RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE

THE DIN OF STREET SPIRIT SOUNDS IN THE RYTHME OF DREAMS

29 Ağustos 2008 Cuma

ilhan berk sonsuza uçarken

yaşamı şiirden görmüş, dünyayı resimlerle, sözcüklerle boyamış,her daim genç şair/ressamımızı kendi şiiriyle selamlayalım


ÜÇ KEZ SENİ SEVİYORUM DİYE UYANDIM

Üç kez seni seviyorum diye uyandım
Tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim
Bir bulut almış başını gidiyordu görüyordum

Sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün

Sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim
Sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum
Taflanım! diyordu bir ses duyuyordum

Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün

Kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım
Şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim
Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum

Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun

26 Ağustos 2008 Salı

radyoaktif serpintinin daniskasıyım!

3. Uluslararası Sürrealist Festival Londra (bölüm 3)


Ouebec'ten gelen 12 kelimw ve kadıköy sokaklarında var olan 3 kolaj...

25 Ağustos 2008 Pazartesi

3. Uluslararası Sürrealist Festival Londra (bölüm 2)




12 kelimemize Arjantin'deki dostlardan gelen otomatik şiirin Ayşe Özkan tarafından yapılan çevirisi, ingilizce ve İspanyolca metinleriyle. Ayrıca J. Carlos'un yolladığı 3 tane pasaj Dérive fotoğrafı ile birlikte...

DÉRIVE THROUGH PASAJE GUEMES

LEZBIYEN menekşe gözlerin heykeli
MAKAS yosunlar arasında donmuş ağzı açık
Toprak dudakların GÖKGÜRÜLTÜSÜ
Beyaz çarşaflar ortasında bir kadın kolu gibi çatallanan SOKAK
Buyurgan topografik bir sahnenin İÇUZAYINA doğru
Kafes çaydanlıklar titriyordu şimşek çaktığında
Sınırsız BALIKLAR ve leziz şikayetlerle
Ökseotu ve ateşin AYAKLANMASI
Gölgesi olmayan izsiz ayakizleri ile solgun PERSONA
Ya da burda doğum yeri üzerinde KAN
Horozibiği HÜCRESİNDEN zigzag kaçış arayan
PSİŞİK panoromalar arasından


LESBIAN caryatid of violet eyes
SCISSORS open-mouthed frosted between lichens
THUNDER of earthy lips
STREET which forks as a woman arm in the midst of the white sheets
into INNER SPACE of a magisterial topographic stage
and tremble the lattice TEAPOTS in the twilight
with unlimited POISSONS and delicious complaints
REBELLION of mistletoe and fire
pale PERSONA with no traces of footprints without shadows
or BLOOD here on the place of birth
looking escape on zigzag from the amaranth CELL
through the PSYCHIC Panoramas.


LESBIANA cariátide de ojos violáceos
TIJERA boquiabierta escarchada entre líquenes
TRUENO de labios terrosos
CALLE que se bifurca como un brazo de mujer entre sábanas blancas
en el ESPACIO INTERIOR de un escenario topográfico magistral
Y tiemblan las TETERAS de celosía en el ocaso
con VENENOS sin fin y deliciosos lamentos
REBELION de muérdago y fuego
PERSONA pálida sin rastros de pisadas y sin sombra
sin señales de SANGRE aquí en el lugar del nacimiento
que busca en zigzag salir de la CELDA de amaranto
en los Panoramas PSIQUICOS.

3. Uluslararası Sürrealist Festival Londra




Kentin İmgeler Pusulasında Kaybolmak

Türkiye’nin sürrealist aktivistleri 3. London Uluslararası Sürrealist Festivalinde, rastlantısal sokak şiiri yaratma oyunumuzla yer alıyoruz. SLAG-Londra Sürrealist Eylem Grubu’nun ev sahipliği yaptığı etkinliğe S.E.T geçen sene london music box adlı projemizle katılmıştık. Bu sene otomatik olarak seçtiğimiz 12 kelimeyi dostlarımıza yollayacak, onların yolladığı 12 kelime ile de kentin dış mekanında rastsal bir şiir oluşturmaya çalışacaktık. Oyun önerimizi önce Arjantin Sürrealist Gruptan dostumuz J. Carlos ve ardından Sürrealist Londra Eylem Grubundan dostumuz Merl kabul etti.

Önerimizin ilk hayata geçirilmesi Arjantin’den dostlarımızın Guemes pasajında Derivé adlı oyunu geldi.12 kelimemiz üzerinden pasajlara sürüklenen otomatik şiiri ve 3 pasaj fotoğrafı… Aynı yöntem ile SLAG ile oyunumuzu oynamaya karar verdik ve bir otomatik kolektif lirik üzettik. Quebec Sürrealist Gruptan David Nadeau oyunumuza ses veren 3. dostumuzdu. Onun yolladığı 12 kelimeden Ayşe’nin ürettiği otomatik şiir için 3 sticker hazırladık. Boyama ve kolajlar ile hazırladığımız stickerlar sokaklardan Kanada’ya selam yollayacaktı.

Kadıköy, sıcak bir yaz sonu günü, sokaklarda ürkek bir titreme var. Kırtasiyeden A4 sticker ve maket bıçağı alıp, oyunu oynayacak bir yer düşünüyoruz. Daha öncede gündüz psikocoğrafyasına daldığımız, gece kaldırımlarına oturup bira içtiğimiz, ortasından arabaların geçtiği ince uzun bir caddeye ayaklarımız bizi sürüklüyor. Az yukarıdaki tahta panolara otomatik erekte şiirler yazmış, stickerlar yapıştırmıştık. Tam şurada dönüşümünü kaydettiğimiz inşaat alanı ve tam karşısında göze batan bir yerde yeşil plastik çöp konteynırı. Etrafta gündelik hayatın manipüle edici doğasına teslim olmuş insanlar; ne yazık ki birer robota benziyorlar. Sıcak havada masalarından bazılarını dışarı atmış bir kafenin adı ilgimi çekiyor: yazı…

Oyunumuzu burada oynayacağız. J. Carlos’un 12 kelimesini Ayşe Türkçe’ye çeviriyor ve 12 kelimeyi küçük kağıt parçacıklarına yazıp, katlıyoruz. Ardından, tıpkı çekilişlerde olduğu gibi birer birer açıp otomatik şiir olarak dizdik. Ortaya çıkan şiir şöyleydi:

yosun Maldoror, su ağaç
bataklık evrensel özgürlük
dalgıç deniz kızı ametist taşı
ufuk patlıyor
arabesk

Bu arada Ayşe’den dörde kestiğim stickerların her birine düşünmeden desen daha doğrusu karalama yapmasını rica ediyorum. Her iz bıraktığı stickera şiirimizin bir kelimesini yazıyorum. Az sonra elimizde sıraya dizdiğim 12 sticker var. Masadan ayrılıp sırasıyla etiketlerimizi yeşil plastik çöp kutusuna yapıştırıp, masaya dönüyorum. Ardından fotoğraf makinesi ile gidip çekim yaparken, yoldaki 2 genç kızdan biri diğerine ‘aa Maldoror yazıyor’ diyor. Sonra masaya geri dönüp insanların sokağa yaptığımız bu müdahaleyle tesadüfi bir buluşma yakalayıp-yakalayamayacağını gözlemlemek için.
Sokağı dolduran kalabalığın çoğu başı önde, zihni hayatının problemlerini düşünmeye dalmış, geçip gidiyor.

Bu arada masada kelimelerimiz ile yeni bir metin daha yaratıyorum.

bataklık ufuk evrensel özgürlük
su ağaç yosun arabesk
dalgıç denizkızı ametist taşı
patlıyor Maldoror

Bu sırada sokaktan geçen 2 genç aşık, el ele oyunumuzu keşfediyor, 2-3 dakika aralarında konuşarak inceliyorlar şiirimizi. Masadaki arkadaşlarla neşeleniyoruz bu duruma, Arjantin’den gelen kelimelerden türettiğimiz şiir bir anda sokakta canlanıyor, insanlar ile iletişime geçiyordu.
Türettiğim 2. şiiri tek ve büyük bir stickera hazırlıyorum, bu arada 12-13 yaşlarında bir çingene çocuk elindeki bozuk para ile yeşil yüzeye tempo tutarak 5 dakikaya yakın oyunumuzu inceliyor.

Sonra yazı kafeden çıkıp Moda yoluna oluşturduğumuz 2. şiiri bir bina kolonuna yapıştırıyorum.kollektif üretim ve sürrealist dayanışmanın verdiği özgürleşme hissi ve neşe ile başka sokaklara dalıyoruz, kenti yeniden keşfetmek için.

http://robberbridegroom.blogspot.com/2008/06/london-international-festival-of.html

24 Ağustos 2008 Pazar

Haydi Anarki Joker!

Erekte Sokak Enstalasyonu-yada Şişeye Vuran Düşler


İlk erekte şiir şişeleri şehre bırakıldı. Eğer şişe ile karşılaşırsanız içindeki şiiri okumayı unutmayın

not: seven eve götürebilir
yada isteyen kendi katkısını ekleyip yeniden sokak nehrindeki sürüklenmesine bırakabilir

Kente Akan Figürler


action bye RAD

Filika 1-2



yüce gemi ırkının kum torbası, insan kanı. bizim sadece kağıttan gemilerimiz var
ve onlar mavi su da yüzerler; kan da değil...

Elveda Colin



bir tekneyi, terk eden annesi sanmak, onu bırakmamak... yanlız, muhatabı tarafından bile anlaşılamayacak bir yazgı ile yaşamak. köpek balığı dişleri arasında kalmak. acı, yalnızlığın acısı- etin sancısı değil belki de.
hümanist bilim adamlari insan denilen yıkım uygarlığının temsilcileri olarak Colin'e iyilik etiler, onu uyuttular.
Colin'in sıcak umudu, tutunuş arayışı; yolunu bulmak isteyen dünyaya atılmış insanında yazgısı değil midir?
huzur ile uyu küçük çocuk, sakin,sessiz!

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Yıkım Uygarlıgı yada Kentsel Dönüşüm



KENTSEL DÖNÜŞÜME KARŞI, RUHSAL DÖNÜŞÜM İÇİN ÇAĞRI!
Yıkılan hayatlardır;
Reddedelim!

Resme Vurmuş Düşler/ Taner Tunga(kubbes)





Taner/Kubbes'ten 4 farklı resim, 4 farklı bakış, tek bir insani duyarlılık
gecede raks
zero
zar-Mallarme
taxa-4

19 Ağustos 2008 Salı

Erekte Şiir 3- Sokak Kolajı

Erekte Şiir Manifestos Ön Giriş 3
yada Devrimci Bir Silah Olarak Kolaj

Kolajın Kısa Tarihi
20 yüzyıl başlarında Picasso ve Braque yapıtlarına Adjunction (eklenti) nesneler ekleyerek modernist hareketin ilk kolaj ürünlerini veriyorlardı. Almanya da ise Kurt Switters, Merz adını verdiği kolaj-montaj türünü keşfetti. Aynı dönemde İtalyan Futurist'lerden Boccioni basit kolajlarının yanında Futurist Heykel Manifesto'sunda sanatçılara tahta, çimento, deri vb. unsurları yan yana kullanmalarını öğütlüyordu.

Şiir alanında zihinsel devrim Baudlaire ve Rimbaud ile başlamıştı. Lautreamont şaire çalıntı-eklenti hürriyetini verdi, Mallerme ile şiir klasik dizinden iyice koptu ve Appollinaire’nin Caligrams çalışmaları ile görselliği de içine alan bir muhtevaya sahip oldu. 20 yüz yılın en yıkıcı geleneği Dada ile resim yada fotoğraf, şiir yada metin birlikte olduğu kolajlar üretti. Dada ile kolaj devrimci bir silaha dönüşüyordu.

Dada’nın kısa ama şiddetli etkisini kolektif kolaj üretimleri ile taçlandıran ise Sürrealizm olmuştur. Özellikle üstat Miro’nun çeşitli zamanlarda Eluard, Desnos, Prevert ile kolektif üretimlerinden çıkan kolajlar; metin, şiir, resim, yapıştırma kağıdı lirik bir uyumla yan yana getiriyordu. Max Ernst ise eski fotoğraf albümlerini, şiirleri, karakalem illüstrasyonları kendi yapıtı ile birleştirerek naif, yırtıcı ve delişmen zekaya sahip kolajlar ve kolaj romanlar üretmiştir. Kolaj Sürrealist sanatın hala en geçerli silahlarından biri ve geniş kitleleri yetenek ya da formasyonla değil rastlantılara, birbirinden bağımsız parçaları yan yana getirerek üretmeye yönelik bir baştan çıkarma duyurusu olmaya devam etmektedir.

20 yüz yılın ikinci yarısıyla Yeni Bauhaus, Cobra , Lettristler kolaj üretimini yeni boyutlara taşıyarak sürdürdüler. İsıdore Isou sözcükleri harflere kadar dağıtan, ses, gürültü ve hırıltıyı da kapsayan anarşik bir şiir oluşturma çabasına girdi. Kolajın devrimci bir el çantası olarak gelişimi, Situasyonist Enternasyonel ile sokağa taşan, açıktan devrimci bir tavra dönüştü. Kolajın tüm yapıcı ve yıkıcı unsurları artık kente müdahale için sokaklara çıkmıştı. Daha sonra 68 afişlerine esin olan afiş, etiket, duvar gazetesi yada yerleştirmesi yapıtlar 15 yıl boyunca Situasyonistlerce sokaklara uygulanmıştı. Guy Debord’un gazete-dergi gibi kaynaklardan topladığı deyim, manşet yada cümleler yoldaşı Asger Jorn’un çizgi, lekeleme, action paint ve yapıştırmaları ile birleşerek Memories adlı büyük yapıtı oluşturdu.

Situasyonist eylemlerin Avrupa kıtasında etkili olduğu dönemde, Amerika da Beat kuşağının sembol ismi W.S.Burroughs dili bir çeşit virüs ilan ederek, cut-up tekniğiyle gazete haberlerinden, bilimsel makalelere bir çok unsuru yapıtının bir parçası haline getiriyordu. Dilin hakimiyetine karşı radikal kavramlar üreterek yola çıkan kavramsal sanat belli bir etkinlik kazandı.

Fakat 68 yenilgisi sonrası avant garde’ın ölümü, pop sanatın yükselişi, büyük söylemlerin ve toplu hareketlerin sonunu ilan eden ideolojik iklimde kavramsal eğilimler, kültür endüstrisince güncel sanat adı altında toplanmaya çalışıldı. Tıpkı politikada minör arayışlar, hakim ideoloji tarafından muhalefetin atomize edilmesine yol açmışsa; sanat alanında da kolektif üretimler ve kolaj arka plana bırakıldı, sanatın bir piyasaya dönüştüğü iklimde star sanatçı modası hakim oldu.

Erekte Şiir Kolajları
Erekte sanat; güncel sanatın tekil star sistemine karşı kolektif üretimi temel alır. Çünkü hakim sanat sistemi disiplinler arası üretimi bir pastije-parodiye çevirmiştir. Kolektif hareketi tetikleyecek şey, her aktivistin sokağa çıkıp kendin yap felsefesi ile farklı disiplinleri tek bir üretim potasında eritmesidir. Uzmanlık; estetik dinine inananların, sanatsevici elitlerin kavramıdır. Erekte şiirin görevi kesip-yapıştırma, boyama, çiziktirme pratiklerini sokak şiirleri ile birleştirmektir. Erekte sokak şiiri, sticker ve afiş kolajlar ile tahrip gücünü arttırmalıdır.

Erekte Sokak Kolajları
Kentin dış yüzeyi erekte yaratıcılara sayısız yazılacak defter, boyanacak tuval, saptırılacak hedef sunar. Üst üste afişlerin, reklamların yapıştırıldığı, tag’lerin atıldığı ve kent yaşamının kirlettiği duvarlar-panolar; erekte şiir için kendiliğinden var oluşların mükemmelliği ve rastlantıların buluşmaları için müthiş olanaklar sağlar. Sprey yada markör kalem ile bu sayfalar sokağın özgür şiiri ile donatılmalıdır.

Erekte Sokak Şiiri Baştan Çıkarıcı Olmalıdır
Sokağa dökülen üretim, gündelik hayatın manipüle edici akışını kırma şansına sahiptir. İşin ve işin belirlediği parçalanmış zamanın kişisel hayatlarda; üretimi, kolektif algıyı, toplumsal alternatifleri unutturma çabalarına karşı sokak şiiri-sokağın sanatı kendisi ile karşılaşan insanları sarsmaya çalışır. İzleyicisini karşısına dikilen üretim ile yüzleşmeye, onu ve ondan yola çıkarak gündelik gerçekliğin dışındaki alternatif düşünceleri-düşleri tartıştırmaya çabalar. İnsanları sokağın üretimi ile etkileşime geçirmek ve ardından kente kendi müdahalelerini yapmaya kışkırtmak erekte şiirin baş amaçlarındandır. Sistemin sokağa biçtiği gri boyun eğmişliği sabote eden erekte şiir, gündelik hayatın akışına fare delikleri açar; kenti yeniden keşfetmek için!
Rafet Arslan
18.08.2008

Nükleere Karşı Sanat- Barışarock 2










Sürrealist Eylem Türkiye ve dostları basket sahasını anti-nükleer bir eylem sahasına çeviriyor; sanatın lehçesiyle.. (Dar-ül Erkar canlı performans, foto galeri, afişlerimiz, Tutkutut-Deniz için, Sirena, performans, hazırlık)

17 Ağustos 2008 Pazar

velev ki

erekte şiir sokak kolajı 2


perşembe sokak kolaj

erekte şiir sokak kolajı


perşembe erekte sokak kolaj: Acı Kaybımız Felsefe...

Kamusal Kapitalist Hizmetlere Dair

16 Ağustos 2008 Cumartesi

S.E.T Sokak Afişi


Fantom+Bay Perşembe
kadıköy sokakları...

Phosphor- New Surreal Magazine



a new magazine manifesting

surrealism’s continuing creative luminescence

“It is ironic that those who like to refer to surrealism’s ‘legacy’ look anywhere but to surrealism itself for its continuity.”

“Today, surrealism’s dynamic has many vectors throughout the world, not only in the form of various organised groups, and in their activities and projections into the public sphere, but also in those individuals who prefer to adventure alone.”

“…what distinguishes such practices that are termed ‘surrealist’ is a question of intention and of intelligence, propelled from within a social, political and moral dimension; it is thus, moreover, a sensibility, a way of looking at and acting upon the world.”

from the editorial, To Be Continued…, by Kenneth Cox

68 pages • B5 format • ISSN 1755-0009

texts, stories, poems images on the theme of

Narratives of Absence

includes

Ted Joans, I, Black Surrealist – an extract from his unpublished autobiography

Eugenio Castro, The Limitless Mirror – a reflection upon absence

Leeds Surrealist Group, from Explorations of Absence – taken from a collective game exploring the relationship between abandoned places, their images and lost objects

short stories by - Rikki Ducornet, Michael Richardson, John Hartley Williams

poems by - Andrew Boobier, Kenneth Cox, Ted Joans, Katerina Pinosova

images by - Gareth Brown, Stephen J. Clark, Kathleen Fox, Rik Lina, Peter Overton, Martin Trippett, John Welson

Price £ 6.00

plus additional postage - £0.66 UK 2nd Class

AIRMAIL: £1.70 Europe - £2.90 Rest of World

SURFACE MAIL: £1.60 Europe & Rest of World

Cheques / POs / IMOs payable to “Surrealist Editions”


to: Phosphor, 6 Aberdeen Grove, LEEDS, LS12 3QY, England

*** To transact via PayPal please email your order and you will receive a payment request ***

15 Ağustos 2008 Cuma

İstanbul 2 Gün RECM Edildi


Ahmedinecad ziyareti sıkıyönetim bahanesi oldu, Şehr-i İstanbul recm edildi. İktidar mottosu devam etti:

Velev Ki 1984
Velev ki polis devleti

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Kentsel Kaya Havuzu 2


Oynayan ve Fotoğraflayan FANTOM

Leos Cara-X Söylencesi


Fransız sinemasının arketipi olarak kabul edebileceğimiz avant-garde anlayışın şiirsel gerçekçilik uzantısını güncelleyen ve Yeni Dalga okulu sonrası yetişen sinemacılardan biri: Leos Carax... Onun filmleri, çağdaş birer mitolojidir; karşıtlıkları çatıştırarak kurgusal bir gerçekliğe indirgeyen sinematografik dizelerdir ve 'sarsıcı aşk' kavramının kamera yoluyla dile geldiği ortak/örtük yaşam deneyimleridir. Leos Carax sinemasında varolan sinema dilinin tabanına indiğimizde, onun tarihsel ve kuramsal bazda etkilendiği iki ayrı dönemle karşılaşırız: Fransız Şiirsel Gerçekçiliği ve Fransız Yeni Dalga okulu... Kuramsal anlamda Fransız Yeni Dalga Sineması'nın getirdiği yenilikleri bazı küçük değişikliklerle filmlerine taşıyan Carax'ın, metin düzleminde ise fransız sinemasının Marcel Carne'li, Jacques Prevert'li ve Jean Cocteau'lu daha eski/edebi dönemlerine bağlı kaldığını söyleyebiliriz. Örneğin onun ikinci uzun metraj çalışması olan 'Mauvais Sang' filminde, bu iki ustaya (Carné ve Cocteau) yaptığı göndermeler, savlarımızı destekler görünmektedir. Öyle ki Carax'ın, Marcel Carne tarafından yönetilmiş 'Les Enfants du Paradis' filminde geçen bir cümleyi, 'Mauvais Sang' filminin kahramanı Alex'e doğrudan söyletmesi ya da aynı filmin bar sahnesinde, sinemanın şairi Jean Cocteau'nun ölümünü kabullenemeyişini bu kez gerçeküstü bir parodiyle yansıtması, kendisinin bağlı olduğu sinema anlayışını da ister istemez özetlemekte. 'Mauvais Sang', her nasılsa bir araya gelmiş iki kişinin sözleri ve düşleri üzerine kurulu. Aslında bir soygun planı üzerinde dönüp duran ana konu, anlatılan ilişkinin çarpıcılığı sonucunda ansızın bir arkaplan haline gelivermiş. Carax sinemasını, Fransız şiirsel gerçekçiliğinden yaklaşık bir adım sonra ortaya çıkmış olan Fransız Yeni Dalga Sineması'yla karşılaştırdığımızda ise onun daha farklı yönelimlere sahip olduğu gerçeğine tanık oluruz. Bu noktada Carax sineması, yine onun fazlaca etkilendiği Godard sinemasına göre azımsanmayacak bir şiirsellik ve plastik anlam içerir. Yine de onu Godard sinemasına yaklaştıran en uç örnek, aynı zamanda yönetmenin ilk uzun metraj denemesi olan 'Boy Meets Girl' isimli filmdir. Askere gitmeden bir gün önce aşık olup, ansızın kaderini değiştirmeye dürtülen bir yönetmen adayının arayışlarını konu alan film, Godard'ın yapıtlarında sıkça görülen 'söz düello' stilinden gerçeküstücülüğün aşka dair kuramlarına (raslantı, imge ve düş çatılı aşk) kadar pekçok tekniği kurgusal bir öyküde birleştirmiş. Anlatımcı kamera hareketlerinin ve kadrajlarının akademik düzeyde kullanıldığı 'Boy Meets Girl' çalışması, biçimsel anlamda 'Mauvais Sang' filminin bir ön izlemesi gibidir. Yeni Dalga'nın sinematografik anlamda en devrimci yönetmeni olan Jean Luc Godard'ın çok daha şiirsel ve içekapanık versiyonu olarak kabul edebileceğimiz Leos Carax'ın, plastik boyutta ise yeni dalga sinemasının belgeleyici tarzından kurtularak, resmetmeye ve tasarıma dönük dışavurumcu anlatıma yaklaştığını söyleyebiliriz. Özellikle 'Mauvais Sang' filminde görülen soyut resimlerle donatılmış resim panoları, yırtık afişlerden oluşan kolajlanmış sokak arkaplanları, bilim kurgusal bir atmosfer için teknolojik göstergeler yerine zihinsel soyutlamayı kullanan akıllı Carax malzemeleri olarak karşımıza çıkmakta. Metin bağlamında 'Boy Meets Girl' çalışmasına göre çok daha güçlü bir aşk filmi olan 'Mauvais Sang', plastik anlamda ise yine siyah beyaz çekilmiş ilk filme göre daha kıvamlı bir estetiğe sahip.

Yönetmenin üçüncü filmi olan 'Les Amants du Pont-Neuf' çalışmasına baktığımızda, senaryo ve görsel anlamda, Mauvais Sang'a benzer bir dramatik çatıyla karşılaşırız . Öykü gereği, düşsel gerçeklikten sokak gerçekliğine olan sıçramaya rağmen, bu üçüncü filmin, plastik ve metin düzeyinde özellikle 'Mauvais Sang' filmine olan yakınlığı ortadadır. Küçük burjuva çevresinden uzaklaşıp Pont Neuf köprüsüne sığınan amatör bir ressamla, aynı köprüde yaşayan niteliksiz bir serseri arasındaki iletişimin 'ilişkiye' dönmesini konu alan film, neredeyse tamamının dış mekanda geçtiği tek Carax filmidir. Bu anlamda üç filmin sahip olduğu söylem, Carax'ın geçirdiği sinemasal evrimin tarihsel bir özeti gibidir: Yeni Dalga sinemasından 'plastik düzeyde' yaşanan (belgeden tasarıma uzanan estetiksel yapı) uzaklaşma ve çekilen son filme kadar gerçekleşen süreçte, şiirsel gerçekçiliğin, sözden arınıp 'olgulara' yanısıtılması...

Bu üç filmin dışında tutmaya özen gösterdiğim ve yönetmenin aynı zamanda son filmi olan Pola X ise klasik Carax gösterge ve oyuncularından yoksun bir çalışma olmasına rağmen, yine de muhteşem bir uyarlama olduğu söylenebilir. Herman Melville'in 1852 yılında kaleme aldığı 'Pierre or the Ambiguties' isimli yapıtın çağdaş bir restorasyonu olarak kabul edebileceğimiz Pola X, genç bir burjuva yazarın yıllar sonra, yoksulluktan çıkıp gelen 'kız kardeşiyle' olan olanaksız karşılaşmasını ve tüm değerlerini, servetini terkederek, bu esrarengiz kızla yaşamını paylaşmasını konu alıyor. Tüm bunların ışığında bir Carax yapıtını devingen kılanın, onun filmlerinde varolan ve izledikçe çoğalan anlamın kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Kostüm renklerinden, mimari yapıların renklendirilmesine kadar hemen her nesne üzerine anlam bindirilmesi, benzer biçimde oyuncuların anlatımcı jest yapılarından, söyledikleri her söz üzerinde titizce durulması, Carax filmlerinin 'anlama dayalı' temelini oluşturmakta. Deha saydığım Leos Carax'ın tema anlamında aşka verdiği önem ise yine anlam açısından, hiç şüphe yok ki birbirine sıkı sıkıya bağlı ilk üç filminde bazı ortak özellikler taşımakta. Öyle ki Carax filmlerinde aşk, tıpkı olanaksız bir karşılaşma gibi, hiç bir kehanet üstadı tarafından yorumlanamayacak bir raslantısallığın sonucudur. Hegel'in 'nesnel raslantı' felsefesinin ve gerçeküstücülerin tesadüfi aşk izleğinin birer sonucu olarak kurgulanan Carax'çı aşk anlayışı, tensel olandan tinsel olana indirgenmiş ve geriye ise kışkırtıcı bir gülümseyiş kalmıştır. Onun filmlerinde aşk, yalnızca kendini yadsımamış karşıkonmaz bir çelişkidir. 'Les Amants du Pont Neuf' filmindeki karakterler, bu çelişkinin sağlam birer kanıtıdır. Tıpkı uzun zamandır dinlenegelen bir müziğin ansızın kesilmesi gibi, Carax filmlerinde varolan aşk da böyle bir kesintinin sonucu olarak kendini vareder. Onun filmlerinde, yaşanan aşkın gerçekliğine en büyük tanık nesnelerdir. Öyle ki ortada varolan bir aşkın olup olmadığını anlamanız için çoğu zaman izleyicinin kulaklarını tıkaması yeterlidir. Leos Carax'ın filmlerinde aşk, içsel sınırsızlığı yaşamsal özgürlüklerle buluşturan buruk bir anıdır; izleyicinin gördüğü bir sahneyi sanki daha önceden yaşamış gibi duyumsaması da sözkonusu buruk anıların niteliklerinden kaynaklanır. Carax için aslolan, aşkı dönüştürmek değil, varolan aşkı ortaya çıkarabilmektir. Bu ortaya çıkış süreci için onun sunduğu sinematografik eylem planı, düşünceden ve onun akılsal işlevlerinden bir adım daha ötededir. Çelişkileri doğuran ve filmsel öyküyü, 'gerçeklikten', imgesel olmaya gerileten bu 'ötesinde oluş', hiç şüphe yok ki Leos Carax'ı 'lirik surrealist' bir sinemacı olarak görmemize neden olmaktadır. Öyleyse son olarak diyebiliriz ki onun sinemasında aşk, varlığın ve hiçliğin bir araya geldiği dramatik bir sonlanıştır...

Tan Tolga Demirci

11 Ağustos 2008 Pazartesi

La Rage Du Peuple


La Rage Du Peuple/Keny Arkana

http://because.tv/public/kenyarkana/ClipLaRage-medium.wmv

türkçe altyazılı versiyon için:
http://www.vidivodo.com/98097/keny-arkana-halkin-isyani

http://www.keny-arkana.com/

S.E.T Action Barişarock 1


Cins ve Rad kollektif graffiti

Ted Joans İçin


Ege sahilinde surrealist ruhun beat ritmi

sahte yaşamlar

Dea Tacita

Narkız yanımızda olamadığından doğru bir sunumunu bulamadık sanırım, ama Narkız yıkım karşıtı liriği ile yanımızdaydı...

Dea Tacita

İhtilali çağırdım etime sapladığım bıçakla
Çığlığım tekmeledi kızıl bulutlarınızı
Etimden sağdığım irinli yarayla

Sizlerse
Kana susayan bir cennet büyüttünüz
Düşlerinizi parmakladınız birbirinizin
Sonra unuttunuz
Oysa
Çığlığımız kanayamayacak bir gün…

Yara yok irin de
Et yok Bıçak da
Zan yok zanlı da!
Ve
İrinlerinizi öpen bir ihtilalse aşk
Bıçakların kesemediği
Sen!
Hades’e gülümseyen asi kız
Ağlayacak gözyaşın kalmayacak bir gün

Ölüm kaçacak bizden
İblis korkacak âdemden

Ve her yerde senfonisi çalacak Tacita’nın
Tanrılar bile duymayacak…


Kassandra ağlıyor;

Dea tacita

Dea tacita

Dea tacita!

Ağıtlar yak bana…


Narkız’08

8 Ağustos 2008 Cuma

Deniz(tutkutut) Sonsuzda

objelerin-sanı öttüğünde
sarılırsam çalar saatime
kurmamışımdır hücrelerimi
depreşirler kurulmamış
çöllerimde
zıplayarak objelerin
yediği leziz insanlarım
sopalarla tükürülmüş yollarda
şuursuz patlayan aşıklar
suratsız bir yemek daha elde etmek için
yalnızlıkta objeleriyle beraberim
senle olduğumdan daha çok
bu cesetlerse
hep ölmek için
kurulurken saatler de
ben yine sarıldım şuursuzca
objelerinsanına

Deniz/Tutkutut

7 Ağustos 2008 Perşembe

S.E.T’in Nükleer ile Ne İşi Var?


S.E.T’in Nükleer ile Ne İşi Var?

Hayalbaz’ın nükleere karşı sanat çağrısını ilk tepkimiz, kitle imha tehdidi taşıyan teknoloji olarak nükleer enerjinin güce dönüşmesine karşı tavır almaktı. Hayalbaz konuyu yerelin dar tartışma kalıpları ile sınırlandırmayan, dünyasal bir yaklaşımı olduğunu ortaya koyduğundan ortaklaşa eyleme koyulduk.

Konuyu sadece coğrafyamız, farklı çıkar çevrelerinin enerji politikaları yada insan merkezli değerlendirmeler, bir yıkım ebesi olarak nükleer gücün karanlık yapısını kavramaktan uzaktır. Ülkemizde uzunca süredir tüm tartışmalar Donnie Darko’nun isyan ettiği 2 seçenekli kalıplar üzerinden dayatılmaktadır. Ya sevgi ya nefret iki seçenekli kösnül seçim tahakkümü.Gündelik gerçekliğin verili kodlarına bağlı kalan düşünce sistemleri, geleceğe yönelik ütopik arayışları baştan yok saymaktır. Nükleer enerji politikaları ile nükleer silah üretimleri küresel olarak at başı gitmektedir. Hiroşima ve Nagazaki’nin 63. yıl dönümünde Japon devleti her türlü nükleer enerjiye Japonya’nın kapılarının kapalı olacağının altını tekrardan çizdi. Nükleer gücün canavarlığına karşı, bastırılmışın geri dönüşü ve öfkesi olarak Godzilla’yı desteklemeliyiz.

Son 30 yılda dünya üzerinde çıkarılan savaşların çoğu enerji kaynaklarının ele geçirmek için çıkarılmıştır. Devletlerin yada şirketlerin enerji politikalarına karşı çıkmak; enerji için çıkarılan savaşlara ve yıkımlara da karşı çıkmak demektir. Felluce sokaklarından hala gelen kan kokusunu duymayan var mı?

Uygarlık tarihi W.Benjamin’in deyişiyle aynı zamanda barbarlık tarihidir. Her türden devletin ilerlemeci-kalkınmacı modelleri, endüstriyel dünyanın barbarlık resmi geçidini oluşturmuştur. Tüketim toplumunun bireysel araç sahibi olma idealleri sonucu, milyonlarca insan otomobillerine yakıt almaktadır. Bireysel taşıma araçlarının ortadan kalkması koşulunda devasa miktarda enerji kaynağı tüketilmeyecektir. Devletlerin silahlanmaya-savaşa-militarist kurumlara harcadığı enerji kaynakları ve dev bütçeler sonucu gezegen boyutunda yapay enerji krizi büyümektedir. Nükleer enerji atıklardan platonyum 239’un ışıma gücünün yüzde bir oranında düşürülmesi için bile 24400 yıl gerekmektedir. Nükleer atıkları yerin bin kat dibine gömmek gelişkin kapitalizmin bulduğu atık formülüdür; yani gelecek kuşaklara miras bırakmak. Lethal detritus…

21. yüz yıl başında insan türü ya dünya ve kozmos ile barışık yaşamayı öğrenecek yada yok olacaktır. Tüm canlı yaşamı bin yıllardır hunharca yok eden insan türü hırs, kibir, iktidar itkileri ile kendi türünü yok etmede uzmanlaşmıştır. Ama insanoğlunun yıkım kabiliyeti kendi türünün varlığı dışında tüm gezegen ve gezegendeki yaşam formlarını yok etmenin eşiğine gelmiştir.

Dünyanın kaderini ellerinde tutan güçler Mars gezegeninin kolonileştirilmesine yönelik uğraşlara hız verilmiştir. Dış uzaya konuşlandırılmış askeri uyduların tehdidi dışında, nükleer tehlike Mars’ın fethi çalışmaları ile galaktik bir boyuta taşınmıştır.

Artık dış uzaya taşmış bu gözü dönmüş güç hırsının sahibi insan türünün tümden yok olması seçeneğine çokta dramatik bakmak güçtür. Lautreamont’un Maldoror Şarkılarında teşhir ettiği kötülüğün, kirliliğin, yıkımın kaynağı türdür, insanoğulları. Işıltılı hümanizm nutukları altından çıkan, doğada kendi türünü yok eden yok edici bir yaşam formudur.

Sadece çocuklar suçsuzdur ama onların masumiyetleri de ne yazık oldukça kısa sürmektedir. Balıkların, mantarların, gök kuşağının, kuşların, ağaçların, gök yüzünün, tırtılların dünyasını ve yaşamını savunmak için dünyayı ve kozmosu tehdit eden bütün büyük yıkım güçlerine ve nükleere karşı çıkmaya devam edeceğiz.

Rafet Arslan

5 Ağustos 2008 Salı

Sessizliğin Eylemcisinin Son Eylemi


S.E.T'in dostu ve aktivisti Tutkutut verdiği kararla bu lanet dünyadan ayrılmıştır. Yurek buruk, söyleyeceğimiz söz Ece sözüdür...

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

Ece AYHAN

4 Ağustos 2008 Pazartesi

S.ET. Barişarock'ta


NÜKLEERE KARŞI SANAT!..
Hayalbaz’ın nükleere karşı sanatçı tepkisinin kollektif bir duyarlılıkla ortaya konması çağrısına yanıt veren çeşitli illerden sanatçıların yapıtları ile, Çernobil’in yıldönümünde(26 nisan 2008) İzmir’de Nükleere Karşı Sanat sergisi hayata geçmişti. Barışarock 2008′de; İzmir deki sergiye katılan yapıtlar ve BarışaRock alanında oluşturulacak ve izleyicileri ile de önce etkileşime ve ona bağlı harekete geçirmeye kışkırtan kollektif üretime dayalı performanslar gerçekleştirilecektir

Bir ağaç ya da bir sevgili! Hayatın içinde sevdiğin her ne varsa, onun için bizimle ol!
Hayalbaz 9-10 Ağustos 2008 - Barışarock’ta..

Hayalbaz’ın nükleere karşı sanatçı tepkisinin kollektif bir duyarlılıkla ortaya konması çağrısına yanıt veren çeşitli illerden sanatçıların yapıtları ile, Çernobil’in yıldönümünde(26 nisan 2008) İzmir’de Nükleere Karşı Sanat sergisi hayata geçmişti. Barışarock 2008′de; İzmir deki sergiye katılan yapıtlar ve BarışaRock alanında oluşturulacak ve izleyicileri ile de önce etkileşime ve ona bağlı harekete geçirmeye kışkırtan kollektif üretime dayalı performanslar gerçekleştirilecektir. Müzisyen dostlarımız Dar-ül Efkar’ın da nükleere karşı müzik yaparak katılacağı sergi alanında görüşmek üzere..

Katılımcılar: Dilan Bozyel - Sürrealist Eylem Türkiye - Sürrealist Eylem Arjantin - Süleyman Tosuner - Gökçen Öcalan - OnstOn - Ilgaz Uğurluer - Cins - Hayali - Fırat Sayılgan - Ziyafettin Oğuz - Seydi Murat Koç - Çağlar İçer - Z.Gaye Ağralı - Dar-ül Efkar - Fantom - Duygu Kale - Onur Akyıl - Senem Yağsan - Requiem - Fikret Güneş - Emrah Özlem - İç Mihrak - Dilana Petrowa - Kadir Kartal - Bay Perşembe

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Akrock/Cins

Devlet ile Devlet Olmak/Ozan Durmaz

“Hiç kimse kimseyi yönetme hakkına sahip değildir.” Buenaventura Durruti
İnsan, örgütlenmeye yöneleli baya oluyor. Tarih öncesi zamanlardan günümüze kadar çeşitli farklı şekillerde ve çeşitli farklı örgütlenme pratikleriyle bir yol alındı. Ancak insan doğayla uzlaşarak değil doğaya karşı konumladı kendisini. Ve bu örgütlenmeye yansıyıp kendi alışkanlığını da beraberinde getirdi.

Doğaya karşı doğal olmayan ilişkiler içine giren insan, yatay ve komünal örgütlenme pratiklerini terk edip, hiyerarşik bir örgütlenme pratiğine geçiş yaptı. Mikro düzeyden makro düzeye uzanan hiyerarşik akıl, sonunda devleti yarattı. Ve insan kendi hakkını koruma ve kendini temsil etme yetkisini devlete devretti. Böylece temsiliyet krizi kök salmaya başladı.

Öncelikle devlet tanrının yaptığını yaptı. Kendi iyi kopyasından üfledi vatandaş insana. Halbuki İsa’nın incilinden çok önce Platon “Devlet”inde, iyi olan ile kötü kopyalar arasındaki hiyerarşiyi sıralamıştı. Tanrının kötü bir kopyası olarak insanın, insanın büyük bir iyi kopyası olarak devletin kutsanmışlığı bu şekilde bir hegamonyal sisteme oturmuştu.

Süreç içinde devlet, bir örgütlenmeden ve insanı temsil eden bir nesnesi olmaktan çıkıp, kendi özne oldu. Devlet aklı bu noktadan sonra, insanların uzlaşısı olmaktan çıkıp, devletin insanlarını yaratmaya başladı. Artık insan ölmüş, vatandaş doğmuştu. Bu ilk kimlikten farklı olan kimlik, insana yeni bir boyut ve güvence kazandırıyor gibi gözükse de aslında bir koyup beş alıyordu. İnsanı doğasından uzaklaştırıyor ve tahakküm altına alıyordu. İnsan devletleşiyordu…

Teknolojik gelişmeler ve kapitalizmin atladığı boyutların sonucunda, liberalleşen ve gitgide bireyselleşen – bireyselleştirilen dünya... Gözüken sınırların zihinlere indirgenmesi, iktidarı da mikro düzeylere taşıdı. İnsan sandı ki, sınırların gözükürlüğü azalınca sınırlar kalktı. Halbuki artık sınırlar, gizli ve açıkta olmayan sınırlar olmayı dahi geçip kafalarımız ve yüreklerimizin içine kadar sinsice ilerlemişti.

Makro iktidar önceleri, şiddet ve baskı ile tahakkümünü sürdürmeye ve vatandaşını denetim altına almaya kalkıştı. Ancak gelen tepkilerin de etkisiyle daha etkili çözümler aramaya girişen devlet, karşı koymak yerine, yönlendirme ve böylece kontrol ederek gizliden denetleme yoluna gitti. Üstüne üstlük küresel kapitalizmde bu yönlendirmeler, çeşitli farklılıklar sağlıyor, bu farklılıklar ise stratejik-politik tekrar konumlanmalar yaratarak, her tepki dalgasına karşı tekrar konumlanarak tepkiyi kendi içinde çeliştiriyor hiç olmazsa başka bir dalgaya kırdırıyordu. Beklentileri ve planları denetleyebilen, mobeselerle gözetleyen telekulaklar ile dinleyen devlet, hiyerarşik ve devleti kendi içinde geliştirme odağı olan her faaliyete göz yumuyor hale geldi.

Kadına karşı erkeği, işçiye karşı patronu, askere karşı komutanı konumlandıran devlet, kadının, işçinin ve askerin seslerini yükseltmesiyle kendini tekrar konumlamak zorunda kaldı. Şiddet gören kadınlar seslerini ortaklaştırdıklarında, işçiler hakları için mücadeleye giriştiğinde ve askerliğe karşı soğuk bakanlar bir araya gelmeye başladığında devlet; kendi eliyle kadın koruma evleri açmaya, sendikalar ve sarı sendikalar üretmeye ve her türlü minör ve karşıt görüşün kümelenmesine; hiyerarşik bir kurumlaşma olduğu sürece yani temsiliyet mantığı olduğu sürece göz yumdu. Çünkü böylece temsil eden ile ilişkiye geçen devlet, temsil eden ile temsil edilenin ilişkisinden dolayı kendini hiç zahmete girmeden pekiştiriyordu.

Kadın koruma evleri ve kadıncı örgütlenmeler, kadınların şiddet görmesini engellemek ve bir dayanışma yaratmak açısından önemli ve göz ardı edilemez bir rol oynadılar. Ancak diğer yandan kadın ile erkeğin karşıt konumlanmasını da onadılar. Böylece bir düzeyde hala feodal akılla erkeklik yaratan devlet, kadınlıklara karşı çıkarken, diğer yandan liberal bir mantıkla kadın hakları savunuyordu. Pozitif ayrımcılıkla ayrımcılığı meşrulaştırıyor, cinsiyet üzerinden politika üretiyordu ve bunu bu örgütlenmeler ve yasal dernekleri ile pekiştiriyordu. Bundan en çok zararı ise eşcinseller gördü. Önce hasta olarak adledilen ve norm dışı çürük yumurtalar olarak itham edilen eşcinseller, daha sonra sistemin kurumsallaştığı bazı kurumlar ve örgütlenmeler çerçevesinde illegal kılındı, sistem içi bir hal almalarına izin verildi. Her iki örgütlenmeye karşı devlet; bir yandan bu yeni örgütlenmelerin karşıtlarının güç kaybetmesine izin vermez ve erkekçi – norm cinsiyetçi bir tavrı desteklerken, diğer yandan yeni oluşumlara sınırı aşana kadar izin veriyordu. Kendini buna kaptırmış kitleler ise, devlet onlara sınırı geçme uyarısı yaptıklarında devlete ağlıyorlar, kendi yatay ve doğal ilişkilerini sürdürmekte direnemiyorlardı. Bunu bir hak kaybı olarak görüyorlardı halbuki kendi “insan”lıklarının büyük bir işgal altında olduğunu ve ortada bahsedilebilecek bir hak olmadığını göremiyorlardı. Direnişin daima sistem içi kalmasıyla akıllardaki devlet büyüdükçe büyüyordu. Diğer yandan kapitalizm eşcinselleri ve kadınları işletmelerde yeni bir strateji geliştirme politikası olarak görüyor, farklılıkları onaylıyor ve hatta bu alanda kadınlara ve eşcinsellere özel tüketim alanları açarak büyüyordu.

İşin üretim tarafında ise işçiler; ücretli kölelik ile ek çalışma saatlerine gelmek mecburiyetinde tutuluyorlar, bunun karşılığında ise para ile ağızlarına bir parmak bal çalınıyordu. Halbuki zaten üreten onlardı. Sendikal hareket başta işçilerin kendi atfedilmiş kimliklerinde örgütlenmeleri için gelişti. Çalışma saati, çalışma güvenliği dahil bir çok konuda sendikal mücadeleler rol aldı. Buna karşılık insan değil işçi olarak adlandırılan bu kimseler, sendikaya üyelik için aidat ödemek zorunda bırakıldılar. Başta bir uzlaşının gerekli zamanda kullanımı için birikimi, yani yardım sandıkları olarak çıkan bu düşünce daha sonra, her şeye emeğini ödeyen işçinin omzuna yeni bir kamçı vururken, parayı toplayan sendika ise kendi işçinse küserek, kendi öz kimliğini yürütmeye kalktı. Üç patron ile beş yüz işçiyi temsil eden üç işçinin masaya oturduğu an, zaten kalabalıktan olan gücünü yitiren bu insanlar, artık sözleşme kağıtlarında matematiksel rakamlara dönerek ayrıca sistemin içinde kalan tutsaklar haline dönüştüler. Ve devletin egemenliğini arttırmasıyla eskiden öz-örgütlenme ile gelişen sendikalara karşı kurulmak zorunda olan devlet yanlısı sarı sendikalara gerek kalmaz oldu. Çünkü zaten artık her sendika sarı, her işçi köleydi.
Devletle devlet olan bu kitlelere karşı, devletsiz bir yaşam arzulayan sesler yükselmeye devam etti elbet. İktidar karşıtı olarak farklılıklarını olumladığını söyleyen anarşistler de bunlardandı. Ancak iktidar karşıtı olmak üzerinden yeni iktidar kuranlar ve iş yapmak uğruna işin değerinin yitmesini sağlayanlar, kendini sistemin içine yuvarladılar. Hiyerarşik olmayan ve yatay örgütlenmeler kurması beklenen bu gruplar, iş yapma üzerinden kendi iç gruplarında denetim, dış gruplara ise tahakküm tavrı sergilediler. Devletin legalite dediği sınırlar içinde, devletin kirli oyunuyla kendini dernek gibi gösterip, devleti devletin silahıyla vurmaya kalkanlar da, devletle devletleşip, iktidar ahlakıyla esas duruş ve amaçlarını unuttular. Bu sayede anlamsızlaşan bu gruplar, anlamlarını diğer gruplara kuyrukçuluk yaparak sürdürme eğilimine girerek, hem gerçek bir yatay ilişki kurma noktasından uzaklaştılar hem de devletin kendilerinden beslenme şansını arttırdılar. Böylece anarşistler küskünleştiler, örgüt ağabeylerinin/ablalarının sözünü dinleyen ve anarşist örgütlenmeden bir haber olan bireyler olarak devletleştiler.

Halbuki çok sevilen Durruti, “Yüreğimizde yeni bir dünya taşıyoruz. Şimdi, şu anda bu dünya büyümekte” diyordu. Onlar ise devleti büyütmeye devam ettiler ve devam ediyorlar hala. Derneklerde, kurumlarda, sendikalarda, partilerde büyüyor; aramızda, içimizde büyüyor… İçimizi, kendimizi “yöneten” bir devlet; kemirdikçe kemiriyor…

Ozan Durmaz