RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE

THE DIN OF STREET SPIRIT SOUNDS IN THE RYTHME OF DREAMS

29 Haziran 2008 Pazar

Ted Joans Yaşıyor!


“ TED YAŞIYOR!”

Televizyon, aile, yeni bir ev, araba maddelerinin topluma enjekte edildiği 1950’lerin Amerikasında, Ted Joans asıl öğrenimini, New York sokaklarında gördü. Beat kuşağına yataklık eden Greenwich Village’da, “kara kedilerin” Harleminde gün ve geceler boyu sürüklenirken isyanın sesini şiirlerine soktu. 1950’lerdeki, flaneurleri, fahişeleri, serserileri, kanun dışıları kucaklayıp överken, 1960’larda hipi hareketinin yarattığı imgelerle, kapitalist toplumun tüketim metasına dönüşmesini eleştiriyordu.

Yaşadıkları, gördükleri, nefret ettikleri, kısaca deneyimlediklerini şiirine katıyordu, legal bir sanat eğitimi almış ressam/şair. Allen Ginsberg’in teşvikiyle şiirlerini kafelerde okumaya başladı, yazdıkları eyleme dönüşmeye başlamıştı. Ted Joans, beat ritmindeki şiirlerinde ‘1950’lerdeki orta sınıf burjuva aile yapısıyla’ dalga geçiyor, oyun oynuyordu çocuksu masumiyetiyle.

Haydi hepimiz güvencedeyiz oyununu oynayalım. Hepimiz 9’dan 5’e kadar çalışmayı oynayalım ve Westchester’daki villa evler için, duvardan duvara halılar için ödeme yapmaya çalışıyoruz, parlak arabamız, renkli TV, hi-fi, kurutucu, derin dondurucu ve Jones’ların diğer ihtiyaçları için bitmek tükenmek bilmeyen taksitlerimizi ödüyoruz. (Playmates-Oyunarkadaşları şiirinden)

Sadece oyun oynamakla kalmıyor, ayaklanmaya kışkırtıyordu, devrimin yalnızca siyahlar için değil beyazlar için de olduğunu, beyazları ya da beyaz gibi düşünen siyahları ötekileştirerek hem de onlara bağırarak, onlara seslenerek muştuluyordu. Malcom X’in deyişiyle Tom Amcalar gibi bakmamaya çağırırken insanları, Ted Joans, aslında siyahları sürrealist bir aydınlanmaya çağırıyordu. 1968’de Kara Çiçekler “Black Flowers” bildirisini dağıttı. Şiirsel düş gücü silahıyla insanları Amerikan emperyalizmine karşı ayaklanmaya çağıran sürrealist bir manifestoydu bu. Benjamin’in deyişiyle, “Avrupadaki kemikleşmiş liberal-ahlaki-hümanist özgürlük idealini ilk tasfiye edenler gerçeküstücülerdir.” Amerika’da ise, bu idealin benzerini 1950’lerde inşa etmeye çalışanlara karşı ilk hareketi beat kuşağı başlatırken, Ted Joans bu harekete, sürrealist ruhu ve eylemi sokan ilk Amerikalıdır. Özgürlük dolu dolu yaşanmalıdır, tüm gerçeküstücülerin peşinde koştuğu “sarhoşluğun gücünü devrime kazanmak” sloganıyla, şiirle, kolajla, resimle, jazzla ve graffitiyle.

Bird lakaplı caz üstadı, çok sevdiği arkadaşı Charlie Parker öldüğünde, Joans ve onun isteğine uyan üç Bird dinleyicisi, tebeşirlerle, New York duvarlarını “Bird Lives” yazılamaları ile donatır. Ruhunu sokaklara yansıtan, ruhunu sokaktan besleyen Joans’u grafitti hareketinin başlatıcılarından biri olarak sayabiliriz.

Ted Joans, sürrealistlerin temel noktası kolektif bilinç ruhuyla üretti. Sürrealizmin sadece bir resim yapma yolu olduğu düşüncesinden insanları uzaklaştırmaya çalıştı. Kolektif kolajlar yaptı. Long Distance Exquisite Corpse projesinde leziz ceset oyununu resme taşıdı. Sürekli devam eden bu ortak çalışmaya bütün Beat Kuşağı dostlarını, Kerouac, Ginsberg, Peter Orlovsky, Leroi Jones ve Burroughs’u kattı. Joans Burroughs’u bu projeye nasıl dahil etmeyi başardığını şöyle anlatıyor:

Boulder’da odasına gidip “Bill, senin buna katkı yapmanı istiyorum.”
“Evet, duydum. Sürreal bir şeyin var. Biliyorsun ben çizim yapmam, yazarım.”
“Yazmanı istemiyorum. Sadece çizgileri takip et.”
“Kimin çizgilerini takip edeyim Ted?”
“Birisi çizgiler bırakmış, sen bu çizgileri alıyorsun ve ne istersen onu yapıyorsun.”
“Çizim yapmam Ted”
“Hiç karalama yapmadın mı?”
“Bazen otururken, bazen de telefon çaldığında”
“Tamam, o zaman telefon çalana dek bekle.”
Telefon ben oradayken çaldı ve telefondaki kişiye benim orda o sürreal düşüncelerimle bulunduğumu söyledi. Sonunda onu durdurmak zorunda kaldım, çünkü sonraki çizgilere doğru gidiyordu, hepsi bu işte. Yaklaşık bir sene içinde, Bill ressamdı. Paul Bowles, Bill’in kendisine şunları yazdığını söylemişti:
“Paul, bu kahrolası resimler yüzünden yazmaktan daha çok para kazanıyorum. Başka bir kitap hiçbir zaman yazmayabilirim.”

Ted Joans’un yaşamdaki ve kolektif üretimdeki en iyi işbirlikçisi, Laura Corsiglia idi. Laura, Joans’un şiir kitaplarının bazılarının çizimlerini yapmış ve Ted ile çevrelerini üretime teşvik eden bir atmosfer oluşturmayı başarmıştı. Çok sevdiği koca çocuk Ted öldüğünde, Laura, Ted’in sokaklarda yaşatılmasını, sokakların “Ted Lives” yazılamasıyla doldurulmasını istedi.
Sürrealist ruhu, kolektif bilinci ile beat kuşağının sürrealist temsilcisi olan Ted Joans’un şiirleri, kolajları bizleri düş dünyamızı açmaya ve devrimi yaşamlarımızda başlatmaya çağırıyor.

Ayşe Özkan

Sahip Olduguna İnanıyorsa, Sahipsindir/ İç Mihrak


Ted Joans'un şiir gibi kolajları aklıma, M. Ernst ustanın büyük yapıtnı getirdi ve hala bazı şanslı okurların kitabevi raflarında 'merhamet haftası' adlı imge-romanını bulabilme ihtimalini. 6:45 yayının bu güzel nesnesine ulaşamak hala mümkün...

ülkemizde de alet çantasında kolajın yıkıcı gücüne yer açanlar var. İşte İç Mihrak, işte 'sahipsin'...

Bird Lives/Ted Joans


Dostu, büyük jazz sanatçısı Charlie Parker2ın 1955 Mart'ında ölümü ardından New York şehrini duvarlarını 'bird lives' yazılmaları ile donatan Ted Joans aynı zamanda Amerikan graffiti hareketinin başlatıcılarından biri olarak saymaktayız.

Bir Sürrealist oalrak Ted'in portresine ve Ted'in Beat hareketi ve Sürrealist Devrim arasındaki önemli köprü rolünü ilerleyen zaman içinde yer vermeye çalışacağız.

S.E.T aktivistleri

Ted Joans






Ted Joans, durduğu yer, sahip olduğu bakış açısı, ortaya koyduğu metinler ve tanıklıkları açısından beat kuşağının da önemli simalarından biri; o, aşina olunan isimler denli ikonlaşmış olmasa da başta saydığımız sıfatlarıyla ve temel adamlarla olan yakın dostluklarıyla üzerine eğilinmesi gereken biri.

1928 ve 2003 yılları arasında sürdüğü yaşamı, içeriğinin önemi kadar tarihsel olarak da ilginç bir konumdadır. Theodore Jones tam adını taşır ve Temmuzun dördünde Illinois’da bir nehir sandalının içinde doğar. Kolaj teknikleri ve benzeşiği bir tarzla resimleri yeniden tasarımlama teknikleriyle uğraşan Ted, bir jazz şairi ve iyi bir trompetçidir. Jazz şairliği denli olmasa da kenara konamayacak bir yazarlığı da söz konusudur, tüm bu sıfatları dolu dolu sığdırdığı delice yaşadığı yaşamına üç beş sıkı kitap sığdırmışlığı vardır bu kara adamın: The Hipsters (kolajlar kitabı), Black Pow Wow Jazz Poems, Funky Jazz Poems, Beat Poems, All of T.J. and No More, The Truth, The Truth, Afrodisia gibisinden çok değerli kitaplara imza atmıştır.
Evliliğinin sonrasında ismini Ted Joans olarak evrimleştirmiştir.

Ailesi Mississippi nehrinin sularından yaşamını kazanırdı. Babasını Detroit de bir ayaklanmada kaza eseri meydana gelen bir ölümle kaybeder.
İyi bir dereceyle Indiana Üniversitesi’nin güzel sanatlar bölümüne dahil olduğunda sene 1951’dir. Ve bu esnada bohem kültür beat generationa yerini bırakmak üzeredir.
Kerouac, Corso, Ginsberg ve Amiri Baraka ile birlikte dönemin poetik kültürel ortamına ve beat hareketinin oluşumuna ilk adımlarını atmıştır o da.
Kerouac Allahlaşmadan Ginsberg peygamberleşmeden evvel pekişmeye başlayan ve herkesin ölümüne dek bir şekilde sürecek olan dostluklarının zemini bu zamanlarda oluşmuştur.

Joans çalışmalarını ve alanını daha çok ve ciddi bir şekilde jazzın değişik soundlarına yöneltmiştir. İçindeki büyük jazz merakı onu jazzın ruhuna ve değişik şivelerine yönelip incelemeye itmiştir. Bunları göz önüne aldığında kendisini bir anlamda bir jazz misyoneri olarak görmeye başlamış ve öyle olmuştur. “Siyah bilinç”in niteliklerini belirlemek üzere çalışmalara başlamış; müziğin ve kültürünün güçlü ritimleri, müzikal dil ve blues, avant-garde jazza duyarlılıkla yaklaşıp çalışmalar yapmıştır.
Müziğin sözlü gelenek safhasını arşivlemeye ve bugüne dek sadece şifaen ortada olan notaları kaydetmeye başlamıştır ve geleneksel jazzın bir anlamda kaybolmaması adına uğraşmıştır.

Anti-militarizm, göç etmiş siyahların yaşamları ve Afrikalının Amerikanlar içinde kökleşme arayışları gibi çok değerli konularda çok sayıda temayı araştırmıştır.

Joan giderek bozulan sağlığına yenik düşerek diyabet rahatsızlığından dolayı yaşama veda etmiştir.


Şenol Erdoğan

New York Çıkarması



Errorist şairlerimiz Akıncıtürk ve Küçüksayraç'a sevgiyle...

28 Haziran 2008 Cumartesi

Svankmajer'e Selam/Rad



Sokağın Erekte Ressamı RAD'dan Jan Svankmajer'e saygı!

mekan:Beşiktaş Lunaparkı


ps: dost siteden online Svankmajer
http://surrealismus.blogspot.com/2008/06/jan-svankmajerin-darkness-light.html

26 Haziran 2008 Perşembe

Erekte Şiir 2 ve Durumlar/Yorumlar

Erekte Şiir manifestosuna Ön Giriş 2

Erekte Şiir, Sokak Şiiridir;
Sokağın deneyimlerine ortak olmak, sokakta yeni deneyimler yaşamak, gündelik gerçekliğin gizlediği olağanüstüyü açığa çıkarmak, yeni durumlara yelken açmak…
Önemli olan sadece sokakta kalmak-yaşamak değil, sokakla yaşamaktır. Şiir sadece basılı kâğıda hapsedilemez. Markör ile duvara, elektrik direğine, telefon kulübesine de yazılabilmelidir. Sokaklara kendimizi sürüklerken sticker’a şiir otomatik yazılmalı ve yapıştırılmalıdır. Büyük bina çatılarından, otobüs camlarından kuşlanmalıdır. Sokakta yazılan şiir kaynağına yani sokağa geri dönmelidir.

Erekte Şiir, Gerçekliğin Karşısındadır;
Gündelik gerçekliğin sistemin sürekli yeniden ürettiği bir illüzyona dönüştüğü 21. yüzyıl başında Erekte Şiir, Gerçek için gerçekliğin karşısındadır. Gerçekliği düş ile takas eder.

Erekte Şiir, Anti-Oligarşiktir;
Edebiyat dünyasının köşelerini tutmaya çalışan, egolarının ağırlığından kendi cemaatlerini kuran, ‘bu iyi-bu kötü şiirdir, bu şiirdir-bu değildir’ fetvaları yayınlayanlardan icazet almaz.

Erekte Şiir, Bağımsızdır;
Her hangi bir güç merkezi ya da odağına uzaktır, onlara eklemlenmez, bağımsız ve özgür varolur. Şiirin belli kurallara, geleneklere bağlı olmasını manipüle eden derebeylerine karşı özgünlüğün ve özgürlüğün savunucusudur.

Erekte Şiir, Liberterdir;
Toplumun her hücresine kanser gibi yayılmaya çalışılan lümpen milliyetçi, gerici, muhafazakâr anlayışlarla uzlaşmazdır. Osmanlıca avantgarde kurgularına pabuç bırakmaz.

Erekte Şiir, Erektedir!


Rafet Arslan
22 Haziran 2008
..........................................

Erekte Şiir Manifestosu Ön Giriş 2’ye
1. Lettrist Sitüasyonist Yaklaşım

Rafet Arslan’ın kaleme aldığı “Erekte Şiir Manifestosu”na 2. Giriş metni açık seçik Lettrist Sitüasyonist Enternasyonalin mührünü taşımaktadır.
Sanatın hayat oluşu, hayatın sokak oluşu, sokağınsa sanat oluşu gerçeği Arslan’ın manifestosunda yeniden dile getirilirken; zamansızlık ve anın içinde durumlar yaratmak, geçici otonom oluşturmak söz konusudur metnin pratiğinde.
Manifestonun teorik yapısı pratik safha noktasında net değerlere sahipken an dahilinde yapılan pratikler, teorinin güçlü gerçekliğini doğrulamaktadır ki böylece; sokağın ait olduğu şehrin psikocoğrafyasının haritası da çizilmeye başlanacaktır ve diğer yandan Sitüasyonist Enternasyonal öncesi Lettrist sürecin “oyun” ve “eğlence” (lunapark yaşam) amacı aynı zamanda polis ve fikri sabit halk ile karşılıklı oynanarak yaşam bulurken, erekte insanlar için tatmin edici bir şenliğe dönüşecektir.
Modern zırıltılar dünyasında modernin gerçeğine atılan bir adım ve bu kavram dahilinde şiirin ve sanatın özgür kalması ve gerçeğine dönmesidir ki bu bakımdan net olarak Lettrist Sitüasyonist bir harekettir.
Toplumsal devrime varasıya amaç Lettristlerin belirttiği küçük delikleri açmaktır.
Debord, modern şiiri ele geçirmekten bahsederken onu yazmak değil yaşamak gerekir demektedir. “Erekte Hareket”, şiiri yaşamaktadır, bundan yanadır, bundan bahsetmektedir. Sitüasyonist anların sanatı halka indirmek derken kastettiği şey yanlış anlaşılmamalıdır, Debord ve grup bir tür halkçı sanattan falan bahsetmemektedir. Erekte şiir sokakta: eğlenmekte, anından zevk almakta ve sisteme sistem tarafından ciddiye alınan minimal sabotajlar düzenlemektir. Bunu yaparken de zaten lettrist mikroyu kendi içinde oluşturmakta ve uygulamaktadır.
Hayata geçirmek ve tamamlamak istediğimiz şey şiirdir diyecektir Guy Ernest Debord.
Şiirin diliyle eylemi arasında bağ kurulmadığı sürece kâğıt mendildeki spermler kadar ölüdür ve öte gidemeyecektir şiir, ki artık “bunlar”ın karşısına konulması gereken bir taş üzerine yazmaktayım ben.
Şiir kamuya ait olanda olmalı ona uygulanmalıdır, bireyler şiire ve metne kendilerini eklemlemeli ve yeni şiir an be an değişerek ve gelişerek ortaya çıkmalıdır. Bu aynı zamanda şiirinde örgütlenmesidir. Örgütlenmeliyizdir.


Şenol Erdoğan
senolerdogan77@yahoo.com
25 Haziran 2008

....................................................

Halkla ilişkisizlik servisine (Internationale Situationnist)

Seyrek zaman katkısı:



Sevgili Şenol Ve Rafet birkez daha şunu hatırlattılar:

Şiirin heybesinde pahabiçilmez başka “insani” ve marifeti kollayacak değerlerin olması gerekliliğidir.

Edebiyat tarihine bu kaygıları canlı tutarak geçen adlar-yapıtlarla yakından oluşturlan her türlü kan bağını önemsemeliyiz. Günlük yaşamın gerçekleriyle bir hücrenin iç yapısı kadar ilintili olan her dize, haykırış barındırdığı özgünlüğün ötesinde özgürlüğün de beslendiği kılcal damarlar olmuştur. Pavese’i anımsayalım ve onun o kısa “yeşil ağaç” dizelerini. Bir insan düşünün, uzun yıllar yattığı poltik görüşlerinden dolayı tutukulu kaldığı hapishaneden adıımını dışarı atar atmaz herşeye bıraktığı yerden başlamak niyetinde, buradaki tek fark ve farkındalık artık o “içerideki” umudundan zerrece eser yok! Çok sevdiği tepelerin üzerine çıkar ve düş tarlasına o bölgenin emekçileri dikilir:

“ tepeler yağmur tadındalar

O garip tat ki bazen rüzgarla beraber hapishaneye varırdı”



Şiirin yenilgisi ve bu girizgahta yaşadığı deneyimler “dil” sorunuyla ilintiliydi, T.S Eliot’u ve onun “dört kuvartet”ını anımsayalım:” sözcükler yalvarmaya başlar, taşıdığı yükün etkisiyle çatlaklar oluşur bazen ezilir, kayganlaşılar, yok olurlar, dikkatsizlikten çürürler, kalıcı olamazlar, hareketsizler”…dikkat edersek buradaki tek araç “sözcüklerdir” ve modern şiirin en parlak temsilcilerinden sayılan bu dizeler bir “yenilgiden” söz ediyor. Şiirin kırılması bilinç ve hakikat arasındaki tüm köprülerin dinamitlenmesi demektir. Bu türden “şeyleri” bol bol okuyoruz her gün “orda-burda”. Ama bezen yaşamın yükü, içsel med-cezirler, toplumsal olgular o denli bir boğucu çemberle yaklaşırlar ki “çıkış” sözcüğünü sadece “şiir” karşılamaz. Herkes, her şair Rilke kadar içinde tasavvuf vari bir olguyu da barındıramaz, her durum ve olguyu yenebilecek ve de çadaşları için hep paracetamol etkisi yapabilecek dizeler yaratsın, gerçi bu gizem ve sır dolu eksen daha sonraki dönemlerde Rilke ve Stefan G. Arasında süre giden keyifsiz tartışmalarla baltalandı. Sorun dün de aynıydı bugün de!



Mesele bir Brecht veya Rilke merceğinden olup bitene bakmak da değil, her ikisi bir yığın politik şiire imza attılar, oysa aralarında dereler, dağlar vardı. Bizim kavradığımız ve sevgili Rafet’le, Şenol’un da altını çizdikleri şey tanık olma durumun ötesine geçme kaygısıdır, en uç, alt dil kullanarak en derin insani kuyularda kendini kollayan rüzgarla beraber çağın vahşetine bayrak açabilmek!

Sarter’ın tamamen öznel merceğinden irdelediği ve kendi metafizik yorumuyla beraber bu şiir ve yenilgi kavramları hakkında düşünmemiz isabetli olur diye düşünüyoruz.

Malllarme gibi şiirin intiharını deneyerek tesadüfleri ortadan kaldırmak da bir tercihtir. Onun “ şiirde sözcükleri tam ve eksiksiz kullanmak diye bir kural hiç olmadı” çıkarsaması önemlidir.



Bu toprakların kendine özgü bir “melal” nehirleri de var, dikkatlice baktığımızda, yine Pavese ve öteki isyancı baharlarla bir duygu bütünlüğü kendini gösterir, aramızdan kaç kişi Pavese’ın şu dizelerine tepkisiz kalabilir ki:

“ yalınız adam- ki hapishanede idi- hapishaneye geri döner

Her defasında ekmeğinden bir parça koparır dişleriyle

İçeride, rüyasında, kaçan tavşanları görürdü

Kış toprakları üzerinde

Kış sisinde

Adam, caddelerin korunağı arasında günlerini geçiriyor

Serin su içiyor ve bir parça ekmek yiyiyor..”- Pavese

(çev. -aceleyle oldu kusuru varsa aff ola)



Sorun galiba Deleuze’un da dile getirdiği şifrede saklıdır:

“bu güzeldir” yargısıyla, “bu yücedir” arasındaki o ince ama bir okdar ölümcül mesafe!

Erekte şiir üzerine yazılan ve Şenol beyin katkısı belki de üzerinde titrediğimiz “bu yücedir” kavramında kilitleniyor. Farklı bir etkinlik sahası arma çabası, bir hurufi gibi biçimsiz olanla veya “biçimi bozulmuş” olan ne varsa tümüyle yüzyüze geldiğimizde yine biçimsel düşünümsel yansıtmaların ötesine adım atma cesareti, niyeti taşımaktır. Bırakın hayal gücünü, varoluşun kendisi bile bu durumda kendi sınırları zorlar.

Nesimi, Hallac Erkete şiirin ilk hurufi neferleridir, bedeli ise ortda:

Aşk!

“aşk nedir ey Hallac?” sorusuna verdiği cevaptır:

-yarın dizle kıyısına gelin görürsünüz ne olduğunu”

Önce derisi soyulur, sonra yakılır, külleri dicle ve fırat’a serpilir!



“ve böylece taş parçasına dönüştüm

Uçsuz bucaksız bir cehennem

Karanlık ve derin

Bir ayrılık ki cehennem köşesi

Ve içim fakir, cimri bir el

Bir köşk: heyber cahillerinin yeri

Gölgeden yoksun,

Taştan bir halı

Ve kederle beslenen bir yürek!” –Şiir Hallac-Çev.Hamuş



“heyber cahillerinin” kol gezdiği “uyduruk” bir şiir tarlasından Situationniste vari bir başkaldırı herşeye meydan okumaya muktedirdir, gücün kendisine bile!

Ne demişlerdi Situationnist’ ler:” Şiir, özgürleşmiş, kendi zenginliğini yeniden kazanmış dilden başka bir şey değildir: kalıplaşmış imlemerleri yıkan ve aynı anda sözcükleri, müziği, çığlıkları, jestleri, resmi, matemetiği, olguları, eylemleri kucaklayan dil. Bu yüzden şiirin varlığı, sosyu-ekonomik yapının belli bir evresinde, hayatı yaşama ve değiştirme imkanlarının zenginliğine bağlıdır.”

İşte tüketim toplumunun boşluk noktasına yine onların tanımıyla” karşı-madde”.





Şiir adına baki kalan sadece bir “hoş seda” olmasın!

Anlama yetisi hep yargı verir “fakat akıl akılyürütür”!

Ne tümden akıl, ne tümden divanelik: iki cehennem arasındaki bir gerçekci ses, aranan budur!



Sevgiyle

Hamuş

(borges defteri’nden)

..........................................

Erekte Sokak Şiirinin Ruhsal Kaynakları

Geçtimiz sene yayınlanan Erekte Şiir Manifestosuna Ön Giriş metnine, yapılan ek kuşkusuz Şenol'un altını çizdiği Lettrist ve Situasyonist vurgulara sahiptir. Ayrıca da Hamuş'un vurguladığı ruhsal direniş çizgilerine sahiptir.

Aynı zamanda kesip-yapıştılan, tekrar bozulan, kolajlanan bu şiir Dada gelenegine de selam gönderir.

Gündelik hayatta gizli olaganüstünü arayışı ve gerçekliğe karşı düşü tercih edişi ile de Sürrealist Devrimin tektonik sarsınılarını da içinde taşır.

Şiirin hakim olacağı bir dünya düşlüyoruz, Lautreamont'un deyişiyle herkesçe yazılabilecek bir şiir. Burada en büyük Handikap İ.S.'nin deyişiyle dilin iktidarın dili olmasıdır. Fourier yada Sade'ın metninde sözcüler özgürce sevişebiliyorlardı. Yaşadığımız sahte gerçekliğin 'cesur yeni dünyasında' da sözcüklere özgürlükleri nasıl geri verilebilir?

Ece Ayhan'ın dile çekiçle saldıran, onu kıran, yamultan, saptıran geleneği burada yol göstericimizdir. Dil iktidarın diliyse; direnişin dili de yine şiir ile konuşucaktır.

Sürrealist Eylem Türkiye
26.06.2008

International Situationist/Kralın Adamları

Kralın Adamları

Dil sorunu, varolan yabancılaşmayı ortadan kaldırmaya çalışan güçlerle, onu sürdürmeye çalışanlar arasındaki mücadelenin odağında bulunur ve bu mücadelenin yer aldığı alanların hiçbirinden ayrılamaz. Kirlenmiş havanın içinde yaşadığımız gibi, dilin de içinde yaşıyoruz. Mizahçılar ne derse desin, sözcükler oyun oynamıyor. Ne de, düşleri saymazsak eğer, Breton'un sandığı gibi sevişiyorlar. Sözcükler iş yapar: yaşamın egemen örgütlenme biçimi adına iş görürler. Ama yine de tümüyle otomatikleşme-mişlerdir. Bilgilendirme (Information) kuramcıları için üzücüdür bu ama, kendi başlarına «bilgi verici» değildir sözcükler; en ince hesapları bile altüst edebilecek güçlere sahiptirler. İktidarla birlikte varolurlar ve onunla ilişkileri —hem modern hem de klasik anlamıyla— proleterlerin iktidarla ilişkilerine benzer. Hemen hemen sürekli çalıştırılırlar; kendilerinden her türlü anlamın ve anlamsızlığın sıkıp çıkarılabilmesi için tam gün sömürülürler; yine de, bir bakıma, temel olarak tuhaf ve yabancı kalırlar.

İktidar sözcüklerin çarpıtılmış, resmi anlamlarını öne sürer hep; deyim yerindeyse, bir giriş kartı taşımak zorunda bırakır onları; içlerinden bazılarının fazla mesai yaptığı üretim sürecin deki yerlerini belirler ve sonunda ücretlerini de öder. Sözcüklerin kullanımına ilişkin olarak Lewis Carroll'un Humpty Dumpty tipi oldukça doğru bir saptama yapar: «sorun, hangisinin usta atanacağı — hepsi bu». Bu alanda sorumluluk yüklenmiş bir işveren olarak Humpty Dumpty, çok çalıştırdığı sözcüklere fazla mesai ödediğini de belirtir. Biz, sözcüklerin başkaldırması diye bir şey olduğunu, işbaşını terkedebildiklerini, açıkça direndiklerini de anlamalıyız. Baudelaire'den Dadacılara ve Joyce'a kadar bütün modern edebiyatta belirgindir bu; toplumun genel devrimci bunalımının bir göstergesidir.

İktidarın denetimi altında dil, her zaman, sahici duyuş ve yaşantıdan başka bir şeyi gösterir. Zaten, toptan bir karşılaşma ve sorgulamayı mümkün kılan da budur. Dilin örgütlenmesi öyle bir karışıklık içine düşmüştür ki, iktidarın dayattığı iletişim bir sahtekârlık ve aldatmaca olarak çıkar karşımıza. Henüz başlangıç halindeki bir sibernetik iktidar, bundan böyle bilgilendirmenin tek mümkün iletişim yolu olmasını sağlamak amacıyla dili kendi denetlediği makinelerin denetimi altına sokmak için boşuna uğraşmaktadır. Bu alanda bile çeşitli dirençler belirmektedir: elektronik müzik (çok sınırlı ve bulanık kalsa da) makineleri dilin lehine saptırarak egemenlik ilişkisini tersine döndürmeye yönelik bir çaba olarak görülebilir. Ama gerçek muhalefet çok daha genel, çok daha radikaldir. İster eskiden olduğu gibi sanat biçiminde, isterse modern bilgilendirmecilik biçiminde olsun, her türlü tek yönlü «iletişim»in karşısındadır. Her türlü ayrışmış biçimiyle iktidarı ortadan kaldıracak bir iletişime çağırır insanları. İletişimin olduğu yerde devlet yoktur.

İktidar, çalıntı mallarla beslenir. Kendisi hiçbir şey yaratmaz, varolanı korur sadece. Sözcüklerin anlamını o yaratıyor olsaydı, ortada şiir kalmaz, sadece yararlı «malumat» olurdu. Muhalefet kendini dille ifade edemezdi; her türlü yadsıma ancak dilin dışında, sözcükleri anlamlarından soyan ve bir harfler yığınına indirgeyen bir malzemeyle yapılabilirdi ancak. Dilin devrimci an'ından (moment'inden) başka nedir ki şiir? Tarihin devrimci anlarından ve kişisel yaşamın tarihinden ayrılabilir mi hiç?

İktidarın dil üzerindeki egemenliği, bütünlük üzerindeki egemenliğine benzer. Ancak bütünlüğe her türlü doğrudan göndermesini yitirmiş bir dil, bilgilendirmenin temeli olarak iş görebilir. Bilgilendirme (information, Fransızca'da haber anlamına da gelir) iktidarın şiiridir: yasa ve düzenin karşı-şiiri, varolanın dolaylı çarpıtılmasıdır. Buna karşılık şiir, gerçeklik içinde dolaysız iletişim olarak, bu gerçekliğin gerçekten değiştirilmesi olarak görülmelidir. Şiir, özgürleşmis, kendi zenginliğini yeniden kazanmış dilden başka bir şey değildir: kalıplaşmış imlemeleri yıkan ve aynı anda sözcükleri, müziği, çığlıkları, jestleri, resmi, matematiği, olguları, eylemleri kucaklayan dil. Bu yüzden şiirin varlığı, sosyo-ekonomik yapının belli bir evresinde, hayatı yasama ve değiştirme imkânlarının zenginliğine bağlıdır. Söylemek bile fazla, şiirin kendi maddi temeliyle bu ilişkisi tek yönlü bir bağımlılık değil, karşılıklı bir etkileşimdir.

Şiirin yeniden bulunuşu, devrimin yeniden yaratılmasından ayırdedilemez bazen; Meksika, Küba ve Kongo devrimlerinin belli evrelerinde de böyleydi nitekim. Kitlelerin eylem halinde şairlere dönüştüğü devrim dönemleri dışında devrimin bütünlüğünün yaşatılabileceği, sahipsiz bir gölge gibi, gerçekleşmemiş ancak yakın bir olasılık olarak yaşatılabileceği tek yer, şiirsel serüvenin dar çevreleridir. Şiirsel serüven dediğimiz, zor, tehlikeli ve hiçbir zaman kesin güvencesi olmayan bir şeydir (belli bir dönemde, nerdeyse imkânsız olan davranışların toplamıdır aslında). Kesinlikle bilebileceğimiz tek şey, artık neyin bir dönemin şiirsel serüveni olmadığıdır: bir dönemin resmi icazet almış, sahte şiiri. Nitekim, gerçeküstücülük, kültürün ve günlük hayatın baskıcı düzenine karşı saldırısının parlak günlerinde, kendi güç kaynağını, haklı olarak, «gerekirse şiirleri bile olmayan bir şiir» biçiminde tanımlayabiliyordu. Oysa bugün IS için sorun, zorunlu olarak şiirleri olmayan bir şiir yaratmaktır. Şiirle ilgili olarak söylediklerimizin, yeni bir «şiir-yazma-sanatı»nı savunan gericilerin yaptıklarıyla hiçbir ilgisi yoktur yaptıkları, biçimsel modernizmin en az köhnemiş olanından kaynaklansa bile. Şiiri gerçekleştirmek, hem olayları hem de bu olayların dillerini aynı anda ve birbirinden kopmaz bir biçimde yaratmak demektir.

Bütün grup içi diller —genç insanların doğrudan ilişkilerle oluşturdukları gruplaşmaların dilleri; bugünkü avant-garde (öncü) akımların, kendi kendilerini tanımlama arayışı içinde, kendi iç kullanımları için geliştirdikleri diller; geçmiş çağlarda, trobar clus ve dölce stil nuovo gibi nesnel şiirsel üretimde kullanılan diller— belli bir dolaysız ve saydam iletişimi, karşılıklı tanıma ve uyumu amaçlar ve gerçekleştirir. Ancak, bu tür deneysel girişimler, değişik biçimlerde tecrit olmuş küçük grupların işi olmuştur hep. Bunların yarattığı olaylar ve şenlikler, her zaman dar sınırlara hapsolmak zorunda kalmıştır. Devrimin sorunlarından biri de, bu türden Sovyetlerin ya da iletişim konseylerinin bir federasyonunu oluşturarak, artık düşmanın iletişim ağına, yani iktidarın diline bağımlı kalmayacak ve böylece dünyayı kendi isteği doğrultusunda dönüştürebilecek aracısız bir iletişimi harekete geçirmektir.

Sorun, şiiri devrimin hizmetine vermek değil, devrimi şiirin hizmetine sokmaktır. Devrim, ancak böylelikle kendi tasarısına ihanet etmemiş olabilecektir. Tam da devrimin artık ortadan kalkmış olduğu bir anda kendilerini onun hizmetine sunan ger-çeküstücülerin hatasını tekrarlamayacağız. Kısmi kalmış ve hızla ezilmiş bir devrimin anısına bağlı kalan gerçeküstücülük, çok geçmeden, seyirlik topluma ait bir reformizm türüne dönüştü. Yürürlükteki seyirliğin egemen örgütlenmesinin içinde kalarak, onun belli bir biçiminin eleştirisi oldu. Gerçeküstücüler, seyirliğin her türlü içsel gelişmesi ya da modernleşmesinin, iktidar tarafından, şifresini yalnız kendi bildiği kodlanmış bir dile tercüme edildiğini anlayamamış görünüyorlardı.
Her devrim, şiirde doğmuştur ve her şeyden önce şiirin gücüyle yapılmıştır. Devrim kuramcılarının bir türlü göremediği bir olgudur bu. Ve alışılmış devrim ve şiir kavramlarına bağlı kalındıkça, hiçbir zaman anlaşılamayacaktır. Ama karşı-devrimci-ler bunu genellikle sezinlemişlerdir. Şiir her ortaya çıktığı yerde dehşete düşürür onları. Ellerinden geleni yaparlar şiirden kurtulabilmek için; engizisyondan salt üslup incelemelerine kadar her türlü şeytan kovma yolunu denerler. «Bütün zamanları elinde tutan» gerçek şiir anı daima tüm dünyayı ve tüm geleceği kendi amaçlarına göre yeniden yönlendirmek ister. Devam ettiği sürece de talepleri hiçbir uzlaşma kabul etmez. Tarihin tüm ödenmemiş borçlarını yeniden gündeme getirir. Fourier ve Pancho Villa; Lautréamont ve —izleyicileri bugün yeni grev biçimleri geliştirmekte olan— Asturias'ın maden işçileri; Kronstad'lı ve Kiel'li denizciler; ve bizimle birlikte ya da bizsiz, uzun bir devrim için mücadeleye hazırlanan herkes, yeni şiirin yaratıcılarıdır.

Şiir, giderek daha açık bir biçimde, tüketim toplumunun boşluk noktası, karşı-maddesi durumuna gelmektedir, çünkü tüketilebilir bir şey değildir (tüketilebilir bir nesnenin modern tanımına göre: tecrit olmuş ve edilgin tüketicilerden oluşan bir kitlede yer alan herkes için aynı değerde olan bir nesne). Alıntılanan bir şiir artık hiçbir şey değildir, o ancak eski bağlamından çalınarak, bozulup değiştirilerek yeni bir bütünlük içinde kullanılabilir (detournement). Yoksa, şiir tarihininin incelenmesi, akademik bir egzersiz olmaktan öteye geçmez. Şiir tarihi, tarihin şiirinden bir kaçış yoludur sadece — tabiî, eğer tarih kavramından, yöneticilerin seyirlik tarihini değil, günlük yaşamın ve bunun özgürleşmesinin tarihini, her bireysel yaşamın ve onun gerçekleştirilmesinin tarihini anlıyorsak.

Eski şiirin «koruyucularının» rolü hakkında da hiçbir kuşkuya yer olmamalı. Devlet çok farklı bir takım nedenlerle cehaleti ortadan kaldırmaya çalışırken, bunlar da eski şiiri daha çok yaymaya çalışırlar. Bir tür müze müdürüdür bu adamlar. Şüphesiz dünyada bir şiir kütlesi kalır hep, ama bunları yeniden canlandıran, iletişime sokan, kullanan yerler, anlar ya da insanlar yoktur ortada. Ortaya çıkabilmelerinin tek yolu da bozup değiştirme (detournement) pratiğidir; çünkü hem yeni kazanılmış hem de yitirilmiş bilgiler eski şiirin kavranışını değiştirmiştir; çünkü ne zaman eski şiir etkin bir biçimde yeniden bulunursa, belli olaylar bağlamına oturtulmuş olacak ve bu da ona yeni bir anlam kazandıracaktır. Ama en önemlisi, şiiri mümkün kılan bir ortam, geçmişin şiirsel başarısızlıklarını yeniden ortaya sürmemelidir (bu başarısızlıklar, şiir tarihinin başaşağı çevrilen ve böylece başarı ve şiirsel anıt olarak sunulan kalıntılarıdır aslında). Böyle bir durum, doğal olarak, kendi şiirinin iletişimine (ve mümkünse, egemenliğine) yönelecektir.

Şiir arkeolojisi, modern seyirliğin yarattığı yeni bir cehalet içinde yaşayan kamuoyu için uzman sanatçıların uzunçalarlara doldurduğu geçmiş şiirden seçmeleri yeniden ısıtmakla uğraşırken, bilgilendirmeciler de emirleri kolayca aktarabilmek için her türlü «özgürlük fazlasını» yok etmeye çalışmaktadırlar. Otomasyon kuramcıları hem hayattaki hem de dildeki değişkenleri yasaklayarak ve ortadan kaldırarak, otomatik bir kuramsal düşünüş üretmeyi amaçlamaktadırlar. Ama boyuna takılıp kaldıkları engeller vardır burda. Örneğin, bilgilendirmede bir uluslararası standartlaşmayla birlikte geçmiş kültürlerin de bilgilen- dirmeci bir revizyonunu gerçekleştirmeye başlamış olan çeviri makineleri, önceden hazırlanmış programlarının kurbanı olmaktadırlar: bu programlar, yapılarının bir gereği olarak, bir sözcüğün kazandığı herhangi bir yeni anlamı da, onun geçmişteki diyalektik çokanlamlılığını da kaçırırlar. Böylece dilin yaşamı— kuramsal kavrayıştaki bütün ilerlemelere bağlı olan bir yaşamdır bu («Düşünceler gelişir; sözcüklerin anlamı da bu gelişmeye katılır») — resmi bilgilendirmenin makine dünyasının dışında bırakılır. Ama bu aynı zamanda, özgür düşüncenin, bilgilendirmeci polis tekniklerinin ulaşamadığı belli bir gizlilik içinde örgütlenebileceği anlamına da gelir. Bulanık olmayan, tekanlamlı işaretler ve otomatik ikili sınıflandırma arayışı, varolan iktidarla çok açıktan bağlantılıdır ve aynı onun gibi eleştirilebilir. Bilgilendirme kuramcıları, en taşkın, en çılgın tasarılarında bile, seçmiş oldukları geleceğin hantal, kaba bir görünümünü sunmanın ötesine geçememektedirler; günümüz toplumunun egemen güçlerinin de peşinde olduğu aynı yeni cesur dünyadır(*) bu gelecek tasarımı: sibernetik bir devletin kurulması. Şu anda oluşmakta olan teknokratik feodalizmdeki lordların vasalları, bütün bu adamlar. Soytarılıklarının masum bir yanı yok: krala dalkavukluk etmek yaptıkları.

Bilgilendirmecilikle şiir arasında yapılacak seçimin eski şiirle bir ilgisi olamaz artık. Tıpkı klasik devrimci hareketin bugünkü hiçbir biçiminin, yaşamın egemen örgütlenişine karşı hiçbir yerde gerçek bir alternatif oluşturamaması gibi. Yine bu yargıya dayanarak, üretildiği ve tüketildiği eski biçimleriyle şiirin yok olduğunu ve etkili, beklenmedik biçimlerde yeniden ortaya çıkacağını ilan ediyoruz. Şiirsel emirler yazmanın zamanı değil şimdi; bunları yerine getirmek, gerçekleştirmek zorundayız.

Sitüasyonist Enternasyonal



(*) Aldous Huxley'in teknolojinin egemenliğindeki bir geleceği anlattığı Brave New World (Yeni Dünya) kitabına bir atıf [Ç.N.]
Çeviren: Nusret Erem

‘Akıntıya Karşı’ dergisinin Ocak 1986 tarihli birinci sayısından alınmıştır.

Blu



Sanatı kapalı kapılardan çıkarıp, hayatın içine akıtan; binaların bürokratik griliğine müdahaleler yapan, var olanı saptırıp modern gündelik hayat ve insan var oluşunun evrensel tragedyalarını delişmen bir kara mizah ile aktaran Blu'ya saygıyla...

Blu'nun yapıtını yer yer Panik Hareketine ve onun öncü resim ustası Roland Topar'a bağlamak mümkün.

Blu'nun sayfamıza konuk ettiğimiz yapıtı, ilk ayağı İzmir Hayalbaz da gerçekleşen, ikinci ayağı bu yaz İstanbul da olacak S.E.T'in de yer aldığı Nükleere karşı Sanat konsepti ile ruhsal bağlara sahip...

S.E.T'in linklerinden ulaşabileceğiniz Blu'nun web adresinde yer alan videoları özellikle tavsiye ederiz:
http://www.blublu.org/sito/video/video.htm

Bay André'nin Sihirli Mikro Evreni

Gomeda, Alfabetik Düşler, Hayatımın Özeti, Felix&scorpion....

Bay André'den yeni düşfilmlerini beklerken; onun sihirli mikro-evrenini ziyaret etmeninde tam sırası:

http://www.surrealismus.blogspot.com/

Tuzla'dan Size İyi Haberler!


Gökçen/Sirena...

22 Haziran 2008 Pazar

Sürüklenme




Karmaşık aklım beni Eyüp civarına sürükledi. Bir köprü üzerinde otobüsten inip uzaktan kalma Bizans kalıntılarının tuhaf çekiciliğine doğru sürüklendim. Burada daha önce bulunmuşmuydun? hiç sanmıyorum...

Yıkıntılar, tuhaf bir trafik adasına akarken hızın ritmine ağır aksak uyum sağlamaya çalıştım. Neredeyse gözüm kapalı yapılan bu yürüyüş beni, deniz ile sahilin beton ile birleştirdiği bir coğrafyaya getirdi.

Beyaz bir köpek sıcaktan sarhoş kıpırtısız yatıyordu. Tekneden inen genç kız ve oğlan az önceki devinimin izlerini taşırcasına kalp atışlarını adımlarına yansıtıyorlarda. Yüzlerinde erosun kameri...

Sahile vurmuş ve artık karada ilerleme şanslarını psişik güçlerle ölçen yarı-ölü tekne dışında sukunetli bir sahildi bu.Şehir; beton ile kendini denize kusmuştu. Su bu akıntının etkisi ile tuhaf bir grilik almıştı. Araba lastiğine bulaşmış yosun kolonisi, yeni varoluşların uygar dünyanın cinnetine rağmen var olacağının delili gibiydi.

Evet; şafak sökecek ve bu serseri ruhta yeni şiirler yazabilecekti, şehre karışarak...

Bay Perşembe

Şehirsel Kolaj





istiklal caddesi gibi bir canavarın merkezinde sadece kalabalık ile yıkanmayız, aynı zamanda dört bir taraftan bizi esir almaya çalışan bir simgeler ormanına da düşmüş oluruz. megapolün duvarları, havai fişek gibi parlayıp sönüveren imgeler ile bizi kuşatır. her türlü iletişim aracının yaydığı mesajlar, göz açıp kapayana kadar parıldayıp sönerken; duvarlara izler bırakır.bu doku şehri keşfe çıkanlar için bir tuvalin alt tabanına yapılan fon gibi bir lekeleşme yaratır. şehrinkapital görüntüsünün yarattığı fona müdahale etmek,sokağın sanatının baştan çıkarma alanındadır..

21 Haziran 2008 Cumartesi

Anti-Nazi Aşk Yemini!

Büyücü Fatom'un Sihirli Küresi

Vahşet Tiyatrosu- 2. Manifesto(1933)/Antonin Artaud

Kabul edilsin ya da edilmesin, bilinçli ya da bilinçsiz, şiirsel durum, yani hayatın aşkın bir durumu, aslında halkın aşkta, suçta, uyuşturucuda, savaşta ve isyanda aradığıdır.

Vahşet Tiyatrosu tiyatroya tutkulu ve çırpınmalı bir hayat kavramını geri getirmek için oluşturuldu; ve bu tiyatronun dayandığı vahşeti şöyle anlamak gerekiyor; şiddetli bir sertlik ve sahne elemanlarının aşırı derecede yoğunlaşması.

Sistemli bir biçimde değilse de gerektiğinde kanlı olabilen bu vahşet, yaşama ödenmesi gereken bedeli ödemekten korkmayan kuru bir ahlaki safiyet kavramı ile karışıyor.

1 - Öz Açısından;

Yani konular ve işlenen temalar. Vahşet Tiyatrosu çağımızın başlıca huzursuzluk ve endişelerine cevap veren konular seçecektir.

Vahşet Tiyatrosu insanın ve çağdaş yaşamın mitlerini kurtarma çabasını sinemaya terketmemek niyetindedir. Ama bunu kendine özgü bir şekilde, yani dünyanın ekonomiye, yararlılığa ve tekniğe yönelişine karşı çağdaş tiyatronun sahte bir uygar insan cilâsı altına sakladığı büyük meseleleri yeniden gündeme getirerek yapacaktır.

Bu temalar kozmik, evrensel, en eski metinlerden ve eski Meksika, Hint, Yahudi, İran vs... kozmogonilerinden (2) alınarak yorumlanmış olacaklar.

Vahşet Tiyatrosu, insan kişiliğini ve duygularını dilimlere ayıran psikolojik yaklaşımı reddederek, yasalar tarafından ezilmiş ve dinler, kurallar tarafından deforme edilmiş toplumsal insanın da ötesine “bütün insana” hitap edecek.

Ve insanı anlatırken ruhun tersini de yüzünü de yansıtacak; imgelemin ve düşlerin gerçeği, yaşamla aynı düzlemde gösterilecek.

Ayrıca büyük toplumsal çalkantılar, halkların halklarla, ırkların ırklarla çekişmesi, doğal güçler, rastlantının müdahalesi, kaderin manyetik çekimi ister dolaylı - mistik boyutlarda, tanrılar, kahramanlar ve canavarlar kadar büyütülmüş kişiliklerin hareket ve jestleri biçiminde -ister dolaysız- yeni bilimsel yollarla elde edilmiş maddi görüntüler biçiminde - olarak kendilerini gösterecekler.

Bu tanrıların ve kahramanların, bu canavarların, bu doğal ve kozmik güçlerin yorumlanması en eski kutsal metinlerin ve eski kozmogonilerin imgelerinden esinlenerek gerçekleştirilecek.

2 - Biçim Açısından;

Öte yandan tiyatronun, halkın en içine kapanık ve dalgın kesimleri için ebediyen tutkulu ve duyarlı olan bir şiirin kaynaklarına yeniden dalması gerekliliği eski ilkel mitlere dönüş yoluyla gerçekleştiğinden, biz, metinden değil de mise en scene’den bu eski çatışmaları gerçekleştirme ve daha çok da güncelleştirme çabasını isteyeceğiz; yani bu temalar doğrudan doğruya sahneye taşınacak ve kelimeler içinde boğulmaksızın hareket, yüz ifadesi ve jest olarak gerçekleşecekler.

Böylece metin konusundaki teatral batıl inançtan ve yazarın diktatörlüğünden kurtulacağız.

Ve işte böylece sözün ve sözcüklerin tehlikeleri ve dilden ileri gelen bozukluklar olmaksızın doğrudan ruh ile dönüştürülen ve hissedilen eski halk gösterilerine yeniden kavuşacağız.

Tiyatroyu her şeyden önce gösteri üzerine temellendireceğiz ve bu gösteriye katacağımız şey yeni bir uzam anlayışıdır. Bu uzam olası tüm planlarda ve her türlü yükseklik, derinlik, perspektif açılarından kullanılacaktır. Ayrıca bu anlayışa hareketin dışında özel bir zaman fikri de eklenecektir.

Belli bir süre içinde olabilecek en çok sayıda hareketle, olabildiğince çok fiziksel imgeyi ve bu hareketlere bağlı anlamları birleştireceğiz.

İmgeler ve hareketler yalnızca göz ve kulağın açık seçik zevklerine değil, ruhun daha gizli ve daha yararlı zevklerine de hitap edecekler.

Böylelikle teatral uzam yalnızca boyutları ve hacmi içinde değil, eğer denebilirse, iç çamaşırları içinde de kullanılacak.

İmgelerle hareketlerin örtüşmesinin sonuç olarak varacağı nokta, nesnelerin, sessizliklerin, haykırışların ve ritimlerin gizli anlaşması yoluyla, temelinde sözcüklerin değil imlerin bulunduğu gerçek bir fiziksel dilin yaratılması olacaktır.

Çünkü şu bilinmelidir ki; belli bir zamanda yapılmış bu hareket ve imge niceliğine, sessizlik ve ritim kadar belli bir titreşim ve gerçekten yapılmış jestlerden, gerçekten kullanılmış nesnelerden oluşmuş belli bir maddi kışkırtmayı da katacağız. Ve denebilir ki en eski hiyerogliflerin ruhu bu saf teatral dilin yaratılmasına yön verecektir.

Herhangi bir halktan seyirci her zaman direk ifadelere ve imgelere düşkün olmuştur; söylenen sözler, açık seçik sözlü ifadeler aksiyonun açıkça belirlendiği bölümlere ve yaşamın hareketsizleşip bilincin devraldığı bölümlere girecektir.

Ama bu mantıki yönün yanı sıra sözcükler bir çeşit büyü tekerlemesi gibi, yani gerçekten sihirli yönleriyle de kullanılacak -yalnızca anlamları değil biçimleri ve yaydıkları ses dalgaları açısından-.

Çünkü canavarların etkili görüntüleri, kahramanların ve tanrıların sefahati, çeşitli güçlerin plastik görünümleri, dış görünüşleri bozmak ve unufak etmekle yükümlü şiirin ve mizahın sarsıcı müdahaleleri, gerçek şiirin anarşik ve analojik ilkelerine göre, ancak duyular üzerine yöneltilen baskı sonucu ruhun varabildiği hipnotik telkin atmosferinde asıl büyülerine kavuşabilirler.

Eğer bugün rahatlatıcı tiyatrosunda, sinirler yani belli bir psikolojik duyarlılık bile bile bir kenara atılmış, seyircinin bireysel anarşisine teslim edilmişse, Vahşet Tiyatrosu duyarlılığı kazanmak için önceden denenmiş büyülü yolların hepsini yeniden kullanmak niyetindedir.

Renklerin, ışıkların ve seslerin şiddetinden, müzikal bir ritmin ya da söylenmiş bir sözün titreşimi, sarsıntısı veya tekrarından oluşan, tonaliteyi ya da sahne ışıklandırmasının iletişimsel kapsamını kullanan bu yollar yalnız “ahenksizlik” aracılığı ile tam bir etki sağlayabilirler.

Ama bu ahenksizliği tek bir anlamın egemenliğine teslim etmek yerine, bir anlamdan diğerine, bir renkten bir sese, bir sözden bir aydınlığa jestlerin sarsıntısından tonalitenin dümdüzlüğüne vs.. atlatarak geliştireceğiz.

Bu şekilde biçimlenen, bu şekilde yapılanan gösteri, sahnenin tasfiyesiyle bütün tiyatro salonuna yayılacak ve tabana inerek ince iskelelerden oluşmuş bir parmaklık gibi seyirciyi dört yandan sarıp sürekli bir ışık, imge, hareket ve gürültü yağmuruna tutacaktır. Dekor, dev mankenler boyutlarında büyütülmüş kişiliklerden, sürekli yer değiştiren nesneler ve maskeler üstünde ışıldayan hareketli ışıkların yarattığı manzaralardan oluşacak.

Ve uzamda kullanılmamış bir yer kalmayacağı gibi, seyirciye de nefes alacak vakit ve aklında ya da duyarlılığında boş bir yer bırakılmayacaktır. Yani yaşamla tiyatro arasında belli bir kesinti olmayacağından sürekliliği sağlama sorunu kalmayacaktır. Bir filmin herhangi bir sahnesinin çekimine şahit olan bir kimse ne demek istediğimizi çok iyi anlayacaktır.

Sinemanın, filme kaydedildikleri anda her türlü etkisini, büyüsünü ve hayatiyetini kaybeden yani ziyan olan ışıklandırma, figürasyon gibi pek çok zengin teknik olanaklarını tiyatro sahnesinde kullanmak amacındayız.

Vahşet Tiyatrosu’nun ilk gösterisinin adı şu olacak :

MEKSİKA’NIN FETHİ

İnsanlar değil olaylar sahnelenecek. İnsanlar yerlerine psikolojileri ve tutkularıyla gelecek, ama, belirli güçlerin görüntüleri olarak ve olaylar ile içinde rol aldıkları tarihin ölümcüllüğü açısından ele alınacaklar.

Bu konu şu yüzden seçildi:

1- Güncelliği ve bunun yanı sıra Avrupa’yı ve dünyayı hayati açıdan ilgilendiren sorunlarla olan bağlantıları yüzünden.

Tarihi açıdan “Meksika’nın Fethi” sömürgecilik sorununu işleyecek. Avrupa’nın bir türlü yok olmayan üstünlük duygusunu acımasız kanlı ve sarsılmaz bir şekilde sahnede canlandıracak. Gösteri, Avrupa’nın kendi kendisine yakıştırdığı üstünlük duygusunun söndürülmesini sağlayacak. Hıristiyanlığı çok daha eski dinlerle karşılaştıracak. Batı dünyasının paganizmden ve bazı doğal dinlerden çıkardığı yanlış kavramları yargılayacak ve bu dinlerin üstüne kurulduğu hâlâ geçerli olan eski metafizik temellerin şiirselliğini ve ihtişamını patetik ve yakıcı bir şekilde vurgulayacak.

2- Hâlâ çok güncel olan sömürgecilik sorununu, yani, bir kıtanın bir başka kıtayı kendi yararları için kullanmak hakkına sahip olduğu inancını sorgularken aynı zamanda bazı ırkların öteki ırklara olan (ama bu sefer gerçek) üstünlüğünü de sorgulayacak ve bir ırkın dehasını uygarlığın kesin formlarına bağlayan içsel akrabalık ilişkisini gösterecek. Sömürgecilerin tiranik anarşisiyle geleceğin sömürüleceklerinin derin ahlaki uyumu arasında bir karşıtlık kuracak.

Daha sonra en haksız ve en kaba maddi temeller üzerine kurulmuş çağın Avrupalı monarşisinin karışıklığına karşı, tartışılmaz tinsel esaslar üzerine yapılandırılmış Aztek monarşisinin organik hiyerarşisini aydınlığa kavuşturacak.

Toplumsal açıdan, gösteri, hiç kimsenin aç kalmamasını sağlayan yani devrimi çok eskiden gerçekleştirmiş olan bir toplumun yaşadığı huzuru gösterecek.

Ahlaki kargaşanın ve Katolik anarşinin pagan düzenle bu çatışmasından, acımasız diyalogların arasına serpiştirilmiş güçlerin ve imgelerin olmadık çalkantılarını çıkartabilir “Meksika’nın Fethi”. Ve bu, tamamıyla karşıt fikirleri birer leke gibi taşıyan kişilerin adam adama dövüşmeleriyle olacak.

Ahlaki öz ve böyle bir gösterinin güncel ilgisi yeterince vurgulandıktan sonra sahnelenmek istenen çatışmaların gösteri açısından değerli olması konusunda ısrar edilecek.

Önce Montezuma’nın iç kavgaları var; tarih bizi bu trajik kralı güdülendiren güçlerin neler olduğu konusunda hiçbir zaman aydınlatamamıştır.

Astrolojinin gözle görülen mitleriyle olan kavgası ve sembolik tartışması, görsel ve objektif bir şekilde anlatılacak.

Nihayet, Montezuma’dan başka bir de güruhlar var, toplumun çeşitli kesimleri var, halkın (Montezuma tarafından temsil edilen) kadere başkaldırısı var, inançsızların şikâyet bağırtıları var, filozofların ve rahiplerin anlamsız gevezelikleri var, şairlerin ağlayıp sızlanmaları var, tüccarların ve burjuvaların ihaneti var, kadınların cinsel çekimserliği ve iki yüzlülüğü var.

Güruhların ruh hali, olayların itici gücü, kimi yerlerde güç çizgileri çekerek, dalgalar halinde seyircinin üstüne üstüne gidecek ve bu dalgaların üstünde bazılarının zayıflatılmış, isyan eden ve umutsuzca çökertilmiş bilinci saman çöpü gibi su yüzüne çıkacak.

Teatral açıdan sorun bu güç çizgilerini kesinleştirmek, ahenkli hale sokmak, bir merkezde yoğunlaştırmak ve bunlardan bazı çağrışımlara yönelten melodiler süzmektir.

Bu imgeler, bu hareketler, bu danslar, bu ayinler, bu müzikler, bu eksik melodiler, bu sonuçsuz diyaloglar titizlikle not edilecek ve özellikle gösterinin diyalogsuz bölümlerinde sözcüklerle yapılabileceği kadar tanımlanacak; ilke, aynı bir müzik partisyonunda olduğu gibi sözcüklerle tanımlanamayacak şeyleri notalamak ya da şifrelemek olacaktır.

Çeviren: Emrah Kolukısa

NOTLAR
(1) Le Théâtre et son Double; Gallimard, 1964.
(2) Dünyanın yaradılışına dair öyküler.

“Mimesis / Çeviri-Araştırma Dergisi”, Ocak-1989, Sayı: 1

19 Haziran 2008 Perşembe

Celia Gourinski Sonsuza Uçtu.....



Arjantin ve Uruguay Sürrealistlerini yan yana getiren dost Grupo Surrealista del Rio de la Plata'nın düşeylemcilerinden, 1938 dogumlu Sürrealist yaratıcı Celia Gourinski'yi sonsuzluğa ugurladık.
Buenos Aires ve Montevideo'daki dostlarımıza kardeşçe sevgilerimizle, başsağlığı diliyoruz.

S.E.T aktivistleri

4 Haziran 2008 Çarşamba

2 Stickers




Ozitras
Perşembe

No Way Out!


Big Brother is Listening to You!

Kleist yada İnsanlık Halleri/GözdeGenç

Mutluluğun emin yolunu bulmak
ve hayatın en büyük eziyetleri içinde
olunsa bile bundan etkilenmeden
o mutluluğu tatmak üzerine...


Kleist tahminen yirmili yaşlarında arkadaşı R. v. Lilienstern’e yazdığı bir mektupta sevgiden ve mutluluktan bahseder. Muhtemelen bu mektup Lilienstern’in “insanlıktan topyekun nefret ettiğini” söylemesi üzerine yazılmıştır. Kleist arkadaşını “herkes için aynı oranda mümkün” bir mutluluktan, herkesin içinde bulunan bir cevherden bahsederek teselli etmeye çalışır. Der ki; bahtsız gibi görünen insanların payına düşen mutluluk az değildir, çünkü onlar mutluluğu nadiren buldukları için çok daha şiddetli yaşarlar, oysa iltimas görenlerin zevk alma duygusu körelir ve boşluğa düşerler. Zannınca mutluluk kalptedir, ancak kanaatle ve sevgiyle mümkündür. Gerçi kendisi de orta yolun her türlüsünden hala nefret etmektedir, ama mutluluğa giden en doğru yol herhalde budur ve kendisi de zamanla ve tecrübeyle o yolu bulacağını ummaktadır...

Kleist o ulvi ‘altın orta’ yolu asla bulamadı... Mutluluğu ancak aşırıda tadabildi. Uç noktalarda, yaşamda değil ölümde. Stefan Zweig, Nietzsche ve Hölderlin’le birlikte ‘Kendileriyle Savaşanlar’ grubuna dahil ettiği Klesit’ın yaşamı boyunca eremediği dinginliğe ölüm kararını kesinleştirdiğinde erdiğini anlatır: eşyalarını satmış, borçlarını ödemiş, hesaplarını kapatmış, mektuplarını yazmış, ‘Ruhumun Hikayesi’nin ve kimseye beğendiremediği oyunlarının el yazmalarını yakmış ve son günlerini hayatında eksik olan bir rahatlık, güven ve gurur içinde geçirmiştir.
Kleist’ın ömrünce aradığı ölüm yoldaşı, “ölümde ortak bir ruh eşi” ihtiyacı ise ruhunun hikayesinin yokoluşuyla bir sır olarak kaldı. Hayatını birlikte geçiren eşlerin ölümde ayrılmak istememesi insanın muhayyilesine sığar ama özellikle ve sadece ölümde buluşacak bir eş aramak nedendir? Birlikte ölmek yaşama dair bir fantezi değil midir? Ölesiye, öldüresiye sevenlerin dileği de öncelikle “hiç yaşamamak, gidip dosdoğru ölmek” değildir ki... Klesit’ın ölümde eşini bulduğu anda kavuştuğu huzur beni her zaman huzursuz etmiştir. Ömrü boyunca insanlar içinde yapayalnız yaşayan bir adam neden gidip tek başına ölememiştir de ille yanında bir sevgili istemiştir? Bilmediğimiz bir şeyi mi biliyordur yoksa tecrübe etmediğimiz bir insanlık halini mi tecrübe etmiştir?

Çünkü Kleist insanlık halleriyle fazlaca meşgul olmuş biridir. Tiyatro eserlerinde daha heyecanlı ve daha alaycı olmakla birlikte hikayelerinde olduğu gibi “insanlık halleri”ni anlatır. İlk tiyatro denemelerinden olan “Amphitryon” Moliere’e bir öykünme değil övgüdür. “Kırık Testi” ise Kleist’ın ne ince zekadan ne de mizah duygusundan hiç de yoksun olmadığını gösterir. Yani öykülerindeki kuruluk, edebiyat yoksunluğu, yine Zweig’ın tabiriyle dilin bir alet gibi hoyratça kullanılışı, başka türlüsünü beceremediğinden değil, öyle olmasını istediği içindir. Klesit’ın hikayelerinde gerçekten hiç bir estetik kaygı gözetilmediği gibi, her türlü etik kaygı da özenle dışlanır. Hiç bir ideal, hiç bir yücelik yoktur. Onur, sadakat, aşk, nefret, verilen sözler, edilen yeminler, davalar... bunların hepsi değişken, hatta kaypak şeylerdir. Daha doğrusu insanlık halleridir. Ve açıkça görülür ki bu haller anlıktır. İnsanda kişilik namına sabitlenebilecek bir şey yoktur. Her şey ‘yanar-döner’, ya da ‘yanar-söner’dir. (Kişi aynı kişiyi sever ve ihanet eder, bekler ve ondan kaçar, esirger ve öldürür.) Kleist bunları öyle mesafeli ve öyle tarafsız anlatır ki, ben bunlara uzağım diyen bir çeşit tanrısal bakış tutturmuş gibidir. Bu insanlık hallerini küçümsediği ya da affettiği de belli değildir. İnsanlık manzaralarının tümüyle dışındadır. Peki o zaman nerededir? İnsanlık hallerinden çıkıp hangi hale girmiş olabilir? O nasıl bir haldir ki bu adam bunca ölümüne susamış, ama kendi başına ölmekten de bu denli imtina etmiş, yoldaşını bulunca, o halleri anlattığı sayfaları da geride kalanlardan esirgeyip, yakıp gitmiştir.
Bu hikayenin diğer kahramanından, Klesit’ın şaşırtıcı suç ortağından, Henriette Vogel’den bize kalan ise yalnızca sessizliktir.

Gözde Genç

Öpücük/Cins

Endülüs Köpeği/Un Chien Andalou


Bir Endülüs Köpeği /Un Chien Andalou

Bana göre Bir Endülüs Köpeği’nin, şiir biçiminde geliştirilmiş ruhsal bir dram olması, toplumsal bir filmin gerektirdiği nitelikleri içermesini de engellemiyor.
Bir Endülüs Köpeği, bir çok açıdan bir temel yapıt: sahneye koyuştaki güven, ışıklandırmadaki ustalık, görsel ve düşünsel çağrışımların yetkinliği, düşlerin sağlam mantığı, bilinçaltıyla usçuluğun hayranlık veren çatışması.

Toplumsal konu açısından ele alındığında Bir Endülüs Köpeği özlü ve yürekli bir film.
Bu arada, az rastlanan bir film türü olduğunu da belirtmeliyim.

Luis Bunuel’i bir tek ve ancak on dakika gördüm. Görüşmemizde Bir Endülüs Köpeği’nin senaryosundan söz etmedik. Bu nedenle size filmi rahatlıkla anlatabileceğim. Elbette yorumum yalnızca beni bağlar. Belki de gerçeğe yaklaşacağım ama kuşkusuz saçma sözler de edeceğim.

Bir Endülüs Köpeği uluyor, peki ölen kim?

Dünyaya salıverilmiş insanların yaptığı tüm canavarlıkları onaylatan gevşekliğimiz, usturayla kesilen bir kadın gözünü perdede görmeye dayanamayınca çetin bir sınava giriyor.dolunayı örten bir buluttan daha mı korkunçtur bu görüntü?
İşte başlangıç böyle: bu başlangıcın bizi kayıtsız bırakmadığını itiraf etmek gerekir. Giriş bölümü, bu filmde alışılagelmişin dışında bir gözle söz konusu olacağına inandırıyor.

Tüm film boyunca da aynı güç sarsıyor bizi.
İlk görüntüden başlayarak, çok çabuk büyümüş ve bisikletle gidonu tutmadan, elleri baldırlarında, orasına burasına kanat gibi önlükler takmış olarak sokaktan geçen bisikletli bir çocuk aracılığıyla, boyun eğdiğimiz dünya ile (bize layıktır bu dünya) aşırı önyargılar, kendini feda edişler ve acınacak olağanüstülükteki pişmanlıklar dünyasıyla çatışmalarımızda alçaklığa dönüşen saflığımızı görebiliriz.
Bunuel, kalleşçe darbe nedir bilmeyen iyi bir silahşördür.
Artık yok olmuş ve yalnızca yatağın çukurunda tozu kalmış bir insanın son süslenişi olan cenaze törenlerine bir darbe.
Aşkı, ırza geçmeyle lekeleyenlere bir darbe.
En örtülü biçimi alıklık olan, kendi kendine acı çektirme zevkine darbe.
Boynumuza geçirdiğimiz aktörenin iplerini biraz çekelim de ucunda neler bulunduğuna bakalım:

Bir mantar, işte hiç değilse ağırlıklı bir gerekçe.
Bir kavun, zavallı kentsoyluluk.
İki keşiş, zavallı İsa.
Tıka basa leş ve pislik dolu kuyruklu iki piyano, zavallı duyarlılık.
Sonunda da, yakın çekimde eşek; zaten bekliyorduk.
Bunuel korkunç bir adam.

Yetişkinlikte ulaşabilecekleri konumu ergenlik çağında öldüren ve denizin anılarımızla pişmanlıklarımızı fırlattığı kıyı boyunca ve ormanda ilkbahardaki durumlarını kuruyana dek arayanlara yazıklar olsun.köpeğe dikkat edin; ısırır.

Görüntüleri tek tek ele alan kuru bir çözümlemeden kaçarak, coşkun şiirine saygı duyulması gereken –iyi bir film için bu zaten olanaksızdır- Bir Endülüs Köpeği’ni yalnızca görmek yada yeniden görmek isteğini vermek umuduyla tüm bunları belirttikten sonra toplumsal sinemaya yönelmek, ilgi çeken bir konuyu, et yiyen bir konuyu, sinemaya vermek demektir.

Jean Vigo
(çeviren: Osman Senemoğlu- Nisan yayınları 1988)

Engelli Koşucu/Onston

The 6th Degree

TimeOut: Istanbul

The 6th Degree
With Rafet Arslan of Surrealist Action

March 2008


Surrealist Action is...

Graffiti, street art, poems, short stories, graphic art, paintings and sketches, films... an intersection of a variety of artistic disciplines...

Which you showcase on your blogsite, http://surrealisteylemturkiye.blogspot.com/, at free-of-charge exhibitions both domestically and abroad; as well as among various fanzines, such as Fetus, Albemuth and Düzensiz.

Yes... we’re trying to bring art to the streets and make it more accessible to the general public so it’s not just for the elite, or for the few. Our aim being, to help resuscitate the weakening connection between life and art...

What do you see as being the threat to that connection?

Living in a world driven by consumerism, we’re far removed from our own struggle of being. As art turns into a market industry, it becomes tame, compliant. Privacy is surrendered, and it becomes sterile.

Does Surrealist Action encompass strictly Surrealist art?

No. We’ve got artistic manifestos in keeping with the first Surrealist Manifesto drawn up by Andre Breton in 1924 – for example, the Wayward’s Manifesto, The Street Art Manifesto, The Mutant Art Manifesto, and the Manifesto of Poetry – but our focus isn’t Surrealist art per se.

So where is the “surrealist” connection?

The world presented to us is a virtual one... and we prefer to look at it from, let’s just say, a twisted angle. Take the poem, “Lezziz Ceset” (Scrumptious Corpse), which uses a random form of poetry written by a group of people. Someone writes a line, folds the paper over, passes it on to the next person, and so on. The point here is to remove prejudices and see what comes from the subconscious...

Then we have Turkish-style “street surrealism” – where I write a poem on a sticker and stick it up on a wall, for example. Not to mention the graffiti we all know...

So we certainly have a surrealistic bent in some of our art, but it’s not our sole area of focus, by any means.

It’s worth mentioning, on a more historical note, that there have been a number of noted poets in the region who were, one could argue, pre-Surrealists. Consider the quote by Hassan El Sabbah, who lived around the time of the European Middle Ages: “Nothing is real, but everything is possible.” Omer Hayyam, Hallac-I Mansur and Sheikh Bedreddin are others to check out, for those who are interested…

Surrealist Action also is, as the name would indicate, an action…

Our aim isn’t one of a political nature, per se… That said, with the politically charged circumstances that exist in Turkey, much of our art is, in fact, political. For example, we’ll be in İzmir in April to put on an exhibition of artwork concerning the dangers of nuclear energy – given recent discussions of building a nuclear energy plant in Turkey.

Have you encountered any obstacles in the way of censorship?

Not so far – we’ve officially been around since April of last year – but then, the free-market society we live in is a form of censorship in and of itself, after all. Working 9-6, aren’t I censored anyway? The conditions of a free-market society run counter to independent thought, and censorship is inherent in having to follow its rules.

You are, of course, a non-profit initiative...

Yeah – we’re totally against art for profit. We pay expenses out-of-pocket – for paint, say, or print-outs... All our support so far has been entirely volunteer-based. We haven’t received any money.

Though you aren’t a formal organization...

We’re a loose collective of volunteers, with no formal bureaucratic structure whatsoever. We keep the ball rolling by running interference with each other to get things done.

Our artwork and the projects we’re involved with are entirely our own creations and they come from the heart. We aren’t into dogma or labels, or putting on an aesthetic show. Each of us is simply trying to make progress by dealing with the labor pains that come with the fact of our existence.

Surrealist Action has taken part in the Barışarock Festival in Sarıyer, which took place last October…

The non-profit Barışarock Festival took place at the same time as the Rock ‘n’ Coke Festival, in a pointed act of opposition. It featured our exhibit, Crimes of Passion, which was a collection of photographs, poems and short stories – many of them collaborations – of 17 of our friends.

There’s also action abroad…

Surrealist Action has been around for longer in countries like Argentina, Portugal, Sweden, England and Spain… We as Turkish Surrealist Activists, along with a host of amazing Portuguese artists, recently took part in an event in Portugal to honor the Portuguese poet and painter, Mario Cesariny, with our poems and paintings. The independent film director, Jan Svankmajer, was also there.

Who can get in on the Surrealist Action as a participating artist?

Anyone with a suitable artistic idea and who feels a sense of belonging to the cause. Just contact us through our blogsite. Artwork in English is welcome.

Note: The January and February 6th Degree interviews were also conducted by Ms. Şahin.

1 Haziran 2008 Pazar

Panik Hareketi






1962/.....

tedirgin selamlarla!