RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE

THE DIN OF STREET SPIRIT SOUNDS IN THE RYTHME OF DREAMS

30 Temmuz 2009 Perşembe

Bir günün Bilmecesi


G. de Chirico/1914

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Kollektivizm

Bireycilik, alkolizm, kolektivizm, aktivizm… ideolojilerin çeşitliliği iktidarın safında olmanın yüzlerce yolu olduğunu gösteriyor. Radikal olmanın ise bir tek yolu var. Yıkılması gereken duvar çok heybetli, ama o kadar çatlamış ki, yakın gelecekte tek bir çığlık bile onu yerle bir etmeye yetecek. Eski ayaklanmaların ateşini yakmış olan bireysel tutkularla birlikte, üçüncü gücün o dehşetli gerçekliği, kendisini en sonunda tarihin sisleri arasından gösterdiği zaman, dağları devirebilecek, mesafeleri ortadan kaldırabilecek bir enerjinin gündelik hayatta saklı olduğunu anlayacağız. Uzun devrim, eserlerini eylemin mürekkebiyle yazmaya hazırlanıyor. O eserlerin meçhul yada adsız yazarları, Sade, Fourier, Babeuf, Marx, Lacenaire, Stirner, Lautreamont, Léhautier, Vaillant, Henry, Villa, Zapata, Makhno, Komüncüler, Hamburg, Kiel, Kronstandt, Austirias isyancıları henüz son kozlarını oynamamış olanlar, özgürlük oyununa katılan bizlerle darmadağınık bir şekilde birleşeceklerdir.


Raoul Vaneigem/Gündelik Hayatta Devrim

Gerçeküstü

Gerçeküstü, gerçeğin dışında bir alanı hedef almış değildi, tam tersine, gerçeğin el atılmamış, henüz keşfedilmemiş, açığa çıkarılmamış bölgelerine uzanma amacı programının ilk maddesiydi. Kaçış yerine üzerine gitmekten, uyuşma yerine uyanık durmaktan, uzlaşma yerine diklenmekten dem vurmak gerekirdi.
Enis Batur

Rüya Kaydı/W.S.B.

4 Ekim 1984, Çarşamba. Hayvan ya da insanda olsun çirkin, anlamsız, isterik nefret oldukça korkutucudur. Düşlerim arketip köpek sürüleri ile doluydu… Uzun, loş bir tünelin sonunda oval bir çıkmaz sokaktaydım. Bu odanın uzak ucunda güçlü bir manyetik alan var. Çok yaklaşınca insanı rahmin içine çekiyor. Tam zamanında geri çekiliyorum. Allen Ginsberg yanımda bir mantra söylüyor: ‘o eski Rahim Kapısı kapandığında geri dönmek istemem artık.’Sonra geçidin yumuşak duvarlarının boğuklaştırdığı bir havlama sesi duyuyorum, ama açıkça anlayabiliyorum: ‘KÖPEKLER! KÖPEKLER!’Giderek yaklaşıyorlar, hırlayan, salya akıtan bir Cerberus sürüsü. Allen Hintlilere özgü bir ip numarasıyla darağacı yapmaya çalışıyor ama tavan yeterince yüksek değil, derken beni aşağıya indirmek için üzerime sıçrayan köpekleri tekmelerken uyanıyorum.

William S. Burroughs/İçerdeki Kedi

Bar Telefonu

Seninle dün aynı masada oturuyormuşuz fark etmemişim.
Seninle dün aynı masada, senin önünde ufak bir telefon varmış, sabit ve hantaldır her telefon oysa. Benim önümde beklemekten eskimiş bir sürahi bira.

Bana tekrar şeyler yaşatmak istemişsin, ayağını çıkartmışsın ayakkabından, ayağımın üzerine koymuşsun, eski bir filmi izler gibi, ben hep o filmde uyurmuşum, çünkü o film sen gibiymiş, gene uyumuşum, baş ucunda sarısı kaçmış bir büyük bardak bira. Çalmıyor telefon, toz tutuyor.

Kollarımı masaya uzatmışım, sırtım sandalyede zor duruyor. Sarhoş sinekler biramda yalanıyor.
Senin başın bir telefonun üzerine çullanmış, inceden kırıtarak uyuyorsun, kalçaların hep elimin dışında kalmış. Bekliyorum. Çalmıyorsun.

Uyanıyorum, bir barı üzerimize kapatmışlar. Gidip kapıyı açıyorum, çerçeveye sırtımı yerleştiriyorum, gözlerime seni. Bir uzuyor saçların uzanıyorsun telefonu açıyorsun. Çalmadan... Hep kaçıyorsun.

Bekliyoruz. Bu son ellerimiz hep birbirine yakın ama hiç dokunmuyor. Bir barı beraber tozluyoruz. Sende çocukluğumu buluyorum, dövü p parçalamak istediğim çocukluğumu. Bende ne buluyorsun diyorum? Gözlerinin içine içine bakıyorum... "Söyleyemem" diyorsun, "Her an çalabilir telefon, cevaplamalıyım, biliyorsun."

Bir bardak birayı içiyorum. Sinekleri dışarı yolluyorum. Tozlanıyorsun, sanrılanıyorsun. Telefon çaldı sanarak açı p duruyorsun, "Arasalar da meşgul çalacak" diyorum. "Meraklanma" diyorsun, "Biranı iç", "Sırtın toz mu olmuş senin?"

Taşkınlıklarını topluyor, yorgun kalçanı yere seriyorsun. Kafanı kucağımda dinlendiriyorsun. Uzuyor saçların tozlarıma karışıyor. Bir telefon ayağının dibinde, kablosuyla oynuyor, bacağına sarı p sarı p çözüyorsun.

Bir telefon kablosunu boğazına sarıyorum. Çektikçe, açıktan penisimi emiyorsun. Tozlarım ruhuna boşalıyor. Bir telefonun üstünde oturuyorsun. Ahizeyi amına sokuyorum, sesini çıkarmıyorsun. Sabah oluyor, yetişemiyoruz. "Telefon içimdeyken bir çalsa ya..." diyorsun.

Barı kokutan bir telefonu aramıza almışız, göz göze bakışıyoruz. Ellerini göz altlarıma koymuşsun. "Herkes barikatlara!" diyor ayaklanıyorsun. Şu arkamdaki kapıya bir sabağı yığıyorsun. Parlıyor tozlu telefon. Aslında sen hep beni giyiniyorsun.

Çıkı p gidiyoruz sessiz, bir sabahın mavi pullarında kuraklaşıyor kafam. Alkol ensesi, kalçalarının ellerime çıkmış şekli. Arkamı dönmüyorum, biliyorum sen de dönmüyorsun. Bir barın tozları sü pürülüyor. Genç işçiler arkandan bakıyor, biliyorum. Sokağın köşesinden dönü p gidiyorum, fark etmiyorsun...

Kafamda bir sen var, içinde bir telefon.
Çalmıyorsun....

Ozan Durmaz

26 Temmuz 2009 Pazar

Tekinsiz Sokak Ezgileri

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Vole...


müthiş bir kollektif duvar ve ruhumuzun anahtarını sallayan ışıl ışıl Cins...
diğer compenero'lar: rad, emr3, edok, wide...

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Siyaset ve Sanatta Yeni Hareket Formları ve Sitüasyonistler/Guy Debord

Sitüasyonist hareket kendini, sanatsal bir avangard aynı zamanda gündelik hayatın özgür inşasının deneysel bir gözlemi ve son olarak yeni bir devrimsel karşı çıkışın kuramsal ve pratik mafsallaşmasına bir katkı olarak ortaya koyar. Bundan sonra, toplumun herhangi bir nitel dönüşümü olduğu kadar tüm önemli kültürel yaratım da, bu üniter yaklaşımın gelişimine katı bir şekilde bağlıdır.

İdeolojik ve tüzel görünüşlerindeki tesadüfi farklılıkların dışında, her yere hakim olan tek ve aynı olan, toplum tarafından etiketlenmiş yabancılaşma, totaliter kontrol ve pasif gösterişli tüketimdir. Karşıt bir serbest yaratıcılık projesinden –bu da, her insanın kendi hikayelerine her seviyede hakim olması projesidir- haberdar oluşla ortaya çıkan tamamıyla kuşatılmış bir eleştiri olmadan bu toplumun bütünlüğü anlaşılamaz.
Bu projenin ve eleştirinin –biri diğerini kapsadığından ayrılmazdırlar- hayata geçirilmesi; işçi hareketi ile, modern şiir ve sanatla ve Hegel’den Nietzsche’ye felsefenin baskın geldiği bir çağ düşüncesi ile desteklenen radikalizmin acil dirilişine ihtiyaç duymaktadır. Bu bir ilk tanımı gerektirir –hiçbir rahatlatıcı illüzyonu içermeden-, bu yüzyılın ilk otuz senesindeki bütün devrim projesinin başarısızlığının tüm kapsamı ve bunun dünyanın her yerindeki ve her etki alanındaki eski sosyal düzeni iyileştiren ve yeniden kuran ucuz ve uydurma taklitleri ile resmi ikamesidir.
Doğal olarak, radikalizmin bu tür bir dirilişi, önceki özgürleştirici çabaların sağlam ve mükemmel bir araştırmasını da içerir. Bu çabaların izolasyona bağlı olarak nasıl başarısız olduğunu veya küresel şaşırtmacaya nasıl katıldığını anlamak, kişinin değişecek olan dünyanın uyumunu daha iyi kavramasını sağlar. Bu uyumun tekrar keşfi ile kişi, yakın geçmişte üstlenilen, dolayısıyla her biri kendi gerçekliğine sahip olan, sayısız kısmi gözlemin sonuçlarına hakim olur. Dünyanın bu tersine çevrilebilir uyumunu –olduğu gibi ve olabileceği gibi- kavrayış, yarı yolda kalmış ölçülerin yanlışlığını ortaya çıkarır. Bu aynı zamanda bu tür yolda kalmış ölçülerin; baskın topluluğun –hiyerarşi kategorileri ve özelleşmeleri ve analog olarak alışkanlıkları veya zevkleri ile- işlevine dair bir modelin, karşı çıkışın güçleri içinde diriltilmesinin gerekliliğini de belirtir.
Üstelik, dünyanın materyal geliştirme hızı artmıştır. Toplumu yöneten uzmanlar, pasifliğin koruyucuları, rollerinin gereği olarak, bunların kullanımını yadsımak zorunda bırakılsalar da; dünya sabit bir şekilde daha fazla görsel güç biriktirmektedir. Bu gelişme eşzamanlı bir şekilde genellenmiş bir tatminsizlik ve objektif ölümcül tehlikeler doğurur, ki ikisi de uzman liderlerce uzun süreli bir biçimde kontrol edilemez.
Sitüasyonistlerin sanatın baskın olması çağrısını yaptıkları perspektifin bu olduğu bir kere kavrandığında, sanat ve politikanın bütünleşik görüntüsünden bahsettiğimizde, kesinlikle bunun sanatın politikanın ikincil aracı olması gerektiğini savunmadığımız net olacaktır. Bizim için ve bu çağı büyülenmemiş bir şekilde değerlendiren herkes için, 1930’ların sonundan beri hiçbir yerde artık modern sanat olmamıştı –aynı şekilde hiçbir yerde devrimci politikaların oluşumu olmadığı gibi-. Hem modern sanatın hem de devrimci politikaların dirilişi yalnızca üstünlükleri olabilir, daha net söylemek gerekirse esas taleplerinin gerçekleşmesi olabilir.
Sitüasyonistlerin bahsettiği yeni mücadele kendini her yerde ortaya koymaktadır. Mevcut güçlerce organize edilen geniş iletişimsizlik ve izolasyon alanlarında, bir ülkeden diğerine, bir kıtadan ötekine yeni skandal tipleriyle göstergeler ortaya çıkmaktadır: değiş tokuşlar başlamıştır.
Kendini bulduğu her yerde avangardın görevi, bu deneyimleri ve bu insanları bir araya getirmek, yani bu tür gruplar ve projeler ile ilgili oluşumları birleştirmektir. Sonraki devrim çağının bu öncül işaretlerinin bilinmesini sağlamalı, onları anlatmalı ve geliştirmeliyiz. Bunlar yeni mücadele biçimleri ve –manifesto ya da gizil olsun- yeni bir içerikle, yani varolan dünyanın eleştirisi ile karakterize edilirler. Bu yolla, kalıcı modernizasyonuyla gurur duyan baskın toplum, modernize edilmiş karşı çıkışı en sonunda ürettiği için, kendi eşini bulacaktır.
Sitüasyonist harekete katılımımızı anlamakta yetersiz hırslı entellektüelleri ve sanatçıları dışarıda bırakırken ihtimamlı olmuştuk. (En güncel örneği Nashist “sitüasyonizm” olarak adlandırılan) çeşitli yanlışlamaları redderken ve kınarken de aynı şekilde ihtimamlı olduk. Fakat, bu yeni radikal hareketlerin yazarlarını; her ne kadar bu yeni hareketler henüz tamamıyla bilinçli değil de günün devrimsel programıyla ilişkide olacak bir yolda olsalar da, sitüasyonistler olarak benimsemekte, desteklemekte, ve hiçbir zaman reddetmemekte; eşit derecede kararlı olduk.
Kendimizi bizim tam onayımızı almış birkaç hareket örneğiyle sınırlayacağız. 16 ocak’ta Caracas’ta bazı devrimci öğrenciler bir Fransız sanatı sergisine silahlı saldırıda bulundular ve siyasi tutukluların serbest bırakılması karşılığında geri verecekleri beş resmi götürdüler. Winston Bermudes, Luis Monselve ve Gladys Troconis ile yapılan bir silahlı çatışmadan sonra resimler geri alındı. Birkaç gün sonra, başka yoldaşlar resimleri taşıyan polis minibüsüne iki bomba attılar. Maalesef, onu yok etmede başarılı olamadılar. Bu, gerçekte hayatta neyin önemli olduğunu hatırlatmaya ve geçmişin sanatına karşı örnek bir davranıştır. Gauguin’in (“Her şeye cesaret etme hakkını ortaya koydum.”) ve Van Gogh’un ölümünden beri, düşmanları tarafından iyileştirilen işleri, kültür dünyasından hiçbir zaman bu Venezüellalıların hareketi kadar gerçek bir hürmet görmemiştir. 1849’daki Dresden isyanı sırasında, Bakunin başarısızca, birliklerin ateşi kesmelerini sağlayıp sağlayamayacağını görmek için, asilerin resimleri müzeden almasını ve şehrin girişinde bir barikata koymasını önerdi. Caracas’taki çatışmanın son yüzyılda ve daha da ileride devrimci yükselişinin doruk noktalarından biriyle nasıl bağlantılı olduğunu görüyoruz.
Danimarkalı yoldaşların son haftalardaki hareketi bizi aynı derecede motive edecek şekilde çarpar: birkaç durumda, İspanya’ya turlar organize eden turizm firmalarına karşı kundakçı bombası kullanmaya başvurdular ya da atom silahlarının kullanımına karşı toplumu uyaran gizli radyo yayınlarını kullandılar. İskandinav ülkelerinin rahat ve sıkıcı “toplumsallaştırılmış” kapitalizmi bağlamında, bu “insanlaştırılmış” düzenin temellerindeki diğer vahşetin belli öğelerine –örneğin, bilgi üzerindeki monopolisine, ya da turizmi veya boş zamanı organize bir şekilde yabancı kılışına- karşı çıkan şiddetlere sahip insanların birden ortaya çıkması oldukça cesaretlendiricidir. Bu rahat sıkıcılığın korkunç öteki yüzü, -ki kişi bunu pazarlığın bir parçası olarak kabul etmelidir- sadece hayat olmayan bir huzur değil, aynı zamanda atom silahlarıyla ölümler üzerine kurulu olan bir huzurdur; turizm sadece gezilen gerçek ülkeleri gizleyen berbat bir gösteri değil, bu tavırla doğal bir gösteriye dönüşen ülke gerçeğidir; bu Franco’nun polisleridir.
Son olarak, Nisan’da “6. Hükümetin Yerel Sığınağı”nın konumunu ve planlarını ifşaa eden İngiliz yoldaşların hareketi, güç erkinin çoktan arazi organizasyonunda geliştiği noktayı, totaliter bir otorite hareketini oldukça gelişmiş bir biçimde sergilediğini ortaya koyan engin bir erdeme sahiptir. Fakat bu otorite yalnızca bir askeri perspektife bağlı değildir. Daha çok, bugün, hem Doğu’da hem Batı’da, kitlelerin itaatini sağlayan, güç sığınakları organize eden ve yöneten sınıfın psikolojik ve maddi defanslarını güçlendiren termonükleer savaşın tehdididir.
Fakat burada, her gürültü patırtıda, koruma sadece bir bahanedir. Sığınakların gerçek amacı insanların yumuşak başlılığını ölçmek –ve dolayısıyla pekiştirmek- ve yöneten topluluğa avantaj sağlayacak biçimde bu yumuşak başlılığı manipüle etmektir. Bolluk toplumunda yeni bir tüketim malının yaratılması olarak ele alındığında sığınaklar, insanların “hiç arzulanmamış olmasına rağmen ihtiyaçları olarak kalan” (cf. Preliminaires du 20 juillet 1960) oldukça yapay ihtiyaçları karşılamak için çalışmaya zorlanabileceklerini başka bir üründen daha iyi kanıtlarlar. …. “büyük konut yerleşimleri” de şu an şekillenen yeni habitat sığınakların mimarisinden çok da farklı değildir; bu mimarinin sadece bir düşük seviyesini temsil ederler, ikisi birbiriyle yakından ilişkilidir. … Dünya yüzeyinin konsantrasyon kampı organizasyonu gelişme sürecindeki bir toplumun olağan durumudur, ki bunun yoğun yeraltı versiyonu sadece toplumun patalojik artıklarını temsil eder. Bu hastalık, yüzeyin “sağlığı” nın gerçek doğasını iyice ortaya çıkarır.
İngilizler bu hastalığın ve böylece “normal” toplumun incelenmesine kesin bir katkıda bulunmuşlardır. Bu inceleme; birçok şeyde “bilgi” fazlalığının kalın perdesi arkasında, modern toplumdaki gücün engelsiz eylemi için hayati olan gizliliği bozarak “vatan hainliği”nin eski ulusal tabularını çiğnemekten korkmayan bir çabadan ayrılamaz bir incelemedir. Sabotaj –polisin çabaları ve birçok tutuklamaya rağmen- kırsal alanda izole olmuş gizli askeri merkezlerin sürpriz istilaları (ki bazı resmi görevliler rızaları olmadan fotoğraflanmışlardı) veya İngiliz güvenlik merkezlerine ait kırk telefon hattının, bulunmuş aşırı gizli numaraların sürekli aranmasıyla sistematik bir biçimde sonradan genişledi.
Danimarka’da “RSG-6’nın Yok edilişi” gösterimini organize ederek genişletmek istediğimiz sosyal alana hükmeden kuruluşa karşı yapılan bu ilk saldırıdır. Bunu yaparak bu mücadelenin sadece uluslararası genişlemesini tasavvur etmedik, aynı şekilde aynı küresel mücadelenin başka bir cepheye yayılmasını da sağladık: sanatsal alana.
Sitüasyonist olarak adlandırılabilecek kültürel aktivite, birleştirici şehircilik veya durumların hayatta yapılanması projeleri ile başlar. Bu projelerin getirileri, hareketin mevcut toplumda varolan devrimci olanakların çokluğunun farkındalığına bağlı olan geçmişinden ayrılamaz. Fakat, kesin hareketlerin yok etmek istediklerimizin çerçevesinde oluşması gerektiği kabulü ile, eleştirel sanat şimdi kültürel ifadenin mevcut bileşenleriyle üretilebilir, bu da sinemadan resme her şeydir. Bu da Sitüasyonistlerin detournement kuramında özetledikleridir. Kendi bağlamında eleştirel olarak, bu tür bir sanat kendi formunda kendi eleştirisini yapabilmelidir. Bu tür bir iş bir tür iletişimdir; egemen iletişimin özelleşmiş dünyasındaki sınırlamaları farkına varır, “şimdi kendi eleştirisini içerecektir.” 2
“RSG-6” için, önce, kişinin düşünmesini provoke etmek için, bir nükleer serpinti sığınağı atmosferi yarattık. Sonuç olarak kişi, bu tür bir ihtiyaca karşı şiddetli bir karşı çıkışın sergilendiği bir alana girer. Burada eleştirel bir biçimde kullanılan malzeme resimdir.
Modern sanatın dadaizmde doruğa ulaşan devrimci rolü, sanatta, dilde veya eylemde her kuralın yok edilmesidir. Çünkü açıkça sanatta veya felsefede yok edilen, gazetelerden veya kiliselerden silinememektedir ve silahların eleştirilmesi zamanında eleştirinin silahlarını izlemediği için, dadaizmin kendisi onaylanan bir kültürel üslup olmuştur. Oysa, dada formu neodadaistler tarafından; 1920’den önce ortaya çıkmış bir stili sahiplenerek kariyer yaparak ve her detayı inanılmaz bir biçimde abartarak kullanıp atarak; yakın bir zamanda tepkisel bir reklama dönüştürülmüştü, böylece bu üslubun mevcut dünyanın kabulüne ve süslenmesine hizmet etmesini sağladılar.
Yine de, modern sanatın olumsuz gerçekliği her zaman, onu çevreleyen topluluğun kanıtlanmış bir karşı çıkışı oldu. 1937’de Paris’te, Nazi elçisi Otto Abetz, Guernica tablosunun önünde Picasso’ya “Bunu sen mi yaptın?” diye sorduğunda Picasso haklı olarak “Hayır. Siz yaptınız.” cevabını vermiştir.
I.Dünya Savaşı’nın deneyiminin ardından şiirde ve modern sanatta yaygın olan karşı çıkış ve kara mizah, bizim içinde yaşadığımız üçüncü dünya savaşı gösterisinin ışığında tekrar ortaya çıkmayı hakketmektedir. Neodadaistler Marcel Duchamp’ın önceki plastik reddini (estetik) olumlulukla doldurmaya çalışsalar da bugün dünyanın bize olumlu olarak sunduğu her şeyin, ifadenin henüz onaylanmış formlarının olumsuzluğunu sınırsızca doldurmaya ve bu yolla zamanın tek temsili sanatını yaratmaya hizmet ettiğinden eminiz. Sitüasyonistler gerçek olumluluğun başka bir yerden geleceğini ve şu an bu karşı çıkışın onun gelişine yardım edeceğini biliyorlar.
Her türlü resimsel tehdidin üzerinde ve ardında –ve umarız ki bir plastik güzellik biçemine (ki bir süre için modası geçmiştir) itaati çağrıştıracak her şeyin ardında- burada oldukça net işaretler izlemişizdir.
Boş tuvaller üzerinde veya saptırılmış (detourned) soyut resimlerde sergilenmiş “yönergeler” duvarlarda görülebilecek sloganlar olarak anlaşılmalıdır. Bazı resimlerin siyasi beyannameler biçimindeki adları açıkça aynı alay hissiyatını taşır ve bugün moda olan ve iletişim kuramayan “saf işaretler”in resminin yapılmasını temel alan akademisizmi sürdürür.
“Termonükleer haritalar”, resimde “yeni figürasyon”a yönelik zahmetli bir araştırmanın tamamıyla gerisindedir, çünkü aksiyon resminin en özgürleştirilmiş süreçlerini, bir sonraki dünya savaşında farklı saatlerde dünyanın farklı bölgelerinin tam bir realizmini talep edecek bir temsille birleştirirler.
“Zafer serileri” –ki burada yeniden en büyük, ultramodern fark yoksunluğunu Horace Vernet’in önemsiz realizmiyle kaynaştırıyor- savaş resminin yeniden doğuşuna katkıda bulunur, fakat bu Georges Mathieu’nunkine ve küçük reklam amaçlı skandallarını temellendirdiği gerileyen ideolojik dönüşe tamamıyla ters bir tavırladır. Bizim hedeflediğimiz dönüş, geçmişin hikayesini düzeltir, daha devrimci ve olduğundan daha başarılı olarak daha iyi sunar.
“Zaferler” iyimser ve kesin geri dönüşleri devam ettirir; bunu Lautreamont’un, oldukça cesur tavrıyla, önceden geçerliliğini tartıştığı bütün talihsizlik manifestoları ile şu mantıkla yapar: “Kötüyü kabul etmiyorum. İnsan mükemmeldir. Ruh düşmez. İlerleme vardır. … Şimdiye kadar, talihsizlik dehşet ve acımayı ortaya çıkarmak için tanımlanmıştı. Tam tersini yaratmak için mutluluğu tarif edeceğim. … Arkadaşlarım ölmediği sürece ölümden bahsetmeyeceğim.”
Haziran 1963

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Henri Michaux

KARŞI


Bir kent kuracağım size paçavralarla!
Kuracağım size harç koymadan, ölçüp biçmeden
Yok edemeyeceğiniz bir yapı,
Bir köpüren belirginlikle
Dayanacak ve şişecek, burnunuza anıracak bir yapı,
Hem de donmuş burnuna Partenonlarınızın, Arap
ve Ming sanatlarınızın.


Dumanla, sıvıya dönüşmüş sisle
Ve davul derisinin sesiyle
Kaleler kuracağım size göz kamaştıran,yamyassı eden,
Karşılarında sizin kaç bin yıllık düzeniniz ve
hendeseniz
Bir saçmalık, bir zırva, bir nedensiz toz kesilecek.


Ölüm, ölüm! Ölüm hepinize, yaşayanlara hiçlik!
Evet! İnanırım Tanrı'ya! O bilmiyor bunu elbette!
İnanç, ilerlemeyen için aşınmaz pençe,
Dünya! Ah o boğulmuş dünya, soğuk karın!
Bir simge bile değil, hiçlik hep! Karşıyım, karşıyım
Karşıyım ve gebermiş köpeklerle besliyorum seni.
Tonlarla, anlıyor musunuz, tonlarla koparacağım
Sizin dirhem dirhem esirgediğinizi benden.
Yılanın zehiri can yoldaşıdır onun,
Can yoldaşıdır ve bilir gerçek değerini.
Kardeşler, cehennemlik kardeşlerim benim,
güvenle gelin ardımdan.
Kurt dişleri kurda saldırmaz,
Saldırdığı koyun etidir.


Karanlıkta daha açık göreceğiz, kardeşlerim.
Labirentte bulacağız doğru yolu.
Burda sana yer var mı, iskelet, bıktırıcı, sidikli, çatlak çömlek?
Gıcırdayan makara, nasıl da duyacaksın dört dünyanın gergin halatlarını
Onlarla bağlayarak parçalatırken seni!


(La Nuit Remue'den)

Çeviren: Sait Maden



VE BÖYLE HEP


Ve böyle hep kargıyla delinmedir bu
üşüşen arılar gözün üstüne
üşengenlik
ve böyle hep çıplak böğürdür


ve böyle hep diri diri gömülendir bu
ve böyle hep yıkılmış tapınak
ırmağa karşı savaşan kirpik gibi güçsüz kol
ve böyle hep geri dönen gece


boş ve gözetleyen uzay


ve böyle hep eskimiş kolan
ve böyle hep diri diri gömülmüş kişi

ve böyle hep çöken balkon
anımsayan yüreğin dibindeki çimdiklenmiş sinir
beyni kırbaçlayan baobab-kuş
varlığın ortasına atıldığı sel
ve böyle hep fırtınada karşılaşma bu
ve böyle hep kıyısıdır ay tutulmasının
ve böyle hep gözenekler korkuluğunun gerisi
ve çekilen, geri çekilen ufuk...


(Apparitions'dan)

Çeviren: Sait Maden


Anılar


Doğaya benzer, doğaya benzer, doğaya benzer,
Doğaya, doğaya, doğaya,
Tüye benzer,
Düşünceye benzer,
Ve bir bakıma yer yuvarlağına benzer,
Durmayan, gerçekçiliği olmayan şeye, gömülmüş
başına bir çivinin,
kendinizi bir başka yere vermişken sizi yakalayan
uykuya,
Yabancı bir dildeki türküye,
Ağrıyan ve sızılı kalan bir dişe,
Dallarını bir taşlığa yayan,
Hesaplarını göstermeden güzelliğini biçimlendiren ve sanat eleştirmesi yapmayan bir arokaryaya,
Yazları çıkan toza, titreyen bir hastaya,
Bir damla yaş akıtan ve böylece kendini yıkayan
göze,
Üst üste biriken, ufku daraltan, gene de gökyüzünü düşündüren bulutlara,
Geceleyin bir garın ışıklarına, varılan ve tren olup olmadığı bilinmeyen bir garın,
Hindu sözcüğüne, hiç gitmediğiniz bir kentin bütün sokaklarını dolduran,
Ölüm üstüne anlatılan şeye,
Bir yelkenliye okyanusta,
Altındaki tavuğa saz yaprağının, yağmurlu bir
öğle sonu,
Büyük bir yorgunluğun okşanmasına, çok sonra yerine getirilecek bir söze,
Kaynaşmaya bir karınca yuvasındaki,
Bir akbaba kanadına, öbür kanat dağın karşı
yamacındayken daha,
Alaşımlara,
İliğe, yalanla birlikte,
Körpe bir bambuya, o körpe bambuyu kıran
kaplanla birlikte,
En sonra bana benzer,
Daha sonra da ben olmayana,
Bu yol'la, ey sen ki yol'umdun benim.


(Ecuador'dan)

Çeviren: Sait Maden


MUAMMALAR

I
Yürümüştü o, , dediler bana, yıllar ve yüzyıllarca, elindeki takvime bakarak.
Ve şimdi, gözden geçiriyor, herkes orda mı değil mi.
25 Aralık'ta, o zamanlar, altı yüz yıl evvel, henüz ebeveynleri doğmamış askerler ,icat edilmemiş silahlar ve keşfedilmemiş bir yerdeki büyük katliamla buluşacaktı.
Herkes buluşma yerine geldiğinde o ölü bulundu, ama hâlâ ılıktı vücudu.

II
Bir cenindim ben.
Annem, Monsieur de Riez'i düşünmeyi becerebildiği zamanlar beni uykudan uyandırırdı.
Aynı anda, kimi zaman uyanmış olurdu, dayak yiyen, içki içen ya da günah çıkaran analardan olma
başka ceninler.
Bir akşam, unutmuyorum, tam yetmiş cenin , hangi dilde bilmiyorum,göbekten göbeğe ve uzaktan uzağa sohbet ediyorduk.
Daha sonra, birbirimizi asla bulamadık.

III
Düşünce hızında ilerlemeyi deneyen bir sözdüm ben.
Düşüncenin arkadaşları yanımda yürüyordu.
Biri bile üzerime bahis açmayı istemedi,altı yüz bin kadardılar ve bana bakarken gülüyorlardı

Qui Je Fus




HAYATIM

Bensiz alıp başını gidiyorsun hayatım
Yuvarlanıyorsun,
Ve ben, bekliyorum hâlâ bir adım daha atmayı.
Kavgayı başka yere götürüyorsun.
Boşaltıyorsun böylece beni.
Asla izlemedim seni.

Tekliflerinin iç yüzünü anlamıyorum.
İstediğim her neyse, asla vermedin.
İşte bu eksiklik yüzünden, can atıyorum her şeye.
Her şeye, neredeyse sonsuzluğa
Bana hiçbir zaman vermediğin şu eksik olan az şey yüzünden.

La Nuit Remue





BULANTI MI ÖLÜM MÜ GELEN?

Boyun eğ, kalbim.
Yeterince kavga etmedik mi
İşte sone eriyor hayatım
Hiç alçaklık etmedik ki
Yaptık, elimizden geleni.

Ah, ah, ruhum!
Gidiyor musun kalıyor musun
Karar vermen gerekli
Uzuvlarımı böylesi yoklama,
Hem dikkat, hem yanılma içinde,
Gidiyor musun kalıyor musun
Karar vermen gerekli.

Yok, artık dayanamıyorum.
Ölüm'ün Tanrıları
Ne alkışladım ne küfür ettim size
Acıyın bana, çoktandır valizsiz yolculukların yolcusuyum
Ustam da yoktu üstelik, param pulum da ve ihtişam kaldı başka yollarda
Siz güçlüsünüz mutlaka ve tuhaf, herkesin üzerinde
Acıyın bu çıldırmış adama, o ki duvarı aşmadan önce adını
haykırırdı size
Uçarken yakalayın onu,
Alışabilir ve dayanabilir huylarınıza, hal ve tavırlarınıza
Lütfen el uzatın, yardım edin ona, sizden rica ederim.

Ecuador

kollektif aktiff


wide, cins, edok...

10 Temmuz 2009 Cuma

1 zaman 1 şehir


zamanın ve şehrin birinde, dört günlük sakal, bi ömürlük ucuz votka ve ardıl bi mutlulukla..
çokça ahmet kaya ve boran fikrini takiben..
ve bir meyhanenin kallavi sofrasının ardından..
göz altlarına ve gözaltılara selam olsun!
bir pansiyonun, iki pansiyonun, üç pansiyonun ivmeli kötü odalarına lanet olsun..
'saçısakalakatıkbirsarhoşun' terörist olma zorunluğuna kafam girsin!

gel gelelim 2 şehrin ardından; gururla bakıyorum dünyaya!

foto/metin: rakı balık(alsancak adası)

9 Temmuz 2009 Perşembe

AA+A


http://project-aa-a.blogspot.com/

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Werner Branz'ın siyah-beyaz Arzu Halleri





Aşktan Tasarruf Etmeye Son

“Mutlak sevgi kusursuz bir güzelliktir; içerisinde nefret ya da sahip olma yoktur…. Bu yüzden sevgiyi bulabileceğiniz her yerde kabul edin: Sevgiyi fark etmek zordur çünkü asla soru sormaz.” - Austin Osman Spare

Cinsel sevgi, erotik zevk, tükenmeyen coşkunluğun kaynağı bedenlerimizin mutlak tanrısallığının ifadesidir. Kozmosun yaratıcı enerjisinin ta kendisidir. Bu enerji serbest bir şekilde içimizde aktığı zaman, aşka, tüm kozmos ile erotik zevki paylaşmayı arzulamaya ulaşırız. Fakat yalnızca çok nadir olarak bu sınırsız enerjiyi deneyimleyebiliriz. Meta kültürünün sınırları içerisinde, aşk da bir metadır. Aşktan tasarruf geliştirilmiştir, ve bu tasarruf, hazzın özgürce akışını yok eder.

Aşktan tasarruf yalnızca aşk kıtlığı yaratıldığı için var olabilir. Küçük çocuklar olarak, bizler, kendimize ve tüm diğer varlıklara sevgi besleyen vahşi, tanrısal aşıklarız. Fakat ebeveynlerimiz bunu bizden çaldılar. Yetişkinler çocuk sevgilerinin cinsel doğasını inkâr ederler ve sevgi ifadelerini kabul edilebilir davranışlarla değiştirirler. Kötü olarak tabir ettikleri kaba cinsel davranışlarımız için bizleri cezalandırır veya azarlarlar. Bizi yargılarlar ve böylece kendimizi yargılamayı öğretirler. Kendimizi sevmek yerine, kendimizi kanıtlamaya mecbur bırakılmış hissederiz – asla kendimizden emin hissedemeyiz. Aşk kozmosun bir hediyesi olmaktan çıkar ve uğruna rekabet etmek zorunda olduğumuz oldukça nadir, yüksek fiyatlı bir meta haline gelir.

Tasarruf edilen aşk için rekabet bizi değiştirir. Kendiliğindenliğimizi, özgür ve şen kişisel ifademizi kaybediyoruz. Gerçekten hissettiğimiz gibi hareket etmek fark etmiyor. Kendimizi arzu edilebilir kılmalıyız. Eğer kültürel standartlara göre iyi görünüyorsak büyük bir avantaja sahibizdir, çünkü görünüş bizi arzu edilebilir cinsel bir meta yapan şeylerin ana parçasıdır. Fakat diğer işe yarar özellikler de vardır – kuvvet, üstün cinsel yetenek, “güzel tat”, zekâ, parlak anlayış. Ve elbette, sosyal-cinsel oyunları nasıl oynayacağını bilmek. En iyi aktör bu oyunlarda kazanır. Doğru imajı nasıl takınacağını bilmek, hangi durumda hangi rolü oynayacağını bilmek – bu size tasarruf edilen aşkı satın alacaktır. Fakat kendinizi kaybetme pahasına.

Çok az insan hem fiziksel çekiciliğe hem de sosyal-cinsel oyunları oynamada ustalığa sahiptir. Bu yüzden çok ender fırsatlar dışında sevgisiz bırakıldık. Bu fırsatlar ortaya çıktığı zaman, onların doğal olarak akmasına izin vermememiz, aksine onlara tutunmaya, onlara erişmeye çabalamamız sürpriz değildir. Aşktan tasarruf edildiğinde, özgür ilişki kurmaya yardımcı olmaz. Çünkü belirli bir sevgiliden uzaklaşmak aşkın kendisinin sonu anlamına gelir. Özgürce ilişki kurmak yerine, ilişki inşa etmeye – ilişkiyi kalıcı kılarak, sevgililerden birinin kandırıldığını hissettiği ya da aşkı kaybetme korkusu yüzünden ekonomik bir ilişki bulduğu bir noktaya kadar birbirlerine aşk sattıkları bir alıp verme sistemi içerisine pekiştirerek – ve bütün tekrardan aşkı kazanma sürecini gözden geçirmeye çalışırız.

Ve ilişkilerin – tasarruf edilen aşkın bir ifadesi olarak – genellikle tek eşli olduğu düşünülür. Sevgilimizi bir başkası için kaybetmek istemeyiz. Eğer aşkımızı birbirimize sadece satmakta anlaşamazsak, sevgilimiz daha iyi bir ürün, bize tercih edebileceği bir sevgili bulamaz mı, ve de bizi terk edemez mi? Ve böylece sevgi azlığının sebep olduğu korkular, kendisini pekiştiren kurumlar yaratmaya yardımcı olur.Bazı insanlar ilişki tarzını seçmezler. Kendilerini gerçekten arzu edilir metalar olarak kanıtlamak isterler. Böylece cinsel fatihler olurlar. Cinsel fetih arenasında yüksek bir skor yapmak isterler. Zevki paylaşmak umurlarında değildir. Yalnızca bir imaj yaratmak isterler. Ve bu kişiler statü için de aynısını yaparlar. Bu insanlar için tam paylaşımın coşkunluğu aşkın tasarrufuna mağlup olmuştur. Tam paylaşımın coşkunluğu artık bir skordur ve önemsenen yalnızca skordur. Metaları daha değerli yapmak için, aşkın tasarrufu cinsel uzmanlaşma yaratmıştır. Elbette, doğal çift cinsiyetliliğimizdeki erkeksilik ve kadınsılığa olan kültürel vurgu bunun önde gelen bir şeklidir. Fakat cinsel tercih etiketleri, kişisel kalıcı tanımlamalar oldukları zaman da bunun bir parçasıdırlar. Arzularımızın serbestçe akmasına izin vermekten ziyade, kendimizi gay veya heteroseksüel ya da biseksüel ya da fetişist olarak tanımlayarak, kendimizin uzmanlaşmış bir ürününü yaratıyoruz ve böylece de aşkın kıtlığını pekiştiriyoruz.

Aşk metalaştığında gerçek aşk olmaktan uzaklaşır; çünkü Eros zincirlenemez. Aşk özgürce akmalıdır, fiyatı olmadan ve beklentisi olmadan kolayca akmalıdır. Aşktan tasarruf edildiğinde var oluşu sona erer, çünkü sevgililerin varlığı son bulur. Arzu edilir ürünler olmak zorunda olduğumuzdan, kültürümüzün bize öğrettiği rolleri edinmek için gerçek özlerimizi bastırmamız bizleri arzu edilir kılacaktır. Maskeyi öpen maske, sureti öpen suret olacak – gerçek sevgililer hiçbir yerde bulunamazlar.

Eğer cinsel sevginin sonsuz enerjisini, coşkunluk içerisindeki bedenlerimizin vahşi tanrısallığını deneyimleyeceksek, kendimizi aşk tasarrufundan kurtarmalıyız. Kültürümüzün aşk olarak kabul ettiği bu cansız kabuğun tüm görünüşlerini üzerimizden atmak zorundayız. Çünkü sınırsız zevkin vahşi neşesi bu görünüşlerin bulunduğu hiçbir yerde deneyimlenemez.

Aşk tasarrufundan kurtulmak için, aşk bizim için bir kıtlık olmayı bırakmalıdır. Vahşi kozmos aşıklarla doluyken, meta kültürü bunu bizden çalmıştı. Aşkın kıtlığından kendimizi özgürleştirmenin tek bir yoluyla başbaşa kaldık. Kendimizi sevmeyi öğrenmemiz gerekiyor, kendimizi seveceğimiz böyle bir zevkin kaynağını bulmamız gerekiyor. Hepsinden öte, aşık olacağım zevkin kaynağı benim bedenim değil mi? Etim, sinirlerim, karıncalanan tenim bu sınırsız enerjinin aktığı uçsuz bucaksız galaksiler değil midir? Kendimizi sevmeyi öğrendiğimiz zaman, kendimizi sonu olmayan erotik zevkin bir kaynağı olarak bulduğumuz zaman, aşk bizim için asla kıt olmayacaktır. Çünkü sevgili olarak her zaman kendimize sahip olacağız.

Ve kendimizi sevdiğimiz zaman, Eros’un sınırsız neşesi özgürce dışarıya doğru dökülerek bedenimizden akacaktır. Aşkı ihtiyaçtan dolayı kavramayacağız, ona açık olan her canlıyla engin erotik enerjimizi özgürce paylaşacağız. Aşıklarımız erkekler ve kadınlar, ağaçlar ve çiçekler, hayvanlar, dağlar, nehirler, okyanuslar, yıldızlar ve galaksiler olacak. Aşıklarımız her yerde olacaklar, çünkü kendimiz de aşkız.

Kudretli aşk tanrıları olarak, o halde kanuna karşı gelen kahramanlar olarak dünyayı dolaşabiliriz, çünkü aşk tasarrufundan kurtularak, tüm tasarrufa karşı gelme gücüne sahibiz. Ve aşıklarımızın suistimal edildiği, köleleştirildiği ve tehdit edildiği bu kültüre müsamaha etmeyeceğiz. Aşkın tüm kudretli enerjisiyle, sevdiğimiz her şey özgür olana dek her zinciri kıracak ve her duvarı yerle bir edeceğiz. Ve böylece ekonominin uzun, kabuslu hükmü, uygarlığın ölüm dansı sona erecektir.

FERAL FAUN
Çeviri : Elfun K.

7 Temmuz 2009 Salı

Maldoror Şarkılarından 3

ece yarısı; bir tek omnibüs bile yok Bastille'den Madeleine yönüne giden. Yanılmışım; işte bir tane, birden çıkıyor, yerden çıkar gibi. Gecikmiş birkaç kişi dikkatle bakıyorlar ona; çünkü ötekilere benzemiyor bu. Ölü balık gözlü, ölü bakışlı insanlar oturmuşlar arkasına. Tıkış tıkış, sanki ölmüş hepsi; aslında yolcu sayısı yönetmeliklere uygun, fazla değil. Arabacı atları kırbaçlıyor, ama sanki kolu kırbacı değil de, kırbaç kolunu kaldırıyor. Bu garip, bu dizsiz yaratıklar topluluğu da neyin nesi? Ay sakinleri mi yoksa? Bazen buna inanası geliyor insanın; ama daha çok cesede benziyorlar. Son durağa varmak için acele eden omnibüs, hızla yol alıyor, yoldan kıvılcımlar çıkıyor... Uzaklaşıyor!.. Ama biçimsiz bir kitle, izliyor onu, tozların arasında. "Durun yalvarırım, durun... Bütün gün yürümekten ayaklarım şişti... dünden bu yana bir şey yemedim... annembabam sokağa attılar beni... çaresizim... evee dönmeye karar verdim... bana bir yer verirseniz çabucak vararırım... sekiz yaşında küçücük bir çocuğum, bütün güvencim sizsiniz..." Uzaklaşıyor!.. Uzaklaşıyor!..Ama biçimsiz bir kitle, inatla izliyor onu, tozların arasında. Bu soğuk bakışlı adamlardan biri yanında oturanı dirseğiyle dürtüyor; kulağına gelen bu berrak tınılı haykırışlardan duyduğu hoşnutsuzluğu anlatmak istiyor sanki ona. Öteki onaylama anlamında belli belirsiz eğiyor başını, ve tıpkı yer kabuğunun içine çekilen kaplumbağa gibi bencilliğinin içine gömülüyor sonra. Öteki yolcuların da bu iki yolcu gibi düşündükleri yüzlerinden okunuyor. Çığlıklar iki üç dakika daha duyuldu, gittikçe tizleşerek. Bulvara bakan pencereler açıldı ve, elinde ışık tutan şaşkın bir surat yola göz attıktan sonra panjuru hızla kapatıp gözden kayboldu... Uzaklaşıyor!.. Uzaklaşıyor!.. Ama biçimsiz bir kitle, izliyor onu, tozların arasında. Yalnızca biri, bu taştan insanların arasında kendini düşlere kaptırmış bir genç, acı karşısında merhamet duymuşa benziyor. Acıyan küçük bacaklarıyla omnibüse yetişeceğini sanan küçük çocuğu korumak için sesini yükseltmeye cesaret edemiyor; çünkü öteki adamlar küçümseyerek tepeden bakıyorlar ona, ve o da onlara karşı ne yapacağını bilemiyor. Dirseklerini dizlerine dayamış, başı ellerinin arasında, şaşkın şaşkın düşünüyor, insanlık erdemi dedikleri şey bu mudur? diye. O zaman bunun boş laftan başka bir şey olmadığını, şiir sözcükleri arasında bile bulunamadığını anlıyor ve kabul ediyor yanılışını. "Gerçekten de neden ilgilenmeli bu çocukla? Boşver şimdi onu!" diyor, kendi kendine. Bununla birlikte az önce küfür işleyen delikanlının yanağına yakıcı bir göz yaşı indi. Güclükle alnına götürdü elini, donuk karanlığı ruhunu karartan bir bulutu kovalamak istercesine. İçine fırlatılmış olduğu bu çağda çırpınıp duruyordu, ama boşuna; bu çağda yeri olmadığını biliyordu, ama kurtulmasının da olanağı yoktu. Korkunç bir zindan! İğrenç bir yazgı! Lombano, o günden bu yana hoşnutum senden! Öteki yolculara karşı aynı kayıtsızlığı duyarken hep seni izledim. Öfkeyle ayağa kalkıyor delikanlı, istemeyerek de olsa, kötü bir eyleme katılmamak için uzaklaşmak istiyor. Bir işaret çakıyorum ona, yanıma oturuyor... Uzaklaşıyor!.. Uzaklaşıyor!.. Ama biçimsiz bir kitle inatla izliyor onu, tozların arasında. Haykırışlar birden duruyor, çünkü ayağı bir kaldırım taşına takıldı çocuğun ve düşüp başını yardı. Omnibüs uzaklarda kayboldu ve sessiz sokak bomboş... Uzaklaşıyor!.. Uzaklaşıyor ama, biçimsiz bir kitle inatla izlemiyor artık onu, tozların arasında. Elinde solgun bir fenerle geçen şu paçavracıya bakın; Omnibüste bulunanların hepsinden daha büyük bir yürek var onda. Çocuğu yerden kaldırıyor; emin olun iyileştirecek onu, anababası gibi sokağa atmayacak. Uzaklaşıyor!.. Uzaklaşıyor!.. Ama, bulunduğu yerden, paçavracının delici bakışları inatla izliyor onu, tozlar arasında! Ahmaklar, budalalar soyu! Pişman olacaksın, böyle davrandığın için. Görürsün sen! pişman olacaksın, görürsün, pişman! Şiirimle bütün olanakları kullanarak, insan denen bu yırtıcı hayvanın, ve ciğeri beş para etmez birini yaratmaması gereken Tanrı'nın canına okuyacağım. Kitap üstüne kitap yığılacak, taa yaşamımın sonuna kadar, ama yalnızca şu anda bilincimde olan bir tek düşünce yer alacak şiirlerimde.

Orhan Veli/Ece Ayhan

Week-end/Lautreamont

http://thelepermessiah.blogspot.com/2009/06/jean-luc-godard-week-end-lautreamont.html

6 Temmuz 2009 Pazartesi

bu kentte grev var!


BU KENTTE GREV VAR!

Bir türlü artmayan işçi ücretleriyle sadece maddi olarak değil ruhsal, düşsel ve düşünsel olarak da köşeye sıkıştırılan, özel iş bulma kurumları ve kiralık işçilik yasa tasarıları ile sadece kazanılmış ve yasal haklarına değil hayatı hakkında söz sahibi olmasını sağlayan tüm haklarına göz dikilen, kıdem tazminatına el koyma girişimleriyle sadece emeğinin karşılığını kaybetmek ve sermayeye yatırım unsuru olmaktan öteye gidemeyen, hayatının her noktası işgal altına alınmak istenen, bir üretim elemanı gibi tanımlanan ve kendi hayatına yabancılaştırılan sadece işçiler değil aynı dayatmalarla, tahakkümlerle hayatsal alanları makro ya da mikro boyutta sürekli ve tekar tekrar işgal edilen hepimiziz.

İşçilerin, yani hepimizin isyanının; devlet ile yapılan kağıtlardaki peşkeş çekme antlaşmalarındaki sözde zaferlerle, kurum, dernek ya da sendika üyelikleriyle, iki gün sonra vazgeçilecek grevlerle, sistemin politikalarına alet edilmeye çalışılarak kısıtlanan, kısırlaştırılan, yalnızlaştırılan, gözleri ve gönlü bağlanan bir algılama ile savunulması mümkün değildir.

Hayatımızı bombalayan, zihinlerimizi kanatan sistemin tüm saldırılarına karşı,
sokak sokak, düş düş, ruhlarımızı titrete titrete, sürekli ve büyüyen,
kenti saran bizim, hepimizin grevi için yürekten haykıralım;

BU KENTTE GREV VAR!

ŞEBEKE

5 Temmuz 2009 Pazar

Maldoror Şarkıların'dan 2...

Sizin az sonra dinleyeceğiniz soğuk ve ağırbaşlı şiiri, hiç heyecana kapılmadan, haykırarak okumayı düşünüyorum. Size gelince, içeriğine dikkat edin, ve karışık imgeleminizde, bir yüzkarası gibi, dayanılmaz bir izlenim bırakmasına karşı sakının kendinizi. Ölmek üzere olduğumu sanmayın sakın, çünkü iskeletleşmedim henüz, ve yaşlılık sıvanmadı alnıma.

Can vermekte olan kuğu ile beni karşılaştırma düşüncesini bir yana bırakalım, ve karşınızda, yüzünü görmediğiniz için mutlu olduğum bir canavar bulunduğunu bilin; ama, bu yüzün ürkünçlüğü ruhunun yanında hiç kalır. Bir cani değilim bununla birlikte... Üzerinde fazla durmayalım bu konunun.



Çok olmadı, tekrar gördüm denizi ve gemilerin güvertesini çiğnedim, ve anılarım bunlar, daha dün yaşanmış gibi diri ve sıcak. Bununla birlikte, size sunduğum için daha şimdiden pişmanlık duyduğum bu şiir karşısında, başarabilirseniz eğer, benim gibi sakin kalın, ve insan yüreğinin ne olduğunu düşünerek yüzünüz kızarmasın. Ey ahtapot, ipek bakışlı! sen, ruhu benim ruhumdan ayrılmaz olan; sen yeryüzü küresinin en güzel yaratığı; sen, dört yüz vantuzlu bir sarayın padişahı; sen, açık yürekli, uysal erdemin ve tanrısal iyiliklerin oybirliğiyle ve dile sığmaz bir bağla, kendi doğal yurtlarındaymışçasına, soylu bir şekilde yurtlandıkları sen, neden benimle birlikte değilsin, senin civa karnın benim alüminyum bağrıma dayanmış, ikimiz kıyının kayalıkları üzerinde, seyretmek için taptığım bu manzarayı!

Billur dalgalı yaşlı okyanus, muçoların yaralı sırtında görülen mor izlere benziyorsun biraz; yeryüzünün vücuduna dövülmüş uçsuz bucaksız bir mavisin sen; seviyorum bu karşılaştırmayı. Senin, ilk görüşte, tatlı melteminin mırıltısıymış gibi gelen uzun bir keder esintisi, silinmez izler bırakarak geçer derinlerinden sarsılmış ruhunun üzerinden, ve farkına varmadan sana vurulanların anısını hatırlarsın, ve insanın, yakasını bir daha bırakmayan acıyla tanıştığı o ilk zor yılları. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus!

Yaşlı okyanus, geometrinin katı yüzünü şenlendiren uyumlu küresel biçimin, nasıl da insanın, küçüklükleriyle yabandomuzunun, kusursuz yuvarlaklıklarıyla da gece kuşlarının gözlerine benzeyen küçük gözlerini anımsatır bana. Bununla birlikte, çağlar boyu hep kendi güzelliğine inandı insan. Ben, özsaygı yüzünden kendi güzelliğine inandığını sanıyordum biraz; ama gerçekten güzel değildir insan ve kuşku duyar bundan; çünkü neden benzeşinin yüzüne bunca tiksinmeyle baksın? Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus!

Yaşlı okyanus, özdeşliğin simgesisin sen: Hep kendine eşit. Özde hiç değişmezsin, ve, dalgaların bir yerde kudurmuşsa, daha uzakta, bir başka yerde, tam bir dinginlik içindedir. Sokakta birbirinin boğazını parçalayan iki buldog köpeğini seyretmek için duran, ama bir cenaze geçerken durmayan; sabahları cana yakın, akşamları mendeburun teki olan; bugün gülüp yarın ağlayan insan gibi değilsin sen. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus!

Yaşlı okyanus, beslediğin türlü soydan balıklar arasında kardeşlik bağı yok. Hepsinin ayrı ayrı olan huyu ve yapısı, başlangıçta bir düzgüsüzlük gibi gelen durumu yeterince açıklıyor. Mazereti aynı olmayan insanın da durumu böyle. Bir toprak parçasını ele geçirmiş olan otuz milyon insan, sınırdaş bir toprak parçasına kök salarak yerleşmiş komşularının yaşamına karışmamak zorunda olduğuna inanır. Büyükten küçüğe, her insan kendi ininde bir yabanıl gibi yaşar, ve kendisi gibi kendi inine çökmüş olan türdeşini ziyaret etmek için pek ender çıkar buradan. Evrensel büyük insan ailesi, beş paralık bir mantığa yaraşan düşten başka birşey değildir.

Ayrıca, senin verimli memelerinin görünümünden nankörlük kavramı yayılır; çünkü, iğrenç birleşmelerinin ürününü ortalığa bırakarak Yaratıcı’ya karşı oldukça nankör davranan sayısız ana babaları düşündürürler. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus!

...

Yaşlı okyanus, ey büyük bekar, soğuk krallıklarının görkemli yalnızlığını bir baştan bir başa dolaşırken, doğuştan gelen görkeminle haklı olarak gururlanırsın, ve ben de sana gerçek övgüler sunmak için can atarım. Yüce gücün sana bağışladığı özelliklerden en büyüğü olan görkemli yavaşlığının nemli kokusuyla keyifle salınarak, kara bir gizemin ortasında, benzersiz dalgalarını baştanbaşa o yüce yüzeyine yayarsın, sonsuz gücünün verdiği o dinginlik duygusuyla. Küçük küçük aralarla, birbirlerini izlerler.

Biri biraz alçalacak olsa, bizde her şeyin köpükten yaratıldığı izlenımını uyandırmak için dağılan köpüğün üzünçlü sesinin eşliğinde, bir başkası hemen onun yerini alır (İnsanoğulları da böyle, bu canlı dalgalar da birbirleri ardınca, tekdüze, ölürler; ama köpüğün ezgili sesini bırakmadan).

Göçebe kuş güven içinde dinlenir üzerlerinde, ve onların mağrur bir incelikle dolu devinimlerine bırakır kendini, kanatlarının kemikleri gökyüzü hac yolculuğunu sürdürebilmek için gerekli olan o her zamanki gücüne tekrar kavuşuncaya kadar. Yalnızca senin somut yansıman olmasını isterdim yüce insanın. Çok şey istiyorum, ve bu içten dilek bir övgü senin için. Sonsuzun simgesi olan tinsel büyüklüğün, uçsuz bucaksızdır filozofun düşüncesi gibi, kadının sevgisi gibi, kuşun kutsal güzelliği gibi, şairin içe dönüşü gibi. Geceden de güzelsin sen. Kardeşim olmak ister misin, söyle bana, okyanus? Coşkuyla kımılda... biraz... biraz daha, seni Tanrı’nın öcüyle karşılaştırmamı istiyorsan eğer; uzat kurşuni mor tırnaklarını, kendi bağrında bir yol açarak kendine... Güzel. Haydi yay korkunç dalgalarını, yalnız benim anladığım ve saygıyla önünde yere kapandığım çirkin okyanus. İğretidir insanın yüceliği; zorla kabul ettiremez kendini bana.

Ama sen, evet. Ah! bir saray gibi giz dolu kıvrımlarının içinde, sen büyücü ve acımasız, kim olduğunu bilmenin bilinciyle dalgalarını birbiri ardınca salarak yüksek ve korkunç sırtınla ilerlediğin, benim bulgulayamadığım bir yoğun acıyla bunalmış bir durumda, insanların o çok korktukları boğuk ve sonsuz uğultunu göğsünün derinliklerinden koyverdiğin, kıyıda güvenlik içinde bile seni titreyerek seyrettikleri sırada, sana eşit olduğumu ileri sürecek bir düzeyde bulunmadığımı anlıyorum. Bu nedenle, üstünlüğünün karşısında, senin yanında en alaylı karşıtlığı, dünyada eşi benzeri görülmemiş en gülünç zıtlığı oluşturan benzeşlerimi bana acı acı düşündürmeseydin bütün sevgimi (güzele olan özlemlerimin kapsadığı sevginin niceliğini kimse bilemez) sana verirdim; sevemem seni, nefret ediyorum senden.

Cayır cayır yanan alnımı okşamak için açılan ve dokunur dokunmaz ateşini alan o dost kollarına bininci kez neden geri dönüyorum? Bilmiyorum gizli yazgını; ilgimi çekiyor seninle ilgili ne varsa. İblis’in barınağı mısın değil misin, haydi söyle bana? Söyle bana... söyle bana, okyanus (henüz senin gözbağcılıklarından haberleri olmayanları üzmemek için yalnızca bana), bulutlara değen tuzlu sularını ayaklandıran fırtınaları İblis’in soluğu mu çıkartıyor? Söylemelisin bana, çünkü sevindirecek beni, insanın cehenneme bu kadar yakın olduğunu bilmek. İstiyorum ki bu benim yakarışımın son dizesi olsun. Öyleyse, bir kez daha, seni selamlamak ve seninle vedalaşmak istiyorum!

Billur dalgalı okyanus... Gözlerime sel gibi yaşlar doluyor ve sürdürecek gücüm yok; çünkü, hödük görünüşlü insanların arasına dönme zamanının geldiğini duyumsuyorum; ama... cesaret! Büyük bir çaba gösterelim, ve görev duygusuyla, bu dünyadaki yazgımızı gerçekleştirelim. Selamlıyorum seni, yaşlı okyanus!

Lautreamont

Maldoror Üstüne

'Maldoror'un Altıncı Sarkısı'nı okuyunca kendi yapıtlarımdan utandım.'
Andre Gide

'Maldoror'un birazcık tadına bakınca, bütün şiir yavanlaşıyor.'
Louis Aragon

'Maldoror'un Şarkıları olmasaydı Fransız kültürü eksik ve tamamlanmamış kalırdı.'
Marcelin Pleynet

"Lautreamont'u açın! Bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner!"
Francis Ponge

Sokak Devam Ediyor...







Frans De Geetere/ Les chants du Maldoror 2

Bernard Buffet/Les Chants de Maldoror 3

Salvador Dali / For "Les Chants de Maldoror", 1934

Les Chants de Maldoror by Corominas (2007).

Les Chants de Maldoror by Jacques Houplain (1947).

Maldoror/H. Michaux


"lautréamont genede kendisinden kurtulmak zorunda kalacağım ölçüde etkiledi beni. bırakmıyordu ki yaşayayım (...) onun sayesinde yazı yazdım. o zamana kadar pek öyle isteğim yoktu, cesaret edemiyordum. maldoror'un şarkıları'nı okuyup şunu öğrendim : insan kendisindeki gerçekten olağanüstü olan şeyi yazabilip yayımlayabilmeli, kendimde buna yer olduğunu düşündüm'

Henri Michaux

Maldoror Şarkılarından...

Yaşamım boyunca, istisnasız hepsi de budalaca işler yapan dar omuzlu insanlar gördüm ve çoğu türdeşlerini şaşkına çevirip ruhları türlü şekilde baştan çıkarırlardı. Eylemlerine gerekçe olarak "ün"ü gösterirler. Onları görünce herkes gibi gülmek istedim ben de; ama böylesine tuhaf bir öykünme olanaksızdı benim için. Keskin ağızlı bir bıçak aldım, dudaklarımın birleştiği yerlerde etimde yaralar açtım. Amacıma ulaştığımı sandım bir an. Kendi elimle yara açtığım bu ağıza baktım aynada! Bir yanılgıydı! İki yaradan akan kan, gerçekten başkalarının gülüşü olup olmadığını anlamama engel oluyordu aslında. Ama, bir süre karşılaştırma yaptıktan sonra, gülüşümün insanların gülüşüne benzemediğini gördüm, yani gülmüyordum ben, gülüşüm yoktu benim. Çirkin suratlı, gözleri karanlık gözevlerine gömülmüş insanlar gördüm; kayanın sertliğini, dökme çeliğin katılığını, köpekbalığının kan dökücülüğünü, gençliğin küstahlığını, canilerin mantıksız öfkesini, ikiyüzlülerin ihanetlerini, en olağanüstü oyuncuları, rahiplerin kişilik gücünü ve dışardan bakınca en içe kapalı, dünyaların ve göklerin en soğuk yaratıklarını aşıp geride bırakmışlardı; ahlakçılar bitkin düşmüştü, yüreklerindekini görmeye, tanrının amansız öfkesini başlarına yağdırmaya çalışırken. Hepsini bir arada gördüm; kimi zaman, belki de bir cehennem cini tarafından kışkırtılmış, dondurucu bir sessizlikte gözlerine hem yakıcı hem kinli bir pişmanlık acısı sıvanmış durumda, annesine daha şimdiden başkaldıran bir çocuk benzeri en sıkı yumruklarını havaya kaldırdıklarını, bağırlarının gizlediği o alabildiğine adaletsiz ve dehşet yüklü, tutkulu ve düşman düşüncelerini ortaya çıkarma yürekliliğini gösteremediklerini ve bağışlayıcı tanrıyı merhametten kederlendirdiklerini gördüm; kimi zaman, günün her anında, yediden yetmişe insanlara, soluk alan her şeye, kendilerine ve tanrıya karşı mantıksız ve akıl almaz lanetler yağdırırlarken, kadınları ve çocukları kötü yola düşürürlerken, vücudun edep yerlerini kirletirlerken gördüm onları. O zaman, sularını yükseltir deniz, tekneleri dipsiz derinliklerinde yutar; kasırgalar ve depremler yerle bir ederdi evleri; veba, türlü türlü hastalıklar kırıp geçirirdi ailelerini. Ama insanlar anlamaz bunları. Yeryüzündeki davranışları yüzünden utançtan kızarırken, sararırken de gördüm onları; ama pek ender. Kasırgaların kız kardeşi fırtınalar; güzelliğini kabul etmediğim mavi gökkubbe; yüreğimin imgesi ikiyüzlü deniz; bağrı gizemli dünya; öteki gezegenlerin halkları; bütün evren; onu cömertçe yaratan tanrı, sana yakarıyorum: İyi bir insan göster bana!.. Lütfun on katına çıkarsın doğal güçlerimi; çünkü, bu canavarı görünce şaşkınlıktan ölebilirim: Daha azı için bile ölünebilir.

Comte de Lautréamont

3 Temmuz 2009 Cuma

Sokak....







55 yaşında azılı cumhuriyetçi ve sporcu teyzelere rağmen, sokak, set, şebeke, aktif kollektiff..

2 Temmuz 2009 Perşembe

Alex Prajer yada Burjuzanin Gizli Çekiciliği 2







Dügün Bedenin Sosyal Psikolojisi ve Kapitalizm

Düğün salonlarında en tehlikeli kişiler, ne eli silahlı mafya bozması salon sahipleri ne de yeni yetme kızlardır...

Düğün salonlarının en tehlikelileri, aslında o salonda olmak istemeyen, çoğunlukla orda olmayı hakir gören, hiç aristokrat olamamış ama hep özenmiş, kent kültürüne din niyetinde tapan, beklentili ve ihtimal hayattan da çok istediğini bulamamış orta yaş civarı kadınlardır.

Bunlar genellikle, kolay kolay oynamazlar. Birilerinin bunlara ısrar etmesini beklerler. Eğer ısrar gelmezse, takı törenine kadar bekleyip giderler.

Israr geldiğinde büyük bir hazla reddetmeye başlarlar. Her redlerinde bacaklarının arası da en az kafası ya da beynindeki haz noktası kadar sulanır. Bu beyin sulanıklığıyla tutuk hareketler yaparak yerlerinde hareket etmeye başlarlar. Bu bildiğiniz teşhirciliktir, tamamen ısrarcıları ağına çekmek içindir.

Israr artar, haz büyür. Sulanan beyin - beden, titreyerek boşalmak için oturduğu yerde duramaz, ayaklanır. Önce kendi masasının yanında aksak hareketler yapar. Bu hareketler, yuvarlak ve ritmik hareketler yapan düğün bedenleri coğrafyasına adeta bomba gibi düşer ve ilgi çeker. Alakasız sağa sola bir anda kırılıveren popolar, saçma bir şekilde aşağıya sarkı p yürek hoplatan göğüsler, düğün toplumunun psiko-beden coğrafyasına indirilmiş ilk yumruklardır.

Kapital, büyük fetiştir. Ve Marx'tan beri, meta fetişizmi, elif - lam - cim gibi bir kod ifa eder. Çırıl çı plak bir bacağın tahrik etmesi yerine, file çorabın, ya da etekten sıyrılmış bacağın tahrik gücü bu yüzden daha yüksektir. İşte inen bu yumrukların tahrip gücünün yüksekliği de tamamen buradan ileri gelir.

Bu noktadan sonra, en az Anadolu'ya giren atlılar kadar şen ve atik olan düğünün sarhoşları, hemencecik, eş dost tanıdık akraba ortamı olmasına sığınarak bu kimsenin yanında bitiverir. Çekim, örümcek ağına düşen sineklerle birlikte, hazzın suları merkeze doğru akar. Pistin ortasına doğru ilerlenir.

Düğün salonlarında en tehlikeli kişileridirler...

Burdan sonrası gelişmeler, az çok tahmin edilebilir. Ölçeği değişmekle birlikte, bir çok mikro ya da makro olaya, krize neden olabilirler.

Bir bitmez düğün olarak kapitalizm, krizleriyle aksayan ritminde kendini bir tahrik nesnesine çevirerek, ona bağlı özneleri kendine nesneleyen bu tip kadınlardan farksızdır.

Kapitalizm, kendini fetişleyerek büyüyen, hareket eden ve mobilize bir organizma gibi ani ve sürekli tepkiler verebilen bir düğün karısıdır.

Herkes onu sikmek ister, ama kimse sikemez.
Ya da henüz sikemedi.

Ozan Durmaz

1 Temmuz 2009 Çarşamba

David Lachapella yada burjuvazinin gizli çekiciliği







http://www.davidlachapelle.it/gallery/gallery.htm

w-s-burroughs audiobooks

http://subculturia. blogspot. com/2009/ 06/naked- lunch-ws- burroughs- audiobook. html

http://subculturia. blogspot. com/2009/ 06/junky- w-s-burroughs- audiobook. html

yeni şehir yeni sanat ve şiir

1874 yıllarıydı; her zaman diliminde olduğu gibi o zamanda da “akademi”den pek hazzetmeyen üreten insanların “aykırı” “başkaldıran” vs. üretkilerinin varlığı söz konusuydu.

Alexandre Cabanel, William-Adolphe Bouguereau gibi ressamların karşısına Degas, Renoir, Monet gibileri dikildiği vakit “akademi”-k resim tarihinde bir kez daha sarsılmıştı.

Empresyonist, akademik ressamların tüm bilinen kurallarından uzak, çerçevenin dışında olmayı bocalamadan becerebilmişti. Bu yan anlamda fosilleşmiş bir takım Rönesans kaidelerinin de ayaklar altına alınmasıydı da.

Sanat –dalları- zamanın akışında bir virüsün bedeni zapt etmesi gibi etkenlerce çevrelenirler ve bir rutinin içresinde dönenirler. Sonrasında ise kendisi, ‘40larda nasıl ki ‘20lerde Fransa’da can bulan avant-garde sinema anlayışı New York’a taşınıp kanını tazeledi ve yönünü-yolunu buldu ve ileride Transgression’dan Schizoid’e birçok “underground” türün üremesine sebep olduysa ‘874de tuvalleri atelyelerin esaretinden kurtaranlar ve ışığın gerçeğiyle yüz yüze gelenler de empresyonistlerdi.

Empresyonizm kendi kabına kapatılmamalıdır, zaten konu edilen kendisi değil ortaya koyduğu değişim ve güçtür ki kendileri optiğe bakış klişelerini de ortadan kaldırmak gibi anımsanması gereken bir hareket yapmışlardı.

“Teknik gelişmenin hızına yetişmeye çalışmak ya da yetişmek gözün önemini nereye doğru götürmüştür” sorusuna artı ya da eksi çok yerden yaklaşılabilir. Vertov’un göze atfettiği anti-ontolojik zayıflık ve vizörün diyalektik kutsanışı kendi içindeki sözde devrimini nereye vardırmıştır tartışılır.

Videonun devingen sanat üretilerine kazandırdığı “sanatsal ve ekonomik” katkıları düşünürken bir yandan da fotografa photoshop markasınca yapılan –legal- kapitalist tecavüzün de tartışılması gerekir, kadının inandığı kendi çirkinliğini kozmetik şirketlerinin renkli saç boyaları ile gidermeleri ve sanal ego pornografisinin web merkezlerinde aynı egosal çirkinlik inancını kendi bedensel suretinin sanal imajıyla oynayarak güçlendirmesi de sanatın sosyo-psikolojik sahası olarak incelenmelidir de.

Pekiyi bunların empresyonizm ile ne ilgisi vardır, yoktur, ilgi kurma çabası da yoktur zaten. Aslolan, içi boşaltılmış yüceltiler çağında sözde değerlerin gerçeğine yönelik kıvılcımlar üretmek ve zamansal çizgide “geçmiş”te kalan özlü sanat üretkilerinin içine bugün çok farklı bir donanımla bakıp onu kendimiz için kendi cümlelerimizle ŞİMDİ ile yeniden ortaya koymaktır.

Varolanı olduğu gibi kabul etmek pasifliğinde bulunmamak sadece sanatı başka yerlere götüren ve yeniliklerin doğmasına sebep olan bir gerçek değildir, antropolojik bir açıyla kucaklanması gereken bu gerçek yaşamın içinde bir anlamda da sorgucu yapısıyla dolaşıp durmada ve gerçek yerine “gerçek”i ortaya koymaktadır. Bugünün sokak sanatçılarının kaçı bunun farkında olarak kendilerine zorla sunulan gözde gerçeği kendi görmek istedikleri gerçekle değiştirdiğinin farkındadır- bu tartışılır.

Yeniliklerden ya da yenilikçi tavırlardan bahsetmek ve yeni bir yol aramak artık anlamını –bir anlamda- yitirmiştir. Bir sanat nesnesi üretme aracı olarak politik bir gücü de elinde tutan FOTOKOPİ MAKİNA sının açılımını yapamamak insanların düşüklüğüdür. An her an yeniliklerin doğum ağzıdır. Fotokopi makinesi ya da web page’ler tüm bunlar artık aşkın bir biçimde yazılması gereken yeni yeniliklerin zamansızlık gerçeğidir.
Varolan tümün birbiriyle olan zincirsel ilişkisi görmezden gelindiğinde şimdi ile bir anlam kopması yaşanacağı düşüncesinin yadsınamazlığı doğal olarak usumda beni duvarı kendince yeniden yaratan sokak ressamını alıp Gauguin ve de Van Gogh’un yanına götürür, götürmez ise ve bu “yeni çocuklar” gitmez ise işte o zaman gerçek bir sorun vardır. Bu bir körlüktür de. Entelektüel bir zavallılık.
Gauguin nasıl ki rengin ve çizginin başkalaşımsallaştığı noktada bir yaratıcı ise fovizm’den kübizm’e artık ilinti noktaları aşkınlaştırılmalıdır.
Web, punk, pop, porno, politik, anarşi, art.. –vd- yeni bir sunumun yeniden biçimlendirilmişlikleri olarak eski ile olan özünü de yitirmeden ortaya konulmalıdır. Hakim Bey’in tradisyonellerden heterodokslara, Japon dikey kaligrafiden Arap yatay kaligrafiye, politik ve sanatın yeniden kişisel bir izlenimcilikle üretilip sunulduğu dünyasına bakmak dahi entelektüel açlığın ve düşüklüğün ibresini ve yeni yönelimlerin bir nevi şablonunu gözler önüne serecektir.

Neden sanatından önce kendisinin sanatını yaratabilen güce sahip bir Gauguin’e başka bir gözle bakılmaz ki,
benim çizdiğim: her şeyden önce bir gezgin, içinin bir yerlerinde şimdiki zaman hobosunun taşıdığı o modern sonrasından varolmanın entelektüel acısı var, topraktan ayrı tutulan birinin acısı ya da göçebenin bir toplu konuda yerleştirilmesi denli bir acı bu hissettiğim -onda..

Rumi’den İbn Arabi’ye dek uhrevi sanatın soyut temsilcileri “gitmek” ile can bulmak, “durmak” ile kokmak arasında ortaya dikey bağlantılar da sunmuşlardı. Tıpkı öğrencinin sınıfa, sanatçının atelyeye tıkılmasının hapishane yapısının yıkılıp başka bir özgür ışığın tuvale yansıdığı noktanın doğması ve ruhun, bedenle yürüyüp gitmesi noktasında aynı zamanda kadim düşman modernizmde yatmaktadır.
Sanatın ve kollarının doğum noktalarında yatan ve görmezden gelinen gerçeklerdir bunlar, bir tuvale bakarken bir şehrin sosyolojisini ya da kişinin geliştirdiği psikocografik açılımını okuyamamaktır.
Gauguin’i Panama’da görürüz, Tahiti’de (Maya Deren’in kaçıp gittiği yerde) ya da Markiz adalarında… ‘Medeniyet’i siktir ediş –ya da kibarca yok sayış- post-endüstriyel çocukların cyber-punk evreninde şehirde de mutasyon ve “yeni” olarak varolabiliyor ama, kendi iç kaçışları MADMAX’in sanatını ve direnişini yaratıyor,
şehir ütopyaları değil, minimal –real- gettolar kuruyorlar kendilerine ve savaşıyorlar.
Zira kaçmak denli kalıp savaşmak ve otonomlar yaratmak da sanatın göbeğinde yatanlıklardan biridir elbette. Herkes savaş baltalarının biçimini kendisi seçebilir.
Ve “sanatın yeni çocukları” bir şeyi fark etti, ne dışarısının izlenimi ne de için dışa vurumu, onla için duvarlar var, nesnel olarak yerinde kalması gereken içsel olarak üzerlerine çalışarak soyut yıkıma uğratacakları –ve uğrattıkları- duvarlar.

Gözlerim yeni primitiflerin yaratıldığına şahitse dilim de zamanımızın primitif sanatından Cins’in “şehir mutasyonları”ndan bahsetmelidir. Gayrı resmi sanatın resmÎ olmayan tarih defteri bir şekilde tutulmalıdır. Zamana karşı bir tavır mı, evet, ya da kimince dine ve dinsel siyaset pisliğine bir tavır, evet,
ve sayılabilecek yüzlerce şey hala bugün modernizm ve takıları halindeki formatlarıyla önümüzde, aslında aynı şeyle savaşılıyor, duyarlı üreticiler aynı şeyin savaşını veriyorlar zamanın içinde.
Şehrin “yeni etno-grafik yapısı”nın varlığı görmezden geliniyorsa –ki bu yeni mimarinin başkalaşımsallaşmış kollarının da hakarete uğramasıdır- bunun altında sadece siyaset ve sanat siyaseti yatar. Ya da sözde sanat kurumlarınca bu fark ediş nesneye paraya yani galeri ya da “insiyatif”e dönüştürülür.
Kurban olarak sanat.
Şehrin yeni etnografik kimliği/yapısı –tıpkı müzikal yeni süreçler-i gibi: ki bu noktada müziğini deneysel ile politiğin çiftleştiği bir ‘alanda’ icra eden ve net bir farkı bir başkalaşımı ortaya koyan DDR –Doğu Almanya-‘yi örnek alabiliriz – bu yapının cyber-punk çocuklarının sürüngenlerinin artıkçılarının berduşlarının kaybetmişlerinin estetik-cihad ve yeni gerçeğin tüm üretkileriyle de iç içedir.
Şehrin içinde nasıl bir okyanus yaratılır sorusunun cevabını farklı bir okumayla T.A.Z’da görmenin mümkünlüğünün yanı sıra zamanımızın somut ve sanal gerçek alternatif gruplaşma ve kişilerine de bakmak gerekir.
Nasıl ki primitistler vardığı noktada söz konusu olan nesne-ler sadece cisimleriyle değil üzerlerine yüklenen ritüelsel anlamla da sanatı ve algısını, sözde gerçekliği-ni değiştiriyorlardı, dada nesneleri bundan çok uzak bir yerde durmaz iken başkalaşımsal açının bir ucuna da pop sanatın nesnelerini koyabilir, günümüz sokak enstalasyonunu, nesne poetizmini, şablonları ve nesnelere müdahaleleri bu “ağ”ın bir başka ucuna iliştirebiliriz.
Nasıl ki primitist tavır aynı zamanda zenginlerin sanat zihniyetine sokulan bir çomak sayılabilirse, günümüzde gerçek yeraltı sanatçıları; güncel sanat acentesi ve bienal tüccarlarının ve sözde alter-natif sanat ortamlarının çomak sokucularıdır. Tıpkı şimdinin yeni şairlerinin ortaya attığı güçlü ve durdurulamaz ‘sound’un şiir patronlarına verdiği rahatsızlık gibi.
Fovizmin kendi içinde varoluşu ve nasıl ki “bir sanat akımı gibi durmayışı” söz konusuysa ve bu söze konu olan şey dahilinde klasik, ve bir anlamda –artık- klişe olanın yarattığı bunaltıcı havayı dağıtıp atıyorsa, sanatın deneyselinin vs’sinin alınıp-satıldığı bu zamanlarda, videonun sözde karşı-sanat’çılarının elinde kapital bir nesne boku olduğu bu zavallı zamanlarda şehrin yeni çocuklarının fovizminden bahsetmek gerek. Bir yandan güncel sanat ve holding destekli rantları, diğer taraftan gidişata dur deme hevesinde kraldan da kralcı inisiyatif düşüklüğü, gösteri toplumu diye haykıran “yeni kapitalist” gölge tiyatrocular –ki post sitüasyonizmin adı dahi yok olan bu coğrafyada onun bile ekmeğini yemeyi düşünenler var-, merkez basına küfreden ve de öyle yaparmışı oynayan ama orda olamadığı için içi içini yiyen biçareler, bienallerle karşı olup da karşı olmasının tek nedeni içeri girememeleri olan insancıklar vd. arasında “sanat olmayan sanat”ın, “kimse için çalışmayan çocuklar”ın ortaya koyduğu şey bir şehir sanatı fovizmidir. Ki; kendi dilbilgisi kurallarından, demeçlerinin argoluğuna, umursamayan yaşam tavırlarıyla bezeli yarınsız değil şimdisiz yaşamlarına, sertliklerine ve tekliklerine, yazdıkları şiirlerin yeni ve kendine özgülüğüne ve kendilerine bir sıfat koymayışlarına dek…

Sanat tarihinin geçmiş sayfalarına baktığımızda nasıl ki Die Brücke Sanatçılarının “eklektik” varoluşunu –bir araya gelip yeni bir çatı altında toplanmak adına- ortaya koyduğunu görüyorsak, imajlara boğulan ve ucuzlayan sanatın şimdisinde tüm sahteliğinden arınmış üreten insanların bir araya gelmesi ve ister yeraltı ister öteki ister artık bu pirime dönmüş isimlerin ötesinde bir başka takı ile isimsiz, bir şekilde yeni sanatı bir portal dahilinde toplaması gerekir, bu aynı zamanda bu yeni sanatın kendi tarzına uygun biçimde kaydının tutulması, neşredilmesi, işlerinin sergilenmesi, filmlerinin gösterilmesi -vd- demektir.

Neden ahşap baskı sanatının kaybolmuşluğundan bahsedelim ki, neden sokakları “duvar baskıları”yla bezeyen ve sosyal-politik yapıya da ciddi ciddi dokunarak şehrin sanatçılarını basit ve sözde önemsemelerin ötesinde el üstünde tutmayalım.
Duvarlar boyu şiir yazıyor yeni kentin yeni çocukları ve siz okuma yazma bilmiyorsunuz! Yeninin cahilleri!

Nedense –ki nedeni aslında bariz ortadadır- insanlar gidişatın ilerisinde/ötesinde, “başka” şeyleri açığa çıkarmış –ortay koymuş insanları –alan ne olursa olsun- ya görmezden gelmiş/gelmeye çalışmış ya da bir şekilde “ayağını kaydırmış”, kaydırmayı denemiştir. Nasıl ki yukarıda bir başka görme-okuma biçimi olarak Hakim Bey’in adı geçtiyse net olarak Levent Şentürk ve Enis Batur’a da bağlayabilirim.. aynı şekilde, teori üretmeyen ama tüm usunu sanatına, sanatıyla kusan “sahne” ismiyle Cins ve yaptığı-oluşturmaya devam ettiği her türlü çaba ile Rafet Arslan bu ÖNEMLİ listenin içinde üst sıralardadır.

Yeni zamanın yeni şehrin yeni sanatçısı varolan sistemin kültür sevici şair yazar sanatçılarının yarattığı asırlık çürümüşlükle ve cehaletle –deleuze’ü yuttuğunu iddia eden insanların bilgi tekelciliği gibi-, odaklı “kültür-faşist” basının küçük satılmışlıklarıyla da kavga ederken sanatını farklı bir koluyla icra etmiş olacak ve şiirini cumhuriyetin en sert anıtı olarak şimdiki zaman kaidesine saplayacaktır.

Artık bugün, mimariyi videoyla, ontolojik açılımları sanat ve politikle bağlantılayabilen teorik ve pratik zamanlardır ve bu diğer ortam kördür! Artık yeni tanımlamalar ve cümle kurumlar, an be an varolan, gerekirse temsilcisinden hariç bir başına kalan sanat kolları zamanıdır. Hiçbir şey hiçbir kimsenin tekelinde değildir ve her şey herkesçe yapılabilir olandır. Tek gereken pratikte ve teoride içi boş olmayan akademi dışı otodidakt yetkinliktir. Sanat olarak yaftalan şeyin özü kültürün içinde yapılan eklektik yolculukta transandantal varımdır. Sistem diye adlandırılanın üretkisi mekanik sanatçılar –ki onlar zanaat özüne hiç nail olamamışlardır-, yazarlar, şairler ve diğerleri çoktandır ASILMALIDIR! Onların sözde ardınca giden: takipçi okur, öğrenci ise İKİ KERE ASILMALIDIR!
Tarih boyunca duyduğumuz gerçek seslenişlere kulak değil anlam vermeliyiz, yeniyi ve yepyeniyi ortaya koymak adına yapılması gereken yegane şey BESLENMEKtir. İçi boş devletin ve okulların ya da BANKA OKULLARının, öğrencilerine verebilecek hiçbir şeyi yoktur. Ailesinin, devletinin ya da hacklenmiş usunun kölesi olan öğrenci ilkin bir gerilla olmalıdır ki sanatın, edebiyatın kutlu yolunda sayılan halkalardan örülü zincirden ilelebet kurtulsun! Sanatçı, önce sistemlerle çarpışan gerilladır, mastürbatör bir bohem bok değil! Kurumsallaşmanın özüne balta vuran geçmişin isimleri bizim geleceğe çok sert dokunabilip onu değiştirebilmemiz için kullanılabilecek potansiyel güçtür.
Entelektüel ve politik olarak hür olamayan insanın özgür bir sanattan bahsetmesi mümkün değildir. Nihayet bugün sokaklara inen “sanat-sabotaj”dır ve verilen bir kavgadır! Nasıl yorumlanırsa yorumlansın ya da yetkin bir biçimde yorumlanamasın sanat, sabotaj, şiir ve çok şey tabansızda olsa bir “yeni”yi başlattı ve bu dağınıklık yerini yakın gelecekte daha fazlasına bırakacak…

Hitler Almanya’da ’37 senesinde ne yaptıysa şimdi kabul görmüş politik doğrular ve onların uzuvlarınca aktif ve pasif olarak yapılan başka bir şey değildir.
-ki bu farklı bir şekilde amerikan soyut dışa vurumculuğunun da başına politik olarak getirilmiştir. “ulusçu” bir sanat, “toprakçı”, “ümmetçi” bir sanat olamayacağını dahi söylemek anlamsızdır lakin fosilleşmenin yaşandığı ortam bu soyu tükenmesi gereken zihinlerin çoğunlukta olması entelektüel bir ekolojik felakettir.
Nasıl ki sözde en büyük ve kutlu olan Yunan sanatının –heykelin mesel- “şaşaasına” çatlak ses çıkabildi, ve 900 başlarında nihayet bir iki sanatçı çıkıp Yunan sanatını sevmediğini bağırdı,kustu yüzyıllarca sürmüş faşist sanat hakimiyetlerine, tekele ve sözde alternatif sanatçı ve destekçilerine şimdi aynı şekilde saldırılmalı.

Müzelerin yerini sanat platformlarının aldığı zamanlarda geçmişimizin müze yakan ve yağmalayan bilinciyle iletişim kurmamızın yegane yolu zamanın sözde inisiyatif ve platformlarını form olarak ortadan kaldırmak açık bir terörizm yaratmaktır. Burada molotofun haklı sanatından bahsedilebilir. Molotofun şiirini yazan çocukların seslerini ceplerimizde taşıyoruz biz sapanlarımıza taş diye. Bu nesnelerin soyut değil somut uçuşkanlığıdır ve an dahilinde sanattır! Bu anarşist ve geçici bir mimarinin varkılındığı noktadır. Spontan anti-art mimari. Bombalamak yeni formları açığa çıkaracaktır.

Mesele yeni bir Cabaret Voltaire yaratamamak değildir elbette, bu ihtiyaçta değildir zaten. Mesele ussuzların ve kültür açlığı çekenlerin, düşüklerin kestiremediği bir köşede habitatında pasif ama güçlü yaşamına devam etmektir, şehrin duvarlarında yatan dada-african primitif sanat nesneleri yeni şehrin içinde apokaliptik bir okyanus yaratmıştır ve salt kimya kokmaktadır.

1915’de sanat, manifestolarıyla sol kanat üzerinde hareketlenip savaşa karşı bir hareket başlatıyorken, şimdinin sanatının ve sanatçısının Ortadoğu ya da başka bir coğrafyada bir duyarsızlık geliştirdiğinden nasıl ki bahsedebilirsek, yeni sanatın üreticilerinin nerede durduğunu da çok net görebiliriz.

Duvarlara, adı bilinmedik sanat istasyonlarına yazılan yeni sanatın manifestosu kelimeler değildir belki de! En azında biz şiiri başka dillerin kelimeleriyle yazıyor ve okuyoruz hem de görebilene.

Şiir öldü yaşasın yeni şiir!
Fırça öldü yaşasın sprey!

Şenol Erdoğan