümü renklendirmem gerektiğini düşünüyorum. “Sana saçma bir soru soracağım” diyorum. “Makyaj malzemesi bulunur mu bu evde?” Diğer kanepedeki adam ayağa kalkıyor ve elimden tutup beni aynanın önünden alıyor. Eli elimde koridorda onu izliyorum. Koridorun sağ tarafındaki ağır maden bir kapıyı gürültüyle açıyor. Tuhaf bir şekilde bu genç adama güveniyorum. İçeri giriyoruz. Loş ışığın altında buranın bir kazan dairesi olduğunun farkına varıyorum. Cehennemi bir sıcak var. Metal bir masanın üzerine oturuyorum. Genç adam masanın kenarında durduğu metal dolapları tek tek açmaya başlıyor. Dolaplardan birinden çıkardığı iki tüp boyayı bana uzatıyor. “Fondöten ve ruj” diyor. Ben “Rimel ve kalem gerek” diyorum.”Ve allık” Ayağa kalkıp dolaba yürüyorum. Dolapta yüzlerce makyaj malzemesi var ancak sıcaktan hepsi erimiş ve form değiştirmiş. Dolabın arkasında mutfak tezgahına benzer bir tezgah olduğunu farkediyorum çekilince. Tezgahta boynu kırılmış, saçları kesilmiş bir kadın görüyorum. Bacaklarını karnına çekmiş, yüzü görünmüyor. Ayakkabıları lavaboya düşmüş. Korkmuyorum. Kısık bir sesle soruyorum: “Kadınları öldürüyor musunuz? İş bölümü mü var aranızda?” Genç adam elimi tutuyor , bir çocuk gibi adeta, “Hayır,hayır..Sadece makyajlı gelenleri.”diyor...
Bedeniyle tam bir tezat halindeki çocuksu ifadesinden utanmış gibi, bir hamlede cesedi kucaklıyor ve camdan aşağı atıyor. Cam kapatıp saçlarını düzeltiyor. “Hadi gel”diyor. Masaya doğru çekiyor beni. Arkama geçiyor ve bedenini benim bedenime eşlemek ister gibi iyice yapıştırıyor bedenini benimkine. “Sıcak” diyorum. Üzerimde boydan boya düğmeli kısa kollu bir elbise var sadece. Uzanıp elbisemin düğmelerini tek tek açıyor. Çırılçıplak kalıyorum. Bacaklarını dolaba daya diyor. Uzatıyorum ancak dolaplar kızgın bir sıcaklıkta. Ayakkabılarım eriyerek dolaba yapışıyor adeta, öylece asılı kalıyorum bacaklarım açık bir halde. Beni geriye çekerek masaya oturuyor, ona dayanarak ben de oturuyorum. Elbisemin biriktiği kollarımı sıkıca arkada tutuyor. O sırada kapı açılıyor, içeri giriyorsun. “Tek masum sendin demek” diyorum. Gülerek ağır adımlarla yaklaşıyorsun. Her adımda biraz daha terliyorsun. Açık bacaklarımın arasında durup bana bakıyorsun. Arkandaki dolap giderek ısınıyor ve makyaj malzemelerinin olduğu tüpler yavaş yavaş erimeye ve raflara, oradan yere akmaya başlıyor. Rengarenk ve giderek sıvılaşan bir fon bu. Elbisemi iyice kollarıma doğru itiyorsun,cinsel organım bir kalp gibi atmaya başlıyor. Elini bastırıp, atışlarını dinliyor, mırıldanıyorsun, “güm, güm,güm...” Bacaklarımı kendime doğru çekmeye yelteniyorum ama imkan yok buna,ayaklarım dolaba kaynamış bir doğum pozisyonunda duruyorum. “Akıyorum” diyorum. Sen “Acıktım” diyorsun ve elini cinsel organımdan çekip cebine sokuyor, odadan çıkıyorsun. “Sen de geç kalma” diyorsun tam kapıdan çıkarken. Genç adam kollarımı bırakıyor, kalkıp ayakkabılarımdan ayaklarımı kurtarıyor. Yere iniyorum. Yerler yapış yapış, masanın altında bir kitap görüyorum, ona bakabilmek için yere çömeliyorum, genç adam da aksimi kuracak şekilde tam karşımda çömeliyor. Akmış makyaj malzemeleriyle birbirimizin yüzünü çocuksu bir keyifle boyamaya başlıyoruz. Sonra evden çıkıyorum. Beni evin tam karşısındaki bomboş çocuk parkında bekliyorsun. Bana anlatmadığın bir şey olduğu düşüncesiyle arkana geçiyorum ve bacaklarımı karnına doluyorum.Mırıldanır gibi, “Sabah olmuş” diyorum. Sonra yine kalkıyorsun gitmek için. “Sen de geç kalma” diyorsun. Kışın ilk günleri gibi berrak ve serin hava. Parkta bir salıncakta uykulu bir şekilde oturuyorum. Telefonum çalıyor. “Hadi, geç kalma. Yemek söyleyeceğim birazdan” diyorsun. Kalkıyorum, bir taksiye atlıyorum ama çok yavaş yol alıyoruz. Taksiciye çıkışıyorum daha hızlı gitmesi için. Kasıklarımdan başlayıp tüm bedenime yayılan şiddetli bir sancı duyuyorum.Bu kez çığlık atarak, “Daha hızlı!” diye bağırıyorum adama. Sancı sıklaşmaya başlıyor, arabayı telaşla kenara çekiyor taksici. Bir kasaba restoranına giriyoruz. “Kadınlar nerde?” diye soruyor taksici kasadaki adama. İşaret edilen odaya giriyoruz. Bir kuaför salonu burası. Beni bir kuaför koltuğuna oturtuyorlar. Kadınlar etrafımı sarıyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar, içlerinden biri “Bebek!Bebek!” diye bağırmaya başlıyor. Ben bacaklarımı birbirine sıkıca yapıştırıp, “Anlamıyorsunuz!” diyorum zorla. Bacaklarımdan gri bir sıvı akmaya başlıyor, yere yaklaştıkça daha da koyu bir renk alarak. “Acilen gitmeliyim,yemek söyledi ve tek başına yemek yiyemez” diyorum. “Doğur öyle git” diyor biri. Dünyanın en saçma lafını etmiş gibi bakıyorum kadının yüzüne tiksintiyle. “Sen hiç kuaförde roman doğuran gördün mü?” diyorum. Kalkıyorum, zorlukla tekrar yola çıkıyorum. Bir kayalığın dibinde durup gelip geçen araçlara işaret ediyorum durmaları için, hiçbiri durmuyor. Yolun ortasına yürüyüp bir taksinin önünü kesiyorum. Biniyorum. “Hızlı git!” diyorum. Giderek daha da yavaşlıyor sanki. “Daha hızlı gitmiyor!” diye sinirlenmeye başlıyor taksicide. “Kaza var ileride, o yüzden. Her yerde bir çarpışma var artık” diyor. Asfalta sabitliyorum bakışımı, o denli yavaş gidiyoruz ki, bu şekilde bakmayı sürdürürsem asfalta gömülecekmişiz gibi geliyor. Telefonum çalıyor. Açıyorum. “Neredesin?” diyorsun, “Gelmeye çalışıyorum. Ama hızlanamıyoruz bir türlü” diyorum. “Bekle” Kapatıyoruz. Bacaklarımdan yine aynı sıvı akmaya başlıyor, çantamdan çıkardığım bozuk para çantama bu giderek katılaşan sıvıyı doldurmaya başlıyorum. “Ziyan oluyor” diye söylenerek. Hala yol alıyoruz. Seni arıyorum. “Geldim.Kıpırdama bir yere. Ama neredesin?” diyorum. “Üç Kız Kardeşteyim. Ama yemek yedim. Geç kaldın” diyorsun. Uyanıyorum.
07.03.2009 tarihli rüya, (TUS 4,5 saat)
Rüya Öncesi Rehber:
Erotik Edebiyat Tarihi, Alexandrian
Baştan Çıkarma Üzerine, J.Baudrillard
Çarpışma, J.G.Ballard
Kırmızı Şarap, St.Emilion
Roman Defteri, Isabelle
Kozmetik Mağazasında Kısa Bir Gezi
Hande Koçak
12 Mart 2009 Perşembe
11 Mart 2009 Çarşamba
7 Mart 2009 Cumartesi
Aşk Silahlanarak!
senin üzerinden kimler geçti bilmiyorum.
sen de benim üzerimden geçenleri...
şimdi senden bir şarkı dinliyorum. birşeyler için karar vermeye çalışıyorum.
o zamanlarda boş apartman bakardık ankara'nın ortasında hatırlıyor musun ?
ya da bir apartmanın asansörünü son kata çekip durdursak diye düşünürdük...
Kızılay'ın ortasında ve heykellere karşı sevişmek isterdim oysa...
Ama böyle birşey için çok şeyi yıkmak lazım bilsen...
Kaldı ki sanırım ben sevmeyi unuttum.
Bu pazara hiç düşmek istemeyen zihnimi dolduran anılar bile tutamıyor şimdi beni. Gergin bir zemberek gibi kuruldukça kuruluyorum, silahlanıyorum...eski bir şarkı geliyor, eski bir yüz geçiyor yanımdan.
federico fellini'den anımsıyorum var göz bebeklerimde ve göç sarısı bir bira ellerimde...
Belki bugün belki yarın burdan giderim,zihnim de gelir kaçışsız...
Bir gün tekrar sevebilirim belki,o zaman Kızılay'ın ortasında buluşuruz seninle, elimizde silahlar olur, etrafımızda cesetler.
Sana söylemiştim derim, onları öldürmeden bir devrim yapamayız. Bazılar için kemikleşmiştir aşk, kurtulamazlar kendini nesneleştiren nesnelerden, çünkü sevişmeksizin geniş bozkılarlara karşı ya da meydanlardan sokaklara doğru nefesleriyle harıl harıl...
ne şehri ne bozkırlarıkuşatamaz insan,acele etmemek lazım,asansörlere sıkışmamak,cemal süreya ağzıyla doyasıya sevişmek lazım.artık çok yalnızım ve hiçbir kimsenin diline deymiyor dilim.bambaşka bir dil kurmaya başladım, kurmalıyız da biliyorsun başka türlüsü mümkün değil.eski bir şarkıda, devrimin ısındığımız bir sabahında buluşalım,
Kızılay'da, birbirimizi tanıyamama ihtimalimiz var, unuttukları bedenlerini sevişerek anımsamaya çalışanlar arasında;
bu yüzden, yüzünü aç,
şimdi sana en devrimci parolamızı söylüyorum:
"aşk, silahlanarak..."
Ozan Durmaz
sen de benim üzerimden geçenleri...
şimdi senden bir şarkı dinliyorum. birşeyler için karar vermeye çalışıyorum.
o zamanlarda boş apartman bakardık ankara'nın ortasında hatırlıyor musun ?
ya da bir apartmanın asansörünü son kata çekip durdursak diye düşünürdük...
Kızılay'ın ortasında ve heykellere karşı sevişmek isterdim oysa...
Ama böyle birşey için çok şeyi yıkmak lazım bilsen...
Kaldı ki sanırım ben sevmeyi unuttum.
Bu pazara hiç düşmek istemeyen zihnimi dolduran anılar bile tutamıyor şimdi beni. Gergin bir zemberek gibi kuruldukça kuruluyorum, silahlanıyorum...eski bir şarkı geliyor, eski bir yüz geçiyor yanımdan.
federico fellini'den anımsıyorum var göz bebeklerimde ve göç sarısı bir bira ellerimde...
Belki bugün belki yarın burdan giderim,zihnim de gelir kaçışsız...
Bir gün tekrar sevebilirim belki,o zaman Kızılay'ın ortasında buluşuruz seninle, elimizde silahlar olur, etrafımızda cesetler.
Sana söylemiştim derim, onları öldürmeden bir devrim yapamayız. Bazılar için kemikleşmiştir aşk, kurtulamazlar kendini nesneleştiren nesnelerden, çünkü sevişmeksizin geniş bozkılarlara karşı ya da meydanlardan sokaklara doğru nefesleriyle harıl harıl...
ne şehri ne bozkırlarıkuşatamaz insan,acele etmemek lazım,asansörlere sıkışmamak,cemal süreya ağzıyla doyasıya sevişmek lazım.artık çok yalnızım ve hiçbir kimsenin diline deymiyor dilim.bambaşka bir dil kurmaya başladım, kurmalıyız da biliyorsun başka türlüsü mümkün değil.eski bir şarkıda, devrimin ısındığımız bir sabahında buluşalım,
Kızılay'da, birbirimizi tanıyamama ihtimalimiz var, unuttukları bedenlerini sevişerek anımsamaya çalışanlar arasında;
bu yüzden, yüzünü aç,
şimdi sana en devrimci parolamızı söylüyorum:
"aşk, silahlanarak..."
Ozan Durmaz
5 Mart 2009 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)