RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE
THE DIN OF STREET SPIRIT SOUNDS IN THE RYTHME OF DREAMS
30 Nisan 2009 Perşembe
29 Nisan 2009 Çarşamba
1 Mayıs, 2 Mayıs, 3 Mayıs
ilk olarak 25'indeki Şebeke performansında mikrondan tempo ile yapmıştık çağrımızı. İstanbuldaki arkadaşlar tekil alanı zorlarken, İzmir de S.E.T , Şebeke ve Hayalbaz ortak pankartı ile alanda olacaktır.
tutkularının esiri degilsen, diger her şeyin kölesisin
3 kelimelik slogan,3 kelimelik slogan, 3 kelimelik slogan
yasasin rastlantıların birligi
atina: ateş seni cagırıyor
ruhun sokak gurultusü: düş ritminde
1 mayıs, 2 mayıs, 3 mayıs
kaldırım taşlarının altında kumsal var
yasasin ihtimalsizlik, yaşasın itaatsizlik
yaşasın devrimci şiddet
hayal gücü sokağa
yaşasin kırmızı başliklı kızlar sendikası
an bizimdir
28 Nisan 2009 Salı
Müstehcen Sergilenecek
Müstehcen'in ilk medya atağına yanıtı:
http://mustehcen.blogspot.com/2009/04/evet-pornografi-ustune-dusunelim.html
http://mustehcen.blogspot.com/2009/04/evet-pornografi-ustune-dusunelim.html
27 Nisan 2009 Pazartesi
Peter Franck'ın Tehlikeli İmgesi
Bedenin ve onu saran nesnelerin ve mekanın tekinsizliğinin portrelerini çıkartıyor Franck. dikizlemenin hayasız hazzının tefekkürleri bu kareler.
Vizörünü hep ayrıntıda saklı olan şeytanı bulmaya adamış sanki.
Görmenin ellemekten daha tehlileki olduğunu anımsatıyor, gösteri toplumunun aşırı medyatif uyarıdan sersemlemiş bireylerine.
Sonuçta, bakış öldürücüdür...
Rüya Kaydı 2/Ozan Durmaz
bir müzikal animasyonun içindeydim.
kanuni sultan süleyman'ın güney rusya'ya yapmakta olduğu seferde, bir askerdim. bir ara mahzen gibi, köprü altı gibi, sığınak gibir yerden geçiyorduk. loş ışıklar binanın taştan yapısını aydınlatıyordu. sonra bir anda bütün askerler dans etmeye başladı.
bir anda geriledim, korkup diğerlerinden ayrıldım, sırtımı bir duvara yasladım. taş duvar beni zorluyordu, hayli gerilmiştim. sonra bir anda yandan Sinbad kılıklı bir Mısır'lı geldi ve "ver onu!" tribiyle elini göğsüme soktu, bişeyi çalmak istiyordu..
daha da korktum.sonra bir baktım. sinemadayım ve o animasyonu izliyorum.soluma baktım, solumda hafifçe esmer, genç bir çift; "merhaba biz Fatimi'yiz" dedi.
adam kolunu kadının omzuna atmıştı ve kadının omzu sinema aletinin ışığından parlıyordu.sağıma döndüm, gene aynı Mısır'lı,bir anda gene böğrümün ortasına elini daldırdı.
uyanmışım...
kanuni sultan süleyman'ın güney rusya'ya yapmakta olduğu seferde, bir askerdim. bir ara mahzen gibi, köprü altı gibi, sığınak gibir yerden geçiyorduk. loş ışıklar binanın taştan yapısını aydınlatıyordu. sonra bir anda bütün askerler dans etmeye başladı.
bir anda geriledim, korkup diğerlerinden ayrıldım, sırtımı bir duvara yasladım. taş duvar beni zorluyordu, hayli gerilmiştim. sonra bir anda yandan Sinbad kılıklı bir Mısır'lı geldi ve "ver onu!" tribiyle elini göğsüme soktu, bişeyi çalmak istiyordu..
daha da korktum.sonra bir baktım. sinemadayım ve o animasyonu izliyorum.soluma baktım, solumda hafifçe esmer, genç bir çift; "merhaba biz Fatimi'yiz" dedi.
adam kolunu kadının omzuna atmıştı ve kadının omzu sinema aletinin ışığından parlıyordu.sağıma döndüm, gene aynı Mısır'lı,bir anda gene böğrümün ortasına elini daldırdı.
uyanmışım...
23 Nisan 2009 Perşembe
Şebeke Gösteri /25.04.09 İstanbul
Sokağın Savunması- adlı Şebeke özel gösterisi 25.04.09 tarihinde ve saat 17:30 da Vertigo da.
Vertigo, ise imam adnan sokak beyoğlu'nda (yeşilçam sinemasının 2 kat üstü)
Şebeke:
özgün müzik ve icra: Murat Koç, Mümin Dünen, Özden Terzi, Özgün Pehlivan
şiirler: Rafet Arslan (Hayali 3, Tozan), Aras Keser (amokachi ilerde hep yalnızdı)
okuma: Rafet Arslan
logistik: Onston
tüm dostlarımızı bekleriz
Vertigo, ise imam adnan sokak beyoğlu'nda (yeşilçam sinemasının 2 kat üstü)
Şebeke:
özgün müzik ve icra: Murat Koç, Mümin Dünen, Özden Terzi, Özgün Pehlivan
şiirler: Rafet Arslan (Hayali 3, Tozan), Aras Keser (amokachi ilerde hep yalnızdı)
okuma: Rafet Arslan
logistik: Onston
tüm dostlarımızı bekleriz
Ballard Soslu Pratik Kant Eti
Ballard İçin....
şu an burada oturuyorum. buradaki yerimi değiştirmem ve başka bir yerde oturuyor olmam tek başına bende çok büyük bir değişiklik yaratmayacaktır.
bu en fazla politik bir değişim olabilir. çünkü algılarımın haritasını tek boyutlu olarak değiştirerek, mevcut düş düşümümü en fazla tek boyutlu olarak küçültüp büyütebilirim.
tüm ulaştırmalar, coğrafyalar, fizikler, tüm işletme ve iktisat kültü, ekonomi... hepsi bunu ifşa eder...
şu an burada oturuyorum. başka bir zaman da burada oturuyor olabilirdim. ancak sadece başka bir zamanda oturmam da algımı taşlamayacaktır. zira tarih dediğimiz budur.
arkeoloji bir tür bağlama aracıdır. düşünsel kazıbilim, psikanaliz, hepsi... hepsi etrafınıza demir parmaklıklar örmektir. o parmaklıklara tutunun ki bir daha düşmeyin e mi... salaklar!
şu an burada oturuyorum. oturuyorum ve ensemde büyük bir ağrı var.kimin yüzünden ? benim mi ?şu an başka bir yerde oturuyor olsaydım ve başka bir zamanda... ve gene ensemde bir ağrı olsaydı...hala binaları gözümle devirir ve ağzımla parçalanma seslerini çıkartır mıydım ? ya da bir kadını aşkla dövmeye dair arzularımda bir "sapma" olur muydu ?en basitinden o ensemdeki ağrı mı olurdu ?
papirüs haritaları içinizde açın. bütün ellerinizi ruhunuza koyup gezdirin. orda dikili göğüs tepeleri arasında ve am çukurları arasında, penis kuleleri ve göt deliklerinin nemi ve bataklıkları arasında istediğiniz yerden istediğiniz yere savrulabilirsiniz. bir avuç çekirdekli kuru üzümü bembeyaz bir zemine bir anda bırakın ve yayılmalarını izleyin...
özgül ağırlığınız hazdır.içinizdeki haritalar...
sadece gözünüz kapalı ve çıplakken...
orada hiç bir bina etme faaliyeti sizden bağımsız gelişemez ve ördüğünüz herşeyi ya siz örmüşsünüzdür...
ya da şu soru sizi yoracaktır, yormalıdır:bu noktada toplumsal bilinçaltı, yani kapitalizm, içinizdeki haritanın neresinde duruyor ?
tehdidi anladınız mı ?
hiç sanmıyorum...salaklar!
Ozan Durmaz
şu an burada oturuyorum. buradaki yerimi değiştirmem ve başka bir yerde oturuyor olmam tek başına bende çok büyük bir değişiklik yaratmayacaktır.
bu en fazla politik bir değişim olabilir. çünkü algılarımın haritasını tek boyutlu olarak değiştirerek, mevcut düş düşümümü en fazla tek boyutlu olarak küçültüp büyütebilirim.
tüm ulaştırmalar, coğrafyalar, fizikler, tüm işletme ve iktisat kültü, ekonomi... hepsi bunu ifşa eder...
şu an burada oturuyorum. başka bir zaman da burada oturuyor olabilirdim. ancak sadece başka bir zamanda oturmam da algımı taşlamayacaktır. zira tarih dediğimiz budur.
arkeoloji bir tür bağlama aracıdır. düşünsel kazıbilim, psikanaliz, hepsi... hepsi etrafınıza demir parmaklıklar örmektir. o parmaklıklara tutunun ki bir daha düşmeyin e mi... salaklar!
şu an burada oturuyorum. oturuyorum ve ensemde büyük bir ağrı var.kimin yüzünden ? benim mi ?şu an başka bir yerde oturuyor olsaydım ve başka bir zamanda... ve gene ensemde bir ağrı olsaydı...hala binaları gözümle devirir ve ağzımla parçalanma seslerini çıkartır mıydım ? ya da bir kadını aşkla dövmeye dair arzularımda bir "sapma" olur muydu ?en basitinden o ensemdeki ağrı mı olurdu ?
papirüs haritaları içinizde açın. bütün ellerinizi ruhunuza koyup gezdirin. orda dikili göğüs tepeleri arasında ve am çukurları arasında, penis kuleleri ve göt deliklerinin nemi ve bataklıkları arasında istediğiniz yerden istediğiniz yere savrulabilirsiniz. bir avuç çekirdekli kuru üzümü bembeyaz bir zemine bir anda bırakın ve yayılmalarını izleyin...
özgül ağırlığınız hazdır.içinizdeki haritalar...
sadece gözünüz kapalı ve çıplakken...
orada hiç bir bina etme faaliyeti sizden bağımsız gelişemez ve ördüğünüz herşeyi ya siz örmüşsünüzdür...
ya da şu soru sizi yoracaktır, yormalıdır:bu noktada toplumsal bilinçaltı, yani kapitalizm, içinizdeki haritanın neresinde duruyor ?
tehdidi anladınız mı ?
hiç sanmıyorum...salaklar!
Ozan Durmaz
22 Nisan 2009 Çarşamba
Franklin Rosemont 1943 – 2009
Amerikan Sürrelist hareketine önemli katkıları olan Rosemont'u da Ballard ile aynı günlerde kaybettik, özgür ruhu cennete gitsin...
http://www.surrealistmovement-usa.org/pages/rosemont.html
http://www.surrealistmovement-usa.org/pages/rosemont.html
20 Nisan 2009 Pazartesi
James Graham Ballard'a Saygıyla 4
USULCA SANDIĞA KALDIRILAN DEVRİM
‘yaşamın bir bedeni vardı umut geriyordu yelkenini
ışıl ışıldı uyku düşlerle ve gece
güvenli bakışlardan bir şafak vaadediyordu’
Le Phenix/Paul Eluard
Çok değil, 10-15 sene önce ‘tarihin’, ‘ideolojilerin’, ‘yoksulluğun’ sonu ve yeni küresel bilgi çağının başlangıcı ilan ediliyordu. Tek yapmamız gereken küresel imparatorluğun önümüzde açtığı yeni geleceğe hazırlanmaktı.
Dediklerini yaptık.. yıl 2005… gezegen dünya… yeni liberalizmin teknolojik devrimi ve küresel pazar planları gerçekleşti ve hala gerçekleşiyor. Fakat karşılaştığımız, bugüne sızan gelecek profili ise kap karanlık.
Bizden ‘devrim’ fikrini usulca evlerimizin en gizli sandıklarına kaldırmamızı ve üstünü iyice kilitlememizi istemişlerdi, yaptık.. yeni bin yılla her çok daha iyi olacaktı.
Bu değişim döneminde sadece ekonomik küreselleşme sağlanmadı. Cyberpunk kurgularda karşılaştığımız küresel mafya ve diğer suç organizasyonlarıyla tanıştık. Yeniden popülerleşen kölelik ve insan kaçakçılığı faaliyetlerini gördük. Uzak okyanus sularında yeniden dirilen korsanlık eylemlerine biraz şaşırdık. Bağdat şehrinin 4-5 yıl arayla havai fişek gösterisi haline çevrilen bombalanışını evlerimizden izledik.
1984, Cesur Yeni dünya, Fahreinheit 451, Biz, Damızlık Kızın öyküsü…. Yüzlerce bilimkurgu eseri anlatmıştı, gelecekte insan türünü bekleyen, kendi kendini kapatacakları hapishaneleri. Foucault’un hapishanelerin fabrikalara, okullara, kışlalara, hastahanelere ve bütün bunların da hapishanelere artık benzediği uyarısı da unutuldu. Ama Panoptikon’dan korkunç Gunatanamo ve Ebu Gahaip’lerle tanıştık. Gizli toplama kampları ve hayalet esirler artık sadece P.K. Dick gibi adı deliye çıkmış bilimkurgu yazarının karanlık kabusları değildi.
J.G. Ballard’ın suç üçlemesinin ilk ikisini oluşturan Kokain Geceleri ve Süper-Cannes romanlarında sık sık karşımıza çıkan güçlünün, elitin şiddeti uygulaması ve bunu filme çekerek uzun vadeli bir tüketim ayini haline getirilmesi, Irak yada Afganistan’daki öldürdükleri insanların görüntülerini porno siteye üye olmak için takas eden ABD askerlerince kısa sürede gerçeğe dönüştürüldü. Tıpkı Süper-Cannes romanın psikopat doktoru Winder Penrose’un ‘bu yeni türde bir pornografidir ve aslında kendileri de zavallı bir kurban olan suçlular için ‘delilik bir tedavidir’ tespitini doğrularcasına. Bu tedavinin sonuçlarını kameralı telefonlarla çekilip küresel tüketime sunulan Irak’taki manzalardan görülebilir. Tüm dünya cinnet nöbetine girmişken peki devrim nerede? Hiçbir Yerden Haberler, Demir Ökçe, Hukuk Gladyatörü, Ekotopya… dönüştürülecek geleceğe yönelik Ütopya nerede?
Evet, yaşanan toplu bir cinnet nöbetidir ve suçlu da sadece ulu orta önümüze dikilen bildik failler değil, tüm insanlıktır. ‘bu böyle giderse varılacak karanlık yer’ bu gün bulunduğumuz yerdir. Ama yeni milenyumun insanları daha fazla haz, daha fazla tüketim, daha fazla şöhret, daha fazla zenginlik, daha fazla gençlik peşindeler ve bizlerin bu tip mecralardan yazdığımız metinlerle ya da anlatmaya çabaladığımız gerçeklerle ilgilenmemektedir.
İşte bu yüzden J.G. Ballard’ın kriminal üçlemesinin son kitabı Milenyum İnsanları’nı yenik doğmaya mahkum bir devrim öyküsü olarak kurgular. Tıpkı 19.yüzyılın Paris komünü gibi. Ama roller değişmiş devrimin öncülüğünü yeni proleterya yani orta sınıf almıştır….’yeni bir devrim gerçekleşiyordu; öyle alçakgönüllü ve iyi huylu bir şeydi ki hemen hemen kimse farkına varmamıştı’ sözleriyle açılan kitap umursamaz, robotlaşmış kamusal alan karşısında var edilmeye çalışılan yeni bir ütopik çabayı konu alır. Bir taraftan toplumsal değişim talebinin ayartıcılığı, sistemin her zamanki bastırma tedbirleri ve diğer taraftan günümüz dünyasında El Kaide tipi grupların sergilediği amaçsız şiddetinin sorgulanması. Ballard son 30 yılda yinelediği gibi soluğunu ensemizde hissettiğimiz bir çok yakın gelecek tablosu oluşturur. Baskıcı olmayan her ütopya gibi ikircikli ve insan denilen tuhaf şey’in derin iç uzayını kaplayan tüm aydınlık ve karanlık yönlerini yansıtarak.
Roman ‘ama aslında başka bir zamanı düşünüyorum o anda, Chelsea Marina’nın gerçekten bir vaatler ülkesi olduğu kısacık dönemi; genç bir çocuk doktorunun halkını özgür bir cumhuriyet, sokak işaretleri olmayan bir şehir, cezaları olmayan olaylar ve gölgesi olmayan bir güneş yaratmaya ikna ettiği o kıssacık zamanı düşünüyorum’ sözleri ve geleceğe yönelik bir dönüşüm çiçeğinin filizlenen ilk tomurcuklarıyla biter.
Ballard’ın romanını da tıpkı Londra metrosunda patlayan terörist bombalar gibi hepimizin geleceğine yönelik bir uyarı olarak okunmalıdır. Suçun, acının, şiddetin yada sömürünün bitmesine yönelik niyetler hipnotik bir bekleyişe yenik düştüğü sürece güneş üzerindeki gölge daha da artacaktır. Belki de herkesin evlerinin en gizli köşesine tıkıştırdığı sandığı açığa çıkartma ve Pandora’nın kutusu gibi açma vakti, değişimi…
Rafet Arslan/2005
James Graham Ballard'a Saygıyla 3
KÖTÜLÜĞÜN ŞEFFAFLIĞI
Suçu, bir karnaval yada bir sanat eseri olarak ele almak mümkün mü? Gündelik, sıradan işleyişinde mantığımız bu soruya genelde –hayır- yanıtını verecektir.
Ama bu soruya –evet- yanıtını verecek çarpışık akıl yürütmeler ve sıra dışı mantık düzenleri mutlaka vardır. Graham James Ballard’ın ki bunlardan biri, hatta ilk akla geleni olacaktır. 55 yıllık edebiyat (ve tabi ki BK) serüveninde Ballard hep sıradan, günlük akıl yürütme anlayışımız, mantığımız ve kodlarımız dışında zihinsel ve dilsel bir tuhaf diyalektik oluşturdu.
Kendine özgü vahşi mizahı, sıra dışı cinsel temaları ve şiddetiyle gerçek üstücülerin amaçladığı bilinç dışını ifşa etme çabasının takipçisi oldu. Daha 1962’de yayınlanan “Drowned World” (Batan Dünya) romanında kışkırtıcı, provatif bir söylemi benimseyerek klasik BK okuruyla arasında ki gerilimi başlatmıştı. Neredeyse tüm BK yazarlarının nükleer tehlike karşısında top yekün yıkımı engelleme yönünde eserler ürettiği bir süreçte, Ballard Drowned World ‘de yıkıma karşı savaşan değil, felaketle ittifak yapan bir karakter üzerinden romanını kurgulamıştı. Bu romanla klasik BK çevresinden, yaşam yada hümanistlik karşıtı gibi sert eleştiriler almıştı. Fakat 2. Dünya Savaşında toplama kampı, ardından tıp ve ordu dünyası gibi şiddete açık ortamlardaki yaşam deneyimleriyle yazım tarzını belirlemiş olan Ballard için, sıradan ahlaki iyi-kötü ayrımları çok fazla bir anlam ifade etmez. O hep modern gündelik hayatın gizlediği şiddet, cinsellik ve iktidar ilişkilerinin karanlık mikro dünyalarında gezinmeyi adet edinmiştir.
Ballard’la klasik BK çevresi arasındaki bu gerilim, günümüze kadar süre geldi. Sadece 1964’te Drowned Giant öyküsü ile Nebula BK ödülüne aday olsa da, klasik BK çevresinin hiçbir ödülüne Ballard layık bulunamadı. Zaten, “Crash” (Çarpışma) ile başlayıp, son 15 yılda yoğunlaşan geleneksel edebiyatla BK arasındaki duvarı yıkma ve geniş tabanlı bir BK söylemi yaratma çabası, klasik BK çevrelerini Ballard’ın “artık bir BK yazarı sayılamayacağı” sonucuna vardırdı. Ayrıntı yayınlarının 2001 yılı içinde ard arda bastığı “Cennete Koşu” ve “Kokain Geceleri” romanlarını BK referansı yerine “edebiyat” ibaresi ile yayınlaması, Ballard yazını konusundaki karmaşayı yansıtıyor. Ballard’ın provakatif ve ayartıcı bir mantık dizini ile kurguladığı “Kokain Geceleri”’nin temalarını ve BK mantığını, yine yazarın BK literatürüne kazandırdığı “iç uzay” ve “şimdiki gelecek” kavramları doğrultusunda ele alacağız.
-Suç ve Hazzın Ayartıcılığında-
Marki de Sade açığa vurduğundan beri, suç –iktidar- haz üçgeninin, burjuva toplumunun, tüm ahlaki söylemlerine rağmen içinde geliştiği gün ışığına çıkmıştı. Sistemin mantığı içindeki sosyologlar, psikologlar ise sürekli suçun kökeni mülksüz sınıflarda arayıp durmuşlardır. Pasolini , Bunuel, Lynch gibi sinemacılar ve birçok edebiyat eseri suçun gerçek kökeni ve onu oluşturan toplumsal ahlaki koşulları derinlemesine tahlil etmişlerdir. İngiliz yazar Antony Burges’in S. Kubrick tarafından da sinemaya uyarlanan BK klasiği “Otomatik Portakal” (Clockwork Orange) romanı suçun belli bir grup yada katmanda değil, tüm toplumdaki hakimiyetinin altını çizer (Suçlu- hükümet mekanizması , güçlü-güçsüz, zengin-fakir).
Ballard’ın “Kokain Geceleri”’nin kahramanı Prience ‘te ilk başta gelişen suç kültürüne ahlaki bir mesafeyle baksa da, sonradan suç-haz- iktidar formülünün “ayartıcı” çekiciliğine kendini kaptırır. Olaylar, sorunlu aile hayatında sürekli kardeşi Frank’e babalık yapıp, onun küçük suç ve hınzırlıklarının sorumluluğunu üstlenen Prience’in, kardeşi Frank’in otel işlettiği İspanya tatil şeridinde tutuklandığı haberini almasıyla başlar. Kardeşinin bir yanlışlık sonucu hapsedildiği ve onu bir an önce kurtaracağı düşüncesiyle yola çıkan kahramanımız, Estella Demar sahil şeridine geldiğinde işlenen suçun ağırlığı ile sarsılır. Ortada dehşetengiz bir zekanın kundakladığı bir villa ve beş ölü vardır. Ve Frank’in suçu üstlenmesi ile kaza yada intihar ihtimali gündem dışı kalmıştır.Bölgedeki herkes sakin bir insan olan Frank’in suçu itirafı, huzurlu bir kıyı şeridinde böyle bir suçun işlenmesi karşısında şaşkındır. Estella Demar, sakinlerini genç yaşta emekli olmuş Avrupalıların oluşturduğu bir tatil beldesidir. Tıpkı Ballard’ın “Yakın Geleceğin Mitosları” kitabındaki “Harika Vakit Geçiriyoruz” öyküsündeki gibi, Estella Demar’da kültür, sanat, spor, eğlence etkinlikleriyle içiçe bir yaşam hüküm sürmektedir.
Suçu, bir karnaval yada bir sanat eseri olarak ele almak mümkün mü? Gündelik, sıradan işleyişinde mantığımız bu soruya genelde –hayır- yanıtını verecektir.
Ama bu soruya –evet- yanıtını verecek çarpışık akıl yürütmeler ve sıra dışı mantık düzenleri mutlaka vardır. Graham James Ballard’ın ki bunlardan biri, hatta ilk akla geleni olacaktır. 55 yıllık edebiyat (ve tabi ki BK) serüveninde Ballard hep sıradan, günlük akıl yürütme anlayışımız, mantığımız ve kodlarımız dışında zihinsel ve dilsel bir tuhaf diyalektik oluşturdu.
Kendine özgü vahşi mizahı, sıra dışı cinsel temaları ve şiddetiyle gerçek üstücülerin amaçladığı bilinç dışını ifşa etme çabasının takipçisi oldu. Daha 1962’de yayınlanan “Drowned World” (Batan Dünya) romanında kışkırtıcı, provatif bir söylemi benimseyerek klasik BK okuruyla arasında ki gerilimi başlatmıştı. Neredeyse tüm BK yazarlarının nükleer tehlike karşısında top yekün yıkımı engelleme yönünde eserler ürettiği bir süreçte, Ballard Drowned World ‘de yıkıma karşı savaşan değil, felaketle ittifak yapan bir karakter üzerinden romanını kurgulamıştı. Bu romanla klasik BK çevresinden, yaşam yada hümanistlik karşıtı gibi sert eleştiriler almıştı. Fakat 2. Dünya Savaşında toplama kampı, ardından tıp ve ordu dünyası gibi şiddete açık ortamlardaki yaşam deneyimleriyle yazım tarzını belirlemiş olan Ballard için, sıradan ahlaki iyi-kötü ayrımları çok fazla bir anlam ifade etmez. O hep modern gündelik hayatın gizlediği şiddet, cinsellik ve iktidar ilişkilerinin karanlık mikro dünyalarında gezinmeyi adet edinmiştir.
Ballard’la klasik BK çevresi arasındaki bu gerilim, günümüze kadar süre geldi. Sadece 1964’te Drowned Giant öyküsü ile Nebula BK ödülüne aday olsa da, klasik BK çevresinin hiçbir ödülüne Ballard layık bulunamadı. Zaten, “Crash” (Çarpışma) ile başlayıp, son 15 yılda yoğunlaşan geleneksel edebiyatla BK arasındaki duvarı yıkma ve geniş tabanlı bir BK söylemi yaratma çabası, klasik BK çevrelerini Ballard’ın “artık bir BK yazarı sayılamayacağı” sonucuna vardırdı. Ayrıntı yayınlarının 2001 yılı içinde ard arda bastığı “Cennete Koşu” ve “Kokain Geceleri” romanlarını BK referansı yerine “edebiyat” ibaresi ile yayınlaması, Ballard yazını konusundaki karmaşayı yansıtıyor. Ballard’ın provakatif ve ayartıcı bir mantık dizini ile kurguladığı “Kokain Geceleri”’nin temalarını ve BK mantığını, yine yazarın BK literatürüne kazandırdığı “iç uzay” ve “şimdiki gelecek” kavramları doğrultusunda ele alacağız.
-Suç ve Hazzın Ayartıcılığında-
Marki de Sade açığa vurduğundan beri, suç –iktidar- haz üçgeninin, burjuva toplumunun, tüm ahlaki söylemlerine rağmen içinde geliştiği gün ışığına çıkmıştı. Sistemin mantığı içindeki sosyologlar, psikologlar ise sürekli suçun kökeni mülksüz sınıflarda arayıp durmuşlardır. Pasolini , Bunuel, Lynch gibi sinemacılar ve birçok edebiyat eseri suçun gerçek kökeni ve onu oluşturan toplumsal ahlaki koşulları derinlemesine tahlil etmişlerdir. İngiliz yazar Antony Burges’in S. Kubrick tarafından da sinemaya uyarlanan BK klasiği “Otomatik Portakal” (Clockwork Orange) romanı suçun belli bir grup yada katmanda değil, tüm toplumdaki hakimiyetinin altını çizer (Suçlu- hükümet mekanizması , güçlü-güçsüz, zengin-fakir).
Ballard’ın “Kokain Geceleri”’nin kahramanı Prience ‘te ilk başta gelişen suç kültürüne ahlaki bir mesafeyle baksa da, sonradan suç-haz- iktidar formülünün “ayartıcı” çekiciliğine kendini kaptırır. Olaylar, sorunlu aile hayatında sürekli kardeşi Frank’e babalık yapıp, onun küçük suç ve hınzırlıklarının sorumluluğunu üstlenen Prience’in, kardeşi Frank’in otel işlettiği İspanya tatil şeridinde tutuklandığı haberini almasıyla başlar. Kardeşinin bir yanlışlık sonucu hapsedildiği ve onu bir an önce kurtaracağı düşüncesiyle yola çıkan kahramanımız, Estella Demar sahil şeridine geldiğinde işlenen suçun ağırlığı ile sarsılır. Ortada dehşetengiz bir zekanın kundakladığı bir villa ve beş ölü vardır. Ve Frank’in suçu üstlenmesi ile kaza yada intihar ihtimali gündem dışı kalmıştır.Bölgedeki herkes sakin bir insan olan Frank’in suçu itirafı, huzurlu bir kıyı şeridinde böyle bir suçun işlenmesi karşısında şaşkındır. Estella Demar, sakinlerini genç yaşta emekli olmuş Avrupalıların oluşturduğu bir tatil beldesidir. Tıpkı Ballard’ın “Yakın Geleceğin Mitosları” kitabındaki “Harika Vakit Geçiriyoruz” öyküsündeki gibi, Estella Demar’da kültür, sanat, spor, eğlence etkinlikleriyle içiçe bir yaşam hüküm sürmektedir.
Kahramanımızın, sakin görülen bu coğrafyada tanık olacağı saldırı, tecavüz, sabotaj, fahişelik, uyuşturucu trafiği gibi yeraltı faaliyetleriyle birlikte, cinayet üzerine şüpheleri artacaktır. Prience bir yanda cinayeti çözüp, kardeşini kurtarmaya çalışırken diğer yandan E. Demar’ın suçu bir gösteri sanatı haline getirmiş tuhaf insanlarının gizemli ve sapkın çekiciliğine kendini kaptırır. Diğer komşu ölü sahilleri kaplayan durgunluk aksine, Estella Demar’ı canlandıran şiddet, sex gibi aşırılıklar yakın geleceği kapsayan geniş bir alternatif toplum yaratmaktadır. Daha kitabın 20. sayfasında, Frank cezaevi görüşmesinde abisine “Burası Avrupa’nın geleceği, çok yakında her yer burası gibi olacak” der. Romanın akışında Estella Demar’ın geleceğin çehresini bugünden oluşturup, sürekli yayılan bir mikro laboratuar şeklinde ele alınır. Gelişmiş dünyanın hükümetlerinin, insanları neredeyse hiç çalışmayacak şekilde teknolojik bir yaşamın durgunluğuna, ölgünlüğüne bırakmasına karşı “Gelecekteki tüm boşta gezer toplumların bir prototipi” halini almıştır. Ballard dil, ideoloji gibi büyük söylemlerin ölümünün ilan edildiği post-modern çağa uygun olarak geleceği değil , geleceğin nüvelerin bugünden oluşturan bir suç imparatorluğunun gelişimini aktararak, farklı bir Bilim Kurgu mantığı oluşturmaya çalışır.
Sanat ve suçun iç içe ilerleyişinde , uygarlığı geliştiren insanları ölü uykusundan canlandırıp harekete geçiren sapkın bir çekicilik vardır. Herkes benzer günahları kendi zihninde işleyerek görünmez suçlar işler. Önemli olan, insanların içlerindeki karanlık yaratacalığı tetikleyip, öne çıkarmaktır. Estella Demar’da bu işi üstlenen tenisçi Boby Crawford’dur. Küçük yaşlarda babasının kayış dayaklarından haz alıp, onu suçlamayan Crawford genç yaşta militarizmin işkence ve rüşvet dolu kokuşmuş dünyasında, mazoşizmin ardından sadizmin hastalıklı zevkini alır. Estella Demar’daki suç sendikalarıyla ilişkiye geçtiğinde o zaten haz-suç-iktidar üçgenini kanıksamış ve diğer insanları sanat, spor ve suçla uyandırmaya hazır haline gelmiştir.
Ballard, romanda sık sık gönderme yaptığı Kafka ‘nın Dava’sının sanığını “harikalar ülkesine” göndererek, suçluluk duygusunu bertaraf eder. Bir gizemli polisiye atmosferiyle “near future-yakın gelecek” BK ‘sunu birleştirerek, çarpıcı bir anlatım yaratan romanın sırrı ve heyecanı 309 sayfa boyunca devam eder.
Ballard’ın romanı 11 Eylül sonrası suçu, şiddeti ve saldırganlığı; ezilmişlere, mülksüzlere, cahil bırakılmışlara yükleyip, “sonsuz adalet” çığırtkanlığı yapan kesimlere bir cevap teşkil eder. Suçu mülksüzlere yıkıp, “medeniyetler çatışması” gibi ucube görüşlerin teorisini yapan egemenlere, suçun gelişkin burjuva toplumdaki köklerini hatırlatır. Tıpkı Stephen King’in, 11 Eylül sonrası okullarında katliam yapan wasp kökenli öğrencilerin, ikiz kuleleri yok etme planları yaptıklarını hatırlatması gibi. Marx’ın söylediği gibi burjuva dünyanın karabasanları, onun gün ışığı altındaki hayat tarzından kaynaklanmaktadır.
RAFET ARSLAN/2001
James Graham Ballard'a Saygıyla 2
Tinsel Bir Tavır Olarak Sürrealizm
Sürrealizm en başta araçsallaşmış akla bilerek ve isteyerek sırt çevirmektir. Gündelik hayatın totaliterliğinin yarattığı uyku halindeki bireyi şoklar vasıtasıyla sarsmak, gerçeklik adlı uykudan kaldırmak gerekmektedir. Kendi gerçeğinin ve tutkularının farkına varacağı yeni bir zihinsel duruma yelken açmasını kışkırtmak için.
Rimbaud’un şaire kaşif rolü vermesi boşuna değil. Kendini keşfetmek için dünyayı yeni bir bakış açısı ile yeniden keşfetmek, oradan kendine dönmek… Ve böylece ‘bir başkası’ olarak ben’in parçalı yapısını, evrensel uyum ile birleştirmek; kendini tanıyarak bir tamlığa varmak. G.J. Ballard’ın dediği gibi asıl yabancı gezegen kendimizdir. Kendi iç-uzayımıza seyahatlere çıkmak, kendi psiko-patolojimizin derinlerine dalmak. Otomatik yazı da tam bu noktada içimizdeki ben’lerin ajanı, sözcüsü olur. Kişinin kendi bütünlüğünü tanıma sürecinde ebe rolü üstlenir.
Ancak gece rüyalarımızda karşılaştığımız ben’lerin söylemlerini ayaklandırmak otomatik yazının telepatik gücüdür. Kentsoylu aydınlanmanın rasyonelitesine savaş açan Sürrealizmin düş atlası, uzak doğunun sunya anlayışından vahdet-i vücud’a dek uzanır.
Rafet Arslan
Sürrealizm en başta araçsallaşmış akla bilerek ve isteyerek sırt çevirmektir. Gündelik hayatın totaliterliğinin yarattığı uyku halindeki bireyi şoklar vasıtasıyla sarsmak, gerçeklik adlı uykudan kaldırmak gerekmektedir. Kendi gerçeğinin ve tutkularının farkına varacağı yeni bir zihinsel duruma yelken açmasını kışkırtmak için.
Rimbaud’un şaire kaşif rolü vermesi boşuna değil. Kendini keşfetmek için dünyayı yeni bir bakış açısı ile yeniden keşfetmek, oradan kendine dönmek… Ve böylece ‘bir başkası’ olarak ben’in parçalı yapısını, evrensel uyum ile birleştirmek; kendini tanıyarak bir tamlığa varmak. G.J. Ballard’ın dediği gibi asıl yabancı gezegen kendimizdir. Kendi iç-uzayımıza seyahatlere çıkmak, kendi psiko-patolojimizin derinlerine dalmak. Otomatik yazı da tam bu noktada içimizdeki ben’lerin ajanı, sözcüsü olur. Kişinin kendi bütünlüğünü tanıma sürecinde ebe rolü üstlenir.
Ancak gece rüyalarımızda karşılaştığımız ben’lerin söylemlerini ayaklandırmak otomatik yazının telepatik gücüdür. Kentsoylu aydınlanmanın rasyonelitesine savaş açan Sürrealizmin düş atlası, uzak doğunun sunya anlayışından vahdet-i vücud’a dek uzanır.
Rafet Arslan
James Graham Ballard'a Saygıyla...
İç Uzay Seyahatleri
Situasyonist Enternasyonel; öncülü Sürrealist hareketi rastlantılara, olağanüstüye, çılgınlığa, otomatizme kapılması yüzünden eleştirir. Bilimsel vurguya yer yer ağırlık verilirken, bültenlerde 1984’ten Cesur Yeni Dünyaya önemli dis-ütopya eserlere bir çok göndermeler yapılır.
Guy Debord, Dérive Thoery adlı incelemesinde (İS. Sayı 2, 1958) ekolojiden morfolojiye, psikolojiden coğrafyaya kadar geniş bir çerçeve çizer ki; Bilimkurgu ile Situasyonist araştırmaları hiç düşünmeyeceği kadar ‘olası randevuya’ sürükler.
Debord’un bu sıkı metninden tam iki yıl önce İngiltere de genç bir Bilimkurgu yazarı G.J. Ballard ilk öyküsü yayınlamıştı. Ballard yıkımlar, yeni oluşumlar, hayali kentler ve bunlara bağlı oluşan yeni psiko-patolojiler üzerine farklı bir Bilimkurgu söylemi oluşturuyordu. Micheal Moorcock’un 1964 yılında New Worlds dergisinin editörü olmasıyla, Ballard ve ona benzer yeni arayışlara yelken açan arkadaşları önemli bir fırsat elde ettiler. Eski, kalıplaşmış ve uyutucu hapa dönüşmüş kurguya karşı; yeni, sarsıcı ve uyandıran söylemlerini duyurma imkanı buldular. Yeni dalga adını alan hareket, edebiyatın köşe başlarını tutmuş oligarklara karşı, güç olmak gerektiğine dair bir deneyimdir.
Ballard ‘asıl yabancı gezegen dünyamızdır’ tespitini yaptı ve buna bağlı olarak bilimkurgunun zaman eğrisini önce yakın gelecek ve ardından şimdiye sızmış geleceğe kadar yaklaştırdı. Ortodoks eleştirmenler için BK ile bağı kurulması zor güncel konuları Anti-nucleer hareket, beatnikler, rock’n roll, öğrenci mücadelesi, yeşil hareket, pop kültür gibi konuları yapıtlarında hiç çekinmeden kullandı.
Ballard’ın şiirsel dili, şaşırtıcı imgelem dünyası, saldırgan mizahı ‘ustam’ dediği Sürrealist ressamların yapıtlarından yola çıkmıştır ve onları aratmayacak kadar canlı bir sürreal evren inşa ederler. Ballard ya olan coğrafyaları vahşi düş gücü ile saptırarak mutasyona uğratıyor yada hayali yeni coğrafyalar yaratıyordu. Kent kalabalıkları arasına gizlenmiş çoğu mikro-coğrafyalardaki underground gruplar, yeni Mesihler, aşırı talepler süren sapkın politik organizasyonlar… Ballard’ın yapıtı, Situasyonistlerin psikocoğrafya kavramıyla örtüşür şekilde kentlerin ve onun mikro coğrafyalarının insan psikolojisinde yarattığı kırılmaları ve yeni olasılıkları bir bilim adamı titizliği ile ele alır. Onun düş aleminde boş bir yüzme havuzundan zaman makinesi yapılmaya çalışılır, araba kazalarından tahrik olan yeni bir cinsel-politika doğabilir. Kahramanları karşılarına dikilen yeni olasılıklara dalmaya hiç çekinmezler, kendi bedenlerini de birer deney unsuru olarak kullanırlar.
Popüler bilimkurgu yazarları dış uzaylara seyahatler düzenlerken, Ballard insan dediğimiz tuhaf varlığın iç uzayına açılmayı tercih eder; onun sapkın zihninin yarattığı düş haritalarına ve yeni durumlara vakıf olmak için.
Rafet Arslan
Situasyonist Enternasyonel; öncülü Sürrealist hareketi rastlantılara, olağanüstüye, çılgınlığa, otomatizme kapılması yüzünden eleştirir. Bilimsel vurguya yer yer ağırlık verilirken, bültenlerde 1984’ten Cesur Yeni Dünyaya önemli dis-ütopya eserlere bir çok göndermeler yapılır.
Guy Debord, Dérive Thoery adlı incelemesinde (İS. Sayı 2, 1958) ekolojiden morfolojiye, psikolojiden coğrafyaya kadar geniş bir çerçeve çizer ki; Bilimkurgu ile Situasyonist araştırmaları hiç düşünmeyeceği kadar ‘olası randevuya’ sürükler.
Debord’un bu sıkı metninden tam iki yıl önce İngiltere de genç bir Bilimkurgu yazarı G.J. Ballard ilk öyküsü yayınlamıştı. Ballard yıkımlar, yeni oluşumlar, hayali kentler ve bunlara bağlı oluşan yeni psiko-patolojiler üzerine farklı bir Bilimkurgu söylemi oluşturuyordu. Micheal Moorcock’un 1964 yılında New Worlds dergisinin editörü olmasıyla, Ballard ve ona benzer yeni arayışlara yelken açan arkadaşları önemli bir fırsat elde ettiler. Eski, kalıplaşmış ve uyutucu hapa dönüşmüş kurguya karşı; yeni, sarsıcı ve uyandıran söylemlerini duyurma imkanı buldular. Yeni dalga adını alan hareket, edebiyatın köşe başlarını tutmuş oligarklara karşı, güç olmak gerektiğine dair bir deneyimdir.
Ballard ‘asıl yabancı gezegen dünyamızdır’ tespitini yaptı ve buna bağlı olarak bilimkurgunun zaman eğrisini önce yakın gelecek ve ardından şimdiye sızmış geleceğe kadar yaklaştırdı. Ortodoks eleştirmenler için BK ile bağı kurulması zor güncel konuları Anti-nucleer hareket, beatnikler, rock’n roll, öğrenci mücadelesi, yeşil hareket, pop kültür gibi konuları yapıtlarında hiç çekinmeden kullandı.
Ballard’ın şiirsel dili, şaşırtıcı imgelem dünyası, saldırgan mizahı ‘ustam’ dediği Sürrealist ressamların yapıtlarından yola çıkmıştır ve onları aratmayacak kadar canlı bir sürreal evren inşa ederler. Ballard ya olan coğrafyaları vahşi düş gücü ile saptırarak mutasyona uğratıyor yada hayali yeni coğrafyalar yaratıyordu. Kent kalabalıkları arasına gizlenmiş çoğu mikro-coğrafyalardaki underground gruplar, yeni Mesihler, aşırı talepler süren sapkın politik organizasyonlar… Ballard’ın yapıtı, Situasyonistlerin psikocoğrafya kavramıyla örtüşür şekilde kentlerin ve onun mikro coğrafyalarının insan psikolojisinde yarattığı kırılmaları ve yeni olasılıkları bir bilim adamı titizliği ile ele alır. Onun düş aleminde boş bir yüzme havuzundan zaman makinesi yapılmaya çalışılır, araba kazalarından tahrik olan yeni bir cinsel-politika doğabilir. Kahramanları karşılarına dikilen yeni olasılıklara dalmaya hiç çekinmezler, kendi bedenlerini de birer deney unsuru olarak kullanırlar.
Popüler bilimkurgu yazarları dış uzaylara seyahatler düzenlerken, Ballard insan dediğimiz tuhaf varlığın iç uzayına açılmayı tercih eder; onun sapkın zihninin yarattığı düş haritalarına ve yeni durumlara vakıf olmak için.
Rafet Arslan
Graham James Ballard Sonsuzda yada Cennete 1 Koşu
İngiliz Sürrealist Bilimkurgu yazarı, ustamız James Graham Ballard'ı bu gün 78 yaşında sonsuzluğa uğurladık...
2008 yazında Fantom ile Ballard'a sorular hazırlamış, internetten bulduğumuz birkaç
aracı vasıtasıyla, soruları ulaştırmaya çalışmıştık ama gayretimize ragmen ulaşamamıştık ustaya.
daha bir kaç gün önce yazdan hazırladığımız röpörtaj sorularını ulaştırmak için 6:45 yayından dostumuz Şenol ile konuşmuş, Ballard ustayı anmıştık. söyleşemedik...
hayatım boyunca hayran olduğum Sürrealist ustaların yanıtlarına küçük ekler yapmaya çalıştım diyen Ballard'ı saygıyla anıyor, yaşatmaya çalışıyoruz.
huzur ile yat usta..
18 Nisan 2009 Cumartesi
Sürrealizmin Politikası- Kadıköy Underground Poetix 3. ciltle
SÜRREALİZMİN POLİTİKASI-1936 ispanya doyası içinde mini dosya...
Peret, Breton, Arrabal, Dali, Miro.....
GİRİŞ metninden:
'1930’ların dünyası avand garde’ın ana sanat akımlarını zorladığı, yeraltından başlattığı tacizi yerüstünde devam ettiği, bir nevi kitleleştirdiği yıllardır. Sürrealizm, avand garde’ın bu patlama noktası olduğu kadar, karmaşık politik gelişiminin röntgen filmini de içinde barındırır.
Dada’nın bıraktığı yerden politikayla flört ederek sanat-düşün-eylem hayatına atılmıştır Sürealizm. Ekim Devrimi ardından Komünist Parti’ye üye oldular, başta Breton olmak üzere bir çok Sürrealist Moskova duruşmaları ardından Troçki’ye destek verdiler. Cezayir’deki Fransız devletinin yeni-sömürgeciliğine karşı savaş açtılar. Cezaevi kapıları açılsın, ordu terhis edilsin çağrısıyla bildiriler yazdılar. Militarizmi ve milliyetçiliği mahkum ettiler, psikiyatri kurumu ve Papa’yı hedef aldılar.
Franco ve Hitler hayranı, dolar heveslisi Dali dışındaki tüm Sürrealistler solda yer almaktan çekinmediler.
Sürrealizmin zihinsel-politik dönüşümünü anlamak için en belirgin figür İspanya Devrimine destek vermek için İspanya’ya giden şair Benjamin Peret’tir.
Breton’un yakın dostu Peret Troçkist harekete katılmak için İspanya yoluna düşer. Fakat Poam içinde yaşadıkları, Troçkist hareketin de eleştirdiği KP’den bir farkı olmadığı sonucuna götürür. Peret ardından Aragon cephesindeki Duritti tugaylarına katılacaktır...'
Dada’nın bıraktığı yerden politikayla flört ederek sanat-düşün-eylem hayatına atılmıştır Sürealizm. Ekim Devrimi ardından Komünist Parti’ye üye oldular, başta Breton olmak üzere bir çok Sürrealist Moskova duruşmaları ardından Troçki’ye destek verdiler. Cezayir’deki Fransız devletinin yeni-sömürgeciliğine karşı savaş açtılar. Cezaevi kapıları açılsın, ordu terhis edilsin çağrısıyla bildiriler yazdılar. Militarizmi ve milliyetçiliği mahkum ettiler, psikiyatri kurumu ve Papa’yı hedef aldılar.
Franco ve Hitler hayranı, dolar heveslisi Dali dışındaki tüm Sürrealistler solda yer almaktan çekinmediler.
Sürrealizmin zihinsel-politik dönüşümünü anlamak için en belirgin figür İspanya Devrimine destek vermek için İspanya’ya giden şair Benjamin Peret’tir.
Breton’un yakın dostu Peret Troçkist harekete katılmak için İspanya yoluna düşer. Fakat Poam içinde yaşadıkları, Troçkist hareketin de eleştirdiği KP’den bir farkı olmadığı sonucuna götürür. Peret ardından Aragon cephesindeki Duritti tugaylarına katılacaktır...'
PS:
ASAGIDA KADIKOY UNDERGROUND POETIX'I % 5O YAYINEVI INDIRIMIYLE ALABILECEGINIZ BIR LINK VAR
manisa ruh ve sinir hastalıkları hastanesi
şehrin tırnaklarını boyayan ala yağmur
ötekinin yüzünü yarılıyor ve yaralandı pencerenin çapağı
yüzdeki, gözdeki, titiz sesteki yeşil
bir de yangın sıkıyor boynunu göğün
yolun tıkırtısında açık artık aşkın kapağı
soyun! yaralarımızı bu defa kapılar
soyun! tüm pasını düşünce ben
kırık aklı, uykudan aktığını rüyasına dahi belli etmedi
soyun! yolun mezarındaki taştan kedi.
oyuk koyu veda yere dökük damarı bileklerin
şehrin tırnaklarını yiyen delilik.
zozanamelis,23.01.2009,sabah,tren.
ötekinin yüzünü yarılıyor ve yaralandı pencerenin çapağı
yüzdeki, gözdeki, titiz sesteki yeşil
bir de yangın sıkıyor boynunu göğün
yolun tıkırtısında açık artık aşkın kapağı
soyun! yaralarımızı bu defa kapılar
soyun! tüm pasını düşünce ben
kırık aklı, uykudan aktığını rüyasına dahi belli etmedi
soyun! yolun mezarındaki taştan kedi.
oyuk koyu veda yere dökük damarı bileklerin
şehrin tırnaklarını yiyen delilik.
zozanamelis,23.01.2009,sabah,tren.
17 Nisan 2009 Cuma
Şebeke Dağılımda
Şebeke Muhteva
Kapak: Mutant Orci/Cins
Şerh Sureleri/Rafet Arslan
Vişne /Pınar Nurhan
Kan, Cam, Akıl ve Yatak Üstüne/Ozan Durmaz
Şebeke Özel Gösteri
Bahçe/Ali Kartal
Bahar Yaklaşırken/Ayşe Özkan
21. yüzyılın İlk Liberter Ayaklanmasına Selam Olsun
Kale/Ali Kartal
Başka 1 Acıdan Tom Yorke/Giz
Barbar’dan Geriye Kalanlar/Emre Varışlı
Devlet ve Düş-Görücü Sapkınlar Üzerine Levhalar/Batur Münevver
Siren/Hande Koçak
Şiirler:
Aras Keser, Nurhak Kaya, Umut Taylan, Özgür Ozan, Özgür Asan, Ömer Akay, Vural Uzundağ, Emre Sert, Sinan Praksis
Kolajlar, Çizimler, Resimler:
Gaga/Cins, Kaos Duvarı/S.E.T kolektif, Başbakan Alis, Day Collages/Portekiz, Hermetik Wings/London, Dick Laurent is Dead 1-2/Bob Arcthor. .aka E.C.A, Oturan Adam/Rad, Külküpe/Özkazanç, Eve Götürecek 1 Beden Lazım/Onston-Can Yeşiloğlu, Atina Ateşi/Onston, Rüya/Petrowa
Fotoğraflar: Hayali/Hüseyin Ugur, Pelin Kılıç, Burak Cirik, Ellen Von Unwerth
http://www.sebekefanzin.blogspot.com/
Kapak: Mutant Orci/Cins
Şerh Sureleri/Rafet Arslan
Vişne /Pınar Nurhan
Kan, Cam, Akıl ve Yatak Üstüne/Ozan Durmaz
Şebeke Özel Gösteri
Bahçe/Ali Kartal
Bahar Yaklaşırken/Ayşe Özkan
21. yüzyılın İlk Liberter Ayaklanmasına Selam Olsun
Kale/Ali Kartal
Başka 1 Acıdan Tom Yorke/Giz
Barbar’dan Geriye Kalanlar/Emre Varışlı
Devlet ve Düş-Görücü Sapkınlar Üzerine Levhalar/Batur Münevver
Siren/Hande Koçak
Şiirler:
Aras Keser, Nurhak Kaya, Umut Taylan, Özgür Ozan, Özgür Asan, Ömer Akay, Vural Uzundağ, Emre Sert, Sinan Praksis
Kolajlar, Çizimler, Resimler:
Gaga/Cins, Kaos Duvarı/S.E.T kolektif, Başbakan Alis, Day Collages/Portekiz, Hermetik Wings/London, Dick Laurent is Dead 1-2/Bob Arcthor. .aka E.C.A, Oturan Adam/Rad, Külküpe/Özkazanç, Eve Götürecek 1 Beden Lazım/Onston-Can Yeşiloğlu, Atina Ateşi/Onston, Rüya/Petrowa
Fotoğraflar: Hayali/Hüseyin Ugur, Pelin Kılıç, Burak Cirik, Ellen Von Unwerth
http://www.sebekefanzin.blogspot.com/
15 Nisan 2009 Çarşamba
Ormanın Mesajı
ormanın mesajı, bir karabasan olsa gerek...
tuhaf bir agaca asılı bir kuş. rengi mora çalıyor hafiften. bir kuş olmasını şüphelendirecek kadar tüylü bir postu var.
bir ayağı kocaman pençe, diğeri bir ayak girintisi gibi1 delik. belki de bu yırtıcıdaki bastırılmış dişil olanı temsil ediyor.
pençesinde gövdesi ağaca nüfus ederek kopmuş, Toyen'in başı.
14 Nisan 2009 Salı
Politikadan hayata: Anarşiyi solcu değirmen taşlarından kurtarmak
Anarşi ilk kez ayrı bir radikal hareket olarak tanımlandığı günden bu yana solla ilişkilendirilmiştir, ama bu her zaman sıkıntılı bir ilişki olmuştur. Otoriter bir pozisyonda yer alan solcular (CNT’nin ve 1936-37 İspanyasında FAI’nin liderleri gibi kendilerini anarşist olarak adlandıranlar da dahil olmak üzere) hayatın tümüyle dönüştürülmesine dair anarşist amacın ve bu yönde kullanılacak araçların da bu amaca uygun olması gerektiğini söyleyen anarşist anlayışın kendi politik programlarının önünde bir engel olduğuna hükmetmişlerdi. Gerçek isyan daima politik programların çok uzağında patlak verir ve en tutarlı anarşistler önlerinde uzanan bu bilinmeyen alanda hayallerinin tam anlamıyla gerçeğe dönüştüğüne tanık oldular. Oysa geçen zamanla beraber isyan ateşi söndüğünde (hatta bazen 1936-37 İspanyasında olduğu gibi hala parlak bir şekilde yanmasına rağmen) yol gösteren anarşistler yeniden “solun vicdanı”na dönüşeceklerdi. Ancak anarşist düşlerin enginliği ve anarşinin delalet ettiği ahlaki uygunluğun solun politik takvimi için engel teşkil ettiği her durumda, bu takvim anarşinin soluğunu hayal kuramayan bir “gerçekçilik”le kesip bunaltarak anarşist hareketin sırtına çok daha büyük bir ağırlık yükledi.
Sol için sömürü ve baskıya karşı yürütülecek toplumsal mücadele asli olarak politik bir programdır ve hangi araç elverişliyse onunla gerçekleştirilmesi gerekir. Böyle bir anlayışın politik bir mücadele metodolojisine ihtiyaç duyduğu ortadadır ve böyle bir metodoloji anarşinin kimi temel değerleriyle muhakkak ki çelişir. Her şeyden önce, toplumsal varoluşun farklı bir türü olarak politika, hayatımızı belirleyen kararların alınma süreciyle bu kararların hayata geçirilme sürecinin birbirinden ayrılmasıdır. Kararları oluşturan ve dayatan kurumlar bu ayrıma dayanmaktadır. Bu kurumların ne kadar demokratik ya da uzlaşmaya dayalı olduğunun çok önemi yok; çünkü politikanın doğasında var olan bu ayırma ve kurumlaştırma, kararların daha uygulanacakları durumlar oluşmadan önce alınmasını gerektirdiği için bile illa ki bir dayatma oluşturur ve koşulların kendine özgülüğüne aldırmaksızın çeşitli durumlar için başvurulacak genel kurallar oluşturma gayretini zorunlu kılar. Bireylere kendi projelerini geliştirmeleri için yardımcı olmak yerine onların hareketlerine yön veren ideolojik düşüncenin nüveleri buradadır, ama bu konuyu daha sonra ele alacağım. İktidarın bu karar oluşturma tarzında ve kurumsal işleyişte yatıyor olduğu gerçeği anarşist bir perspektif için eşdeğer önem taşıyor. Ve solcu toplumsal mücadele anlayışı, tam anlamıyla, bu kurumları etkilemeye, yönetimlerini ele geçirmeye ya da alternatif türevlerini üretmeye dair bir mücadeledir. Diğer bir deyişle bu mücadele iktidar ilişkilerini yıkma değil değiştirme mücadelesidir.
Programatik temelli olması nedeniyle solcu mücadele anlayışı, mücadele yürütme aracı olarak bir örgüte ihtiyaç duyar. Örgüt mücadeleyi temsil eder, çünkü örgüt mücadele programının somut ifadesidir. Eğer bu örgüte dahil olanlar programlarını devrimci ve anarşist olarak tanımlıyorlarsa, örgüt onlar için devrim ve anarşiyi temsil etmeye başlar ve örgütün gücü de devrimci ve anarşist mücadelenin gücüyle özdeşleştirilir. Bunun açık bir örneğini CNT liderlerinin Katalan işçi ve köylülerin, üretim araçlarını (ve beraberinde özgür halk güçlerini oluşturacakları silahları) kamulaştırmasını teşvik ettikten sonra örgütü feshetmedikleri ve işçilerin sosyal hayatı kendi ilişkilerine göre yeniden yaratmalarına olanak tanımak yerine üretimin yönetimini ele geçirdikleri İspanya Devriminde görmekteyiz. İşçilerin özyönetiminde sendika ile yönetimin birbirine karıştırılması bu olaylara eleştirel bir gözle bakmaya istekli olan herkesin üzerinde çalışabileceği sonuçlara neden olmuştu. Egemen düzene karşı mücadele onu hayata geçiren bireylerden bu şekilde ayrılarak örgütlerin eline bırakıldığında artık bireylerin öziradesine dayalı bir proje olmaktan çıkıp bireylerin bağlandığı dışsal bir dava haline gelir. Bu davanın örgütle özdeşleştirilmesi nedeniyle ona bağlı bireylerin en önemli etkinliği örgütün muhafaza edilmesi ve genişlemesi olacaktır.
Aslında solcu örgüt, solun kurumlaşmış güç ilişkilerini dönüştürme yönündeki amacını gerçekleştirmek için kullandığı bir araçtır. Bu dönüşümün mevcut yönetimlere hoş görünerek demokratik hakların uygulanmasını sağlayarak mı, devlet erkinin seçimle ya da şiddetle ele geçirilmesiyle mi, yoksa üretim araçlarının kurumsal olarak kamulaştırılması ya da tüm bu sayılanların bir kombinasyonu vasıtasıyla mı yapılacağı çok az önem taşır. Örgüt bu niyetini gerçekleştirmek için kendini alternatif bir güç ya da karşı güç haline getirmeye uğraşacaktır. Mevcut iktidar ideolojisini, özellikle de demokrasiyi kucaklamak zorunda olma nedeni budur. Demokrasi, ileri sürmüş olduğu programlar için toplumsal uzlaşmanın yaratılmasını gerektiren, pratikten ayrılmış ve kurumlaşmış karar alma sistemidir. İktidar her zaman baskıyla birlikte var olmasına rağmen, demokratik yapıda alabileceği onay vasıtasıyla meşrulaştırılır. Bu nedenle sol için mümkün olduğunca çok yandaşa, programlarını desteklemesi için öngördüğü sayısal çoğunluğa ulaşmaya çalışmak elzemdir. Böylece sol, demokrasiye olan bağlılığı yüzünden niceliksel ilüzyonu benimsemek zorundadır.
Yandaş kazanma çabası en küçük ortak paydadan hareket etmeyi gerektirir. Onun için sol esaslı bir teorik araştırma yürütmek yerine dünyayı tahlil etmekte kullandığı basitleştirilmiş bir dizi doktrin geliştirmeli ve mevcut yöneticilerin yaptığı etik ihlallerin bir listesini açığa vurmalıdır; solcular bunlarla kitleleri kazanmayı umarlar. Bu ideolojik çerçevenin dışına çıkan herhangi bir sorgulama veyahut araştırma şiddetle kınanır ya da gereksiz bulunur. Bu teorik sığlaşma, fikirlerin ve uygulamanın niteliği ve uyumluluğu yerine yandaş sayısının, pasifliğine ya da bilgisizliğine bakmaksızın, güçlü bir hareketin yansıması olarak algılandığı niceliksel ilüzyonu kabul etmenin bedelidir.
Politik olarak “kitleler”e hoş görünme zorunluluğu da solu mevcut yöneticilerden aşamalı taleplerde bulunmaya iter. Bu yöntem güç ilişkilerini dönüştürme projesiyle kesinlikle çok tutarlıdır, çünkü esasında güç ilişkilerinin temellerini tehdit etmemektedir. Aslında iktidarda olanlardan taleplerde bulunmakla ima edilen şey, mevcut ilişkilerde yapılacak –marjinal de olsa– küçük küçük uyarlamaların solcu programın gerçekleştirilmesi için yeterli olduğudur. Bu yöntemde iktidarın kendisi sorgulanmaz, çünkü böyle bir sorgulama solun politik yapısını tehdit edecektir.
Değişime bu aşamalı yaklaşım, mutlak olarak ilerleme doktrinini barındırır (aslında bugünlerde diğer kirlenmiş etiketleri geride bırakmayı tercih eden solcular ve liberaller arasında en yaygın olan etiket “ilerici”dir.) İlerleme, şeylerin mevcut düzeninin süregiden –ve muhtemelen diyalektik– bir gelişme sürecinin sonucu olduğu ve –oy vermek, dilekçe vermek, dava açmak, sivil itaatsizlik, politik şiddet ve hatta iktidarı ele geçirme gibi iktidarı yıkma dışındaki her şey için– çaba sarf edilirse bu sürecin daha ileri taşınabileceği düşüncesidir. İlerleme kavramı ve onun politik açılımı olan aşamalı yaklaşım solcu toplumsal dönüşüm anlayışının bir diğer niceliksel özelliğine işaret eder. Burada dönüşüm sadece bir süreç meselesidir, kişinin hedefe kilitlenmiş yol üzerindeki konumuna dairdir. Gereken miktarda düzeltme yapmak bizleri “oraya” taşıyacaktır (“orası” her neresi ise). Reform ve devrim aynı etkinliğin sadece farklı aşamalarıdır. Bunlar, en azından kapitalizmin yükselişinden beri, içinde olduğumuz tek döngünün var oluşun gittikçe yoksullaşması olduğu ve bunun reformla çözülemeyeceği gerçeğine gözünü kapatmayı sürdüren solun saçmalıklarıdır.Aşamalı yaklaşımı ve sınıflandırmaya duyduğu politik ihtiyaç, solu aynı zamanda insanlara “işçiler”, “kadınlar”, “siyahlar”, “gay ve lezbiyenler” gibi çeşitli ezilmiş ve sömürülmüş grupların üyesi olarak değer biçmeye sevk eder. Bu sınıflandırma kimlik politikasının temelidir. Kimlik politikası, ezilen insanların sınıfsal baskıya sözde meydan okudukça üzerlerindeki baskının güçlenmesine yardımcı olan, belli bir toplumsal sınıf ile özdeşleşmeyi seçtikleri yanlış muhalefetin temel biçimidir. Esasında, bu sosyal rolle süregiden özdeşleşme kimlik politikasına dahil olanların toplum içindeki durumlarını derinlemesine analiz etme ve baskıya karşı bireyler olarak hareket edebilme kapasitelerini sınırlandırır. Ve böylece üzerlerindeki baskının nedeni olan toplumsal ilişkilerin devamını da garanti altına alır. Ama bu insanların solun politik manevralarının piyonları olarak işe yaramaları için sınıflarının üyeleri olarak kalmaları gerekir. Çünkü demokratik bir yapı içinde bu tür toplumsal kategoriler baskı grupları ve güç blokları rolünü üstlenirler.
Örgütsel ihtiyaçları, demokrasiyi kucaklaması, niceliksel ilüzyonu ve insanlara sadece toplumsal sınıfların üyeleri olarak değer biçmesi nedeniyle solun politik mantığı, doğası gereği kolektivisttir; bireyi bu sıfatla ortadan kaldırır. Bu durum bireylerden kendilerini solun çeşitli davalarına, programlarına ve örgütlerine feda etmelerini talep etmekle açığa çıkar. Bu talebin ardında kolektif kimliğe, kolektif sorumluluğa ve kolektif suçluluğa dair manipülatif ideolojiler yatmaktadır. “Ayrıcalıklı” bir grubun parçası olarak tanımlanan bireyler –“düzgün”, “beyaz”, “erkek”, “orta sınıf”, vs– bu gruba atfedilen bütün baskılardan sorumlu tutulurlar. Ardından da bu insanlar kendilerinden daha çok ezilmiş olanların eylemlerine eleştirmeksizin destek verip “suçlarını” telafi edecek şekilde davranmaya manipüle edilirler. Ezilen bir grubun parçası olarak tanımlanan bireyler de zorunlu bir “dayanışma” nedeniyle grup içinde kolektif kimliği (kızkardeşlik, siyah milliyetçiliği, eşcinsel kimliği, vs.) kabul etmeye manipüle edilirler. Grup kimliğini reddetmeleri ya da derinlemesine, radikal bir biçimde bu kimliği eleştirmeleri, içinde sayıdıkları gruplara atfedilen baskıları onayladıkları anlamına gelecektir. Aslında, kendi hayatında maruz kaldığı şekliyle baskı ve sömürüye kendi adına (veya sadece gerçekten yakınlık kurmuş olduklarıyla beraber) karşı çıkan bu birey, devletin ve sermayenin –güya “burjuva toplumunun”– bizlere dayattığı yabancılaşmış kolektif toplumsal etkinliğin asli sonucu olan atomizasyona, ayrıştırmaya ve yabancılaşmaya karşı mücadele ediyor olmasına rağmen “burjuva bireyciliği” ile suçlanacaktır.
Toplumsal mücadeleyi fiilen politik bir program olarak kabul etmesi nedeniyle solculuk tepeden tırnağa ideolojiktir. Solun mücadelesi toplum tarafından sömürülmüş, bastırılmış, zaptedilmiş ve mahrum bırakılmış kanlı-canlı bireylerin arzularından, ihtiyaçlarından ve hayallerinden kaynaklanmamaktadır. Bu mücadele kendi hayatlarını yeniden ele geçirmek için çabalayan ve bunun araçlarını oluşturmaya çalışan insanların etkinliği değildir. Aksine insanların tek tek mücadelerinin üstünde ve önünde olan ve bu tek tek mücadelelerin tabi olmak zorunda olduğu örgütsel oturumlarda ya da solcu liderlerin kafalarında formüle edilmiş bir programdır. Sloganı ne olursa olsun –sosyalizm, komünizm, anarşizm, kız kardeşlik, Afrika halkları, yeryüzünün özgürleşmesi, hayvan hakları, primitivizm, işçilerin özyönetimi, vs.– bu program insanlara tahakküme karşı yürüttükleri mücadelelerinde kullanacakları bir araç sunmak yerine, bireylerden yöneten sınıfın tahakkümünü solcu programın tahakkümü ile takas etmelerini talep eder.
Anarşist çaba, idealine en yakın haliyle, hayatın yeniden ele geçirilmesi temelinde varoluşun tamamen dönüştürülmesidir. Bütün ünlü anarşistlerin en şiirsel metinlerinde bu idealle karşılaşmak mümkündür; ve anarşiyi “solun vicdanı” yapan da bu niyettir. Ama bu rüyaları hayata geçirmek isteyen bir insan için, hayallerinin enginliğini ve derinliğini paylaşmayan ve paylaşamayan bir hareketin vicdanı olmanın ne anlamı olabilir ki? Anarşist hareketin tarihinde, anarko-sendikalizm ve platformizm gibi sola en yakın duran perspektif ve uygulamalar her zaman hedeflerine dair bol miktarda plana sahipken hayalleri sınırlı kalmıştır. Solculuğun politik çevrelerde, en azından Batı için, artık kayda değer bir güç olmadığı günümüzde, bu değirmen taşını boynumuzda taşımaya devam etmek için kesinlikle hiçbir neden yok. Anarşist hayallerin, halen hayal kurabilen ve kendi hayatlarının özerk yaratıcıları olmayı arzulayan her bir bireyin hayallerinin gerçekleşmesi için soldan bilinçli ve kesin olarak kopmak gerekmektedir. Bu kopuş en azından şu anlamlara gelmektedir:
Politik bir toplumsal mücadele anlayışının reddedilmesi; devrimci mücadelenin bir program değil, aksine hayatın tamamının bireysel ve toplumsal olarak yeniden ele geçirilmesi için yapılan mücadele olduğunun kabulü. Bu mücadele doğası gereği anti-politik’tir. Başka bir deyişle içinde hayata ve mücadeleye dair kararların alınma ve uygulanma sürecinin birbirinden ayrıldığı her toplumsal örgütlenme biçimine ve her mücadele yöntemine –söz konusu karar alma sürecinin ne kadar demokratik ve katılımcı olduğuna bakmaksızın– karşıdır.
Örgütçülüğün reddedilmesi; bir örgütün sömürülmüş birey veya grupları, toplumsal mücadeleyi, devrimi ya da anarşiyi temsil edebileceği düşüncesinin reddedilmesi demektir. Aynı zamanda programatik yapıları nedeniyle bu tarz bir temsilci rolü üstlenen bütün formel örgütlenmelerin – partiler, dernekler, federasyonlar ve benzeri yapıların– reddedilmesi demektir. Burada söylenmek istenen, devrimci mücadele için gereken özel eylemlilikleri örgütleme kapasitesinin reddi değil, örgütsel bir programın şekilciliğine tabi görev ve projeler içeren örgütün reddedilmesidir. Tecrübeyle sabittir ki, formel bir örgütün zorunlu kıldığı tek görev kendisinin geliştirilmesi ve muhafaza edilmesidir.
Demokrasinin ve niceliksel illüzyonun reddedilmesi; bir mücadelenin gücünü belirleyen şeyin tahakkümün kurumlarına karşı bir saldırı ve hayatın yeniden ele geçirilmesine yönelik bir mücadele pratiğinin niteliksel değeri yerine, bir davanın, düşüncenin veya programın yandaş sayısı olduğu düşüncesinin reddi. Hayattan ve pratikten ayrılmış bir alan olarak her karar alma fikrinin ve dahası karar almaya dair her tür formalizasyonun ve kurumlaşmanın reddedilmesi. Bu aynı zamanda kitleleri kendine çekmeye uğraşan vaaz yönteminin de reddedilmesi demektir. Böyle bir yöntem teorik araştırmanın bir sonu olduğunu, her şeyi kapsayacak bir cevaba sahip olduğunu ve bu nedenle mesajı dışarı taşımak için –söylediklerimizle çelişse dahi– her yolun mübah olduğunu farz eder. İnsanları, kafa kafaya verip arayışlarını birlikte sürdüreceği yoldaşlar yerine, konumunu onaylayan takipçiler aramaya sevk eder. Bir başkasının projelerini uygulamaya çalışmak yerine, kişinin kendi düşüncelerini, hayallerini, isteklerini elinden gelen en iyi haliyle hayata geçirmesi ve böylelikle samimi ilişkiler geliştireceği ve isyan pratiğini yayacağı kafa dengi kişilerle buluşması.
İktidardan talepte bulunmanın reddedilmesi; bunun yerine doğrudan eylem ve saldırı pratiğini seçmek. Kendi hayatlarımızı belirleme isteğimizi sadece, en iyi ihtimalle kapitalist toplumsal düzen içinde zararsız, geçici iyileştirmeler sunacak olan aşamalı talepler vasıtasıyla hayata geçirebileceğimiz fikrinin reddedilmesi. Topluma bir bütün olarak saldırma, yıkılmak zorunda olan bu bütünselliğin içindeki tikel her mücadelede pratik ve teorik bir farkındalık oluşturmak. Böylece tikel toplumsal mücadelelerde neyin devrimci potansiyel taşıdığını –neyin talep ve aşamalı değişim mantığının ötesine uzandığını– görme yeteneğine sahip olmak. Çünkü, ne de olsa, radikal, asi her kopuşun ilk kıvılcımları kısmi istekleri elde etme çabası ile başlayan ama uygulamada isteneni talep etmekten çıkıp onu ve daha fazlasını ele geçirmeye uzanan mücadeleler tarafından çakılmıştır.
İlerleme düşüncesinin reddedilmesi; şeylerin mevcut düzeninin çaba sarf ettiğimiz takdirde daha ileri, hatta muhtemelen ideal haline dek taşıyabileceğimiz, süregiden bir ilerlemenin sonucu olduğuna dair yöneticilerin, onların sadık reformistlerinin ve “devrimci” muhalefetin “ilerleme” diye adlandırdığı mevcut rotanın, doğası gereği bireysel özgürlüğe, özgür biraradalıklara, sağlıklı insan ilişkilerine, yaşamın bütünlüğüne ve gezegenin kendisine zararlı olduğunun kabulü. Bu döngünün kırılması gereğinin ve tam otonomi ve özgürlük istiyorsak yeni yaşam biçimlerinin ve uzantılarının geliştirilmek zorunda olduğunun kabulü. (Bu kabul illa ki teknoloji ve uygarlığın mutlak olarak reddedilmesine yol açmaz ve böyle bir reddediş solla kopuşun alt sınırını oluşturmaz, ama ilerlemenin reddedilmesi kesinlikle uygarlık ve teknolojinin, özellikle de endüstriyalizmin ciddi ve eleştirel bir biçimde incelenmesi ve sorgulanması yönünde bir isteklilik anlamına gelir. Böyle bir sorgulama başlatmak için isteksiz olanlar büyük ihtimalle ilerleme mitine bağlı kalmayı sürdürürler.
Kimlik politikalarının reddedilmesi; çeşitli grupların kendi üzerlerindeki baskıya özgü ayrı mahrumiyetler yaşıyor olmasına ve tahakkümün nasıl işlediğini tam olarak anlamak için bu kendine özgü durumun analiz edilmesi gereğine rağmen asıl mahrum bırakıldığımız şeyin her birimizin bireyler olarak diğerleriyle özgür ilişkiler içinde kendi hayatlarımızı kendi terimlerimizle yaratma yeteneğimizin çalınması demek olduğunu kabul etmek. Hayatın toplumsal seviyede olduğu gibi bireysel seviyede de tam anlamıyla ele geçirilmesi, ancak kendimizi esas olarak toplumsal kimliklerle özdeşleştirmeye son verdiğimizde gerçekleşebilir.
Kolektivizmin reddedilmesi; bireyin gruba tabi kılınmasına dair kolektif sorumluluk ideolojisinin reddedilmesi. (Bu reddediş toplumsal ya da sınıfsal analizlerin reddi anlamına gelmez, ama bu tür analizlerdeki ahlaki yargıyı siler ve bireyleri, onların da bir parçası oldukları söylenen ama kendi seçimleri olmayan –“Yahudi”, “çingene”, “erkek”, “beyaz”, ve benzeri– bir toplumsal kategori adına yapılan ya da böyle bir kategoriye atfedilen icraatler nedeniyle suçlamaya yönelik tehlikeli pratiği reddeder.) Kişinin baskı gören belli bir gruba “ayrıcalıklı” ya da farazi üyeliği nedeniyle bir mücadele ya da hareketle eleştirmeksizin dayanışması gerektiği düşüncesinin reddedilmesi ve böyle bir anlayışın herhangi bir önemli devrimci süreç için büyük bir engel teşkil ettiğinin kabulü. Kolektif proje ve eylemlerin katılımcı bireylerin arzularına ve ihtiyaçlarına hizmet etmek için yaratılması, bunun tersi için değil. Sermayenin dayattığı temel yabancılaşmanın gene sermaye tarafından teşvik edilen hiper-bireyci herhangi bir ideolojiye dayanmadığı, kendi hedeflerini gerçekleştirmek için bizlerin yaratıcı bireysel yeteneklerine elkoyan kolektif üretim projesinden kaynaklandığının kabulü. Devrimin en önemli amacının hayatın bireysel ve toplumsal anlamda yeniden ele geçirilmesi temelinde her bireyin, kendi seçtiği kişilerle özgür biraradalıklar oluşturarak varoluş koşullarını belirleyebilme özgürlüğüne sahip olmak olduğunu kabul etmek.
İdeolojinin reddedilmesi; yani hizmet edilmesi gereken bir yapı olarak hayatın ve bireylerin üzerinde konumlandırılan her programın, düşüncenin, soyutlamanın, idealin ve teorinin reddedilmesi. Bu nedenle Tanrının, Devletin, Ulusun, Irkın ve benzerlerinin olduğu gibi, kişinin kendisini, arzularını, hayallerini feda etmesine yol açan ideallere dönüştükleri takdirde Anarşinin, Primitivizmin, Komünizmin, Özgürlüğün, Aklın, Bireyin vs reddedilmesi. Fikirlerin, teorik analizlerin, muhakeme yeteneğinin, soyut ve eleştirel düşüncenin kişilerin amaçlarını gerçekleştirmesine, hayatlarını yeniden ele geçirmesine ve bunun önünde duran her şeye karşı durabilmesine yardımcı olan araçlar olarak kullanılması. Kişinin sürekli sorgulayarak ya da teorik araştırmalar yoluyla gerçeklikle yüzleşmek için gösterdiği gayreti körelten kolay cevapların reddedilmesi.
Bana göre bunlar solla gerçek bir kopuşu oluşturmaktadır. Bu reddiyelerden birinin –teoride ya da pratikte– eksik olması halinde solun artıkları baki kalmış demektir ve bu bizlerin özgürleşme projesi için bir engeldir. Soldan kopmak anarşinin pratiğini politikanın sınırlarından kurtarma ihtiyacından kaynaklandığı için kesinlikle ne sağı ne de politik yelpazenin bir başka kanadını kucaklamak anlamına gelmez. Aksine hayatın tamamen dönüştürülmesine yönelik bir mücadelenin, bireylerin kendilerini gerçekleştirmesi amacı güden kolektif bir hareket içinde her birimizin hayatlarını ele geçirmesine yönelik bir mücadelenin, hizmet etmemizi isteyen politik programlar, “devrimci” örgütler ve ideolojik yapılar tarafından sadece ve sadece baltalanacağının farkına varmak. Çünkü, tıpkı devlet ve sermaye gibi bunlar da hayatlarımızın bizlere ait olduğundan hareket etmek yerine hayatlarımızın idaresini kendilerine vermemizi isterler. Politikanın dar sınırlarına hapsedilemeyecek kadar engin hayallerimiz var bizim. Solu geride bırakıp isyanın bilinmezliğine ve iradi olarak dolu dolu hayatlar yaratmaya giden neşeli yolumuza yöneleli beri çok zaman geçti.
Wolfi Landstreicher
(Feral Faun)
Sol için sömürü ve baskıya karşı yürütülecek toplumsal mücadele asli olarak politik bir programdır ve hangi araç elverişliyse onunla gerçekleştirilmesi gerekir. Böyle bir anlayışın politik bir mücadele metodolojisine ihtiyaç duyduğu ortadadır ve böyle bir metodoloji anarşinin kimi temel değerleriyle muhakkak ki çelişir. Her şeyden önce, toplumsal varoluşun farklı bir türü olarak politika, hayatımızı belirleyen kararların alınma süreciyle bu kararların hayata geçirilme sürecinin birbirinden ayrılmasıdır. Kararları oluşturan ve dayatan kurumlar bu ayrıma dayanmaktadır. Bu kurumların ne kadar demokratik ya da uzlaşmaya dayalı olduğunun çok önemi yok; çünkü politikanın doğasında var olan bu ayırma ve kurumlaştırma, kararların daha uygulanacakları durumlar oluşmadan önce alınmasını gerektirdiği için bile illa ki bir dayatma oluşturur ve koşulların kendine özgülüğüne aldırmaksızın çeşitli durumlar için başvurulacak genel kurallar oluşturma gayretini zorunlu kılar. Bireylere kendi projelerini geliştirmeleri için yardımcı olmak yerine onların hareketlerine yön veren ideolojik düşüncenin nüveleri buradadır, ama bu konuyu daha sonra ele alacağım. İktidarın bu karar oluşturma tarzında ve kurumsal işleyişte yatıyor olduğu gerçeği anarşist bir perspektif için eşdeğer önem taşıyor. Ve solcu toplumsal mücadele anlayışı, tam anlamıyla, bu kurumları etkilemeye, yönetimlerini ele geçirmeye ya da alternatif türevlerini üretmeye dair bir mücadeledir. Diğer bir deyişle bu mücadele iktidar ilişkilerini yıkma değil değiştirme mücadelesidir.
Programatik temelli olması nedeniyle solcu mücadele anlayışı, mücadele yürütme aracı olarak bir örgüte ihtiyaç duyar. Örgüt mücadeleyi temsil eder, çünkü örgüt mücadele programının somut ifadesidir. Eğer bu örgüte dahil olanlar programlarını devrimci ve anarşist olarak tanımlıyorlarsa, örgüt onlar için devrim ve anarşiyi temsil etmeye başlar ve örgütün gücü de devrimci ve anarşist mücadelenin gücüyle özdeşleştirilir. Bunun açık bir örneğini CNT liderlerinin Katalan işçi ve köylülerin, üretim araçlarını (ve beraberinde özgür halk güçlerini oluşturacakları silahları) kamulaştırmasını teşvik ettikten sonra örgütü feshetmedikleri ve işçilerin sosyal hayatı kendi ilişkilerine göre yeniden yaratmalarına olanak tanımak yerine üretimin yönetimini ele geçirdikleri İspanya Devriminde görmekteyiz. İşçilerin özyönetiminde sendika ile yönetimin birbirine karıştırılması bu olaylara eleştirel bir gözle bakmaya istekli olan herkesin üzerinde çalışabileceği sonuçlara neden olmuştu. Egemen düzene karşı mücadele onu hayata geçiren bireylerden bu şekilde ayrılarak örgütlerin eline bırakıldığında artık bireylerin öziradesine dayalı bir proje olmaktan çıkıp bireylerin bağlandığı dışsal bir dava haline gelir. Bu davanın örgütle özdeşleştirilmesi nedeniyle ona bağlı bireylerin en önemli etkinliği örgütün muhafaza edilmesi ve genişlemesi olacaktır.
Aslında solcu örgüt, solun kurumlaşmış güç ilişkilerini dönüştürme yönündeki amacını gerçekleştirmek için kullandığı bir araçtır. Bu dönüşümün mevcut yönetimlere hoş görünerek demokratik hakların uygulanmasını sağlayarak mı, devlet erkinin seçimle ya da şiddetle ele geçirilmesiyle mi, yoksa üretim araçlarının kurumsal olarak kamulaştırılması ya da tüm bu sayılanların bir kombinasyonu vasıtasıyla mı yapılacağı çok az önem taşır. Örgüt bu niyetini gerçekleştirmek için kendini alternatif bir güç ya da karşı güç haline getirmeye uğraşacaktır. Mevcut iktidar ideolojisini, özellikle de demokrasiyi kucaklamak zorunda olma nedeni budur. Demokrasi, ileri sürmüş olduğu programlar için toplumsal uzlaşmanın yaratılmasını gerektiren, pratikten ayrılmış ve kurumlaşmış karar alma sistemidir. İktidar her zaman baskıyla birlikte var olmasına rağmen, demokratik yapıda alabileceği onay vasıtasıyla meşrulaştırılır. Bu nedenle sol için mümkün olduğunca çok yandaşa, programlarını desteklemesi için öngördüğü sayısal çoğunluğa ulaşmaya çalışmak elzemdir. Böylece sol, demokrasiye olan bağlılığı yüzünden niceliksel ilüzyonu benimsemek zorundadır.
Yandaş kazanma çabası en küçük ortak paydadan hareket etmeyi gerektirir. Onun için sol esaslı bir teorik araştırma yürütmek yerine dünyayı tahlil etmekte kullandığı basitleştirilmiş bir dizi doktrin geliştirmeli ve mevcut yöneticilerin yaptığı etik ihlallerin bir listesini açığa vurmalıdır; solcular bunlarla kitleleri kazanmayı umarlar. Bu ideolojik çerçevenin dışına çıkan herhangi bir sorgulama veyahut araştırma şiddetle kınanır ya da gereksiz bulunur. Bu teorik sığlaşma, fikirlerin ve uygulamanın niteliği ve uyumluluğu yerine yandaş sayısının, pasifliğine ya da bilgisizliğine bakmaksızın, güçlü bir hareketin yansıması olarak algılandığı niceliksel ilüzyonu kabul etmenin bedelidir.
Politik olarak “kitleler”e hoş görünme zorunluluğu da solu mevcut yöneticilerden aşamalı taleplerde bulunmaya iter. Bu yöntem güç ilişkilerini dönüştürme projesiyle kesinlikle çok tutarlıdır, çünkü esasında güç ilişkilerinin temellerini tehdit etmemektedir. Aslında iktidarda olanlardan taleplerde bulunmakla ima edilen şey, mevcut ilişkilerde yapılacak –marjinal de olsa– küçük küçük uyarlamaların solcu programın gerçekleştirilmesi için yeterli olduğudur. Bu yöntemde iktidarın kendisi sorgulanmaz, çünkü böyle bir sorgulama solun politik yapısını tehdit edecektir.
Değişime bu aşamalı yaklaşım, mutlak olarak ilerleme doktrinini barındırır (aslında bugünlerde diğer kirlenmiş etiketleri geride bırakmayı tercih eden solcular ve liberaller arasında en yaygın olan etiket “ilerici”dir.) İlerleme, şeylerin mevcut düzeninin süregiden –ve muhtemelen diyalektik– bir gelişme sürecinin sonucu olduğu ve –oy vermek, dilekçe vermek, dava açmak, sivil itaatsizlik, politik şiddet ve hatta iktidarı ele geçirme gibi iktidarı yıkma dışındaki her şey için– çaba sarf edilirse bu sürecin daha ileri taşınabileceği düşüncesidir. İlerleme kavramı ve onun politik açılımı olan aşamalı yaklaşım solcu toplumsal dönüşüm anlayışının bir diğer niceliksel özelliğine işaret eder. Burada dönüşüm sadece bir süreç meselesidir, kişinin hedefe kilitlenmiş yol üzerindeki konumuna dairdir. Gereken miktarda düzeltme yapmak bizleri “oraya” taşıyacaktır (“orası” her neresi ise). Reform ve devrim aynı etkinliğin sadece farklı aşamalarıdır. Bunlar, en azından kapitalizmin yükselişinden beri, içinde olduğumuz tek döngünün var oluşun gittikçe yoksullaşması olduğu ve bunun reformla çözülemeyeceği gerçeğine gözünü kapatmayı sürdüren solun saçmalıklarıdır.Aşamalı yaklaşımı ve sınıflandırmaya duyduğu politik ihtiyaç, solu aynı zamanda insanlara “işçiler”, “kadınlar”, “siyahlar”, “gay ve lezbiyenler” gibi çeşitli ezilmiş ve sömürülmüş grupların üyesi olarak değer biçmeye sevk eder. Bu sınıflandırma kimlik politikasının temelidir. Kimlik politikası, ezilen insanların sınıfsal baskıya sözde meydan okudukça üzerlerindeki baskının güçlenmesine yardımcı olan, belli bir toplumsal sınıf ile özdeşleşmeyi seçtikleri yanlış muhalefetin temel biçimidir. Esasında, bu sosyal rolle süregiden özdeşleşme kimlik politikasına dahil olanların toplum içindeki durumlarını derinlemesine analiz etme ve baskıya karşı bireyler olarak hareket edebilme kapasitelerini sınırlandırır. Ve böylece üzerlerindeki baskının nedeni olan toplumsal ilişkilerin devamını da garanti altına alır. Ama bu insanların solun politik manevralarının piyonları olarak işe yaramaları için sınıflarının üyeleri olarak kalmaları gerekir. Çünkü demokratik bir yapı içinde bu tür toplumsal kategoriler baskı grupları ve güç blokları rolünü üstlenirler.
Örgütsel ihtiyaçları, demokrasiyi kucaklaması, niceliksel ilüzyonu ve insanlara sadece toplumsal sınıfların üyeleri olarak değer biçmesi nedeniyle solun politik mantığı, doğası gereği kolektivisttir; bireyi bu sıfatla ortadan kaldırır. Bu durum bireylerden kendilerini solun çeşitli davalarına, programlarına ve örgütlerine feda etmelerini talep etmekle açığa çıkar. Bu talebin ardında kolektif kimliğe, kolektif sorumluluğa ve kolektif suçluluğa dair manipülatif ideolojiler yatmaktadır. “Ayrıcalıklı” bir grubun parçası olarak tanımlanan bireyler –“düzgün”, “beyaz”, “erkek”, “orta sınıf”, vs– bu gruba atfedilen bütün baskılardan sorumlu tutulurlar. Ardından da bu insanlar kendilerinden daha çok ezilmiş olanların eylemlerine eleştirmeksizin destek verip “suçlarını” telafi edecek şekilde davranmaya manipüle edilirler. Ezilen bir grubun parçası olarak tanımlanan bireyler de zorunlu bir “dayanışma” nedeniyle grup içinde kolektif kimliği (kızkardeşlik, siyah milliyetçiliği, eşcinsel kimliği, vs.) kabul etmeye manipüle edilirler. Grup kimliğini reddetmeleri ya da derinlemesine, radikal bir biçimde bu kimliği eleştirmeleri, içinde sayıdıkları gruplara atfedilen baskıları onayladıkları anlamına gelecektir. Aslında, kendi hayatında maruz kaldığı şekliyle baskı ve sömürüye kendi adına (veya sadece gerçekten yakınlık kurmuş olduklarıyla beraber) karşı çıkan bu birey, devletin ve sermayenin –güya “burjuva toplumunun”– bizlere dayattığı yabancılaşmış kolektif toplumsal etkinliğin asli sonucu olan atomizasyona, ayrıştırmaya ve yabancılaşmaya karşı mücadele ediyor olmasına rağmen “burjuva bireyciliği” ile suçlanacaktır.
Toplumsal mücadeleyi fiilen politik bir program olarak kabul etmesi nedeniyle solculuk tepeden tırnağa ideolojiktir. Solun mücadelesi toplum tarafından sömürülmüş, bastırılmış, zaptedilmiş ve mahrum bırakılmış kanlı-canlı bireylerin arzularından, ihtiyaçlarından ve hayallerinden kaynaklanmamaktadır. Bu mücadele kendi hayatlarını yeniden ele geçirmek için çabalayan ve bunun araçlarını oluşturmaya çalışan insanların etkinliği değildir. Aksine insanların tek tek mücadelerinin üstünde ve önünde olan ve bu tek tek mücadelelerin tabi olmak zorunda olduğu örgütsel oturumlarda ya da solcu liderlerin kafalarında formüle edilmiş bir programdır. Sloganı ne olursa olsun –sosyalizm, komünizm, anarşizm, kız kardeşlik, Afrika halkları, yeryüzünün özgürleşmesi, hayvan hakları, primitivizm, işçilerin özyönetimi, vs.– bu program insanlara tahakküme karşı yürüttükleri mücadelelerinde kullanacakları bir araç sunmak yerine, bireylerden yöneten sınıfın tahakkümünü solcu programın tahakkümü ile takas etmelerini talep eder.
Anarşist çaba, idealine en yakın haliyle, hayatın yeniden ele geçirilmesi temelinde varoluşun tamamen dönüştürülmesidir. Bütün ünlü anarşistlerin en şiirsel metinlerinde bu idealle karşılaşmak mümkündür; ve anarşiyi “solun vicdanı” yapan da bu niyettir. Ama bu rüyaları hayata geçirmek isteyen bir insan için, hayallerinin enginliğini ve derinliğini paylaşmayan ve paylaşamayan bir hareketin vicdanı olmanın ne anlamı olabilir ki? Anarşist hareketin tarihinde, anarko-sendikalizm ve platformizm gibi sola en yakın duran perspektif ve uygulamalar her zaman hedeflerine dair bol miktarda plana sahipken hayalleri sınırlı kalmıştır. Solculuğun politik çevrelerde, en azından Batı için, artık kayda değer bir güç olmadığı günümüzde, bu değirmen taşını boynumuzda taşımaya devam etmek için kesinlikle hiçbir neden yok. Anarşist hayallerin, halen hayal kurabilen ve kendi hayatlarının özerk yaratıcıları olmayı arzulayan her bir bireyin hayallerinin gerçekleşmesi için soldan bilinçli ve kesin olarak kopmak gerekmektedir. Bu kopuş en azından şu anlamlara gelmektedir:
Politik bir toplumsal mücadele anlayışının reddedilmesi; devrimci mücadelenin bir program değil, aksine hayatın tamamının bireysel ve toplumsal olarak yeniden ele geçirilmesi için yapılan mücadele olduğunun kabulü. Bu mücadele doğası gereği anti-politik’tir. Başka bir deyişle içinde hayata ve mücadeleye dair kararların alınma ve uygulanma sürecinin birbirinden ayrıldığı her toplumsal örgütlenme biçimine ve her mücadele yöntemine –söz konusu karar alma sürecinin ne kadar demokratik ve katılımcı olduğuna bakmaksızın– karşıdır.
Örgütçülüğün reddedilmesi; bir örgütün sömürülmüş birey veya grupları, toplumsal mücadeleyi, devrimi ya da anarşiyi temsil edebileceği düşüncesinin reddedilmesi demektir. Aynı zamanda programatik yapıları nedeniyle bu tarz bir temsilci rolü üstlenen bütün formel örgütlenmelerin – partiler, dernekler, federasyonlar ve benzeri yapıların– reddedilmesi demektir. Burada söylenmek istenen, devrimci mücadele için gereken özel eylemlilikleri örgütleme kapasitesinin reddi değil, örgütsel bir programın şekilciliğine tabi görev ve projeler içeren örgütün reddedilmesidir. Tecrübeyle sabittir ki, formel bir örgütün zorunlu kıldığı tek görev kendisinin geliştirilmesi ve muhafaza edilmesidir.
Demokrasinin ve niceliksel illüzyonun reddedilmesi; bir mücadelenin gücünü belirleyen şeyin tahakkümün kurumlarına karşı bir saldırı ve hayatın yeniden ele geçirilmesine yönelik bir mücadele pratiğinin niteliksel değeri yerine, bir davanın, düşüncenin veya programın yandaş sayısı olduğu düşüncesinin reddi. Hayattan ve pratikten ayrılmış bir alan olarak her karar alma fikrinin ve dahası karar almaya dair her tür formalizasyonun ve kurumlaşmanın reddedilmesi. Bu aynı zamanda kitleleri kendine çekmeye uğraşan vaaz yönteminin de reddedilmesi demektir. Böyle bir yöntem teorik araştırmanın bir sonu olduğunu, her şeyi kapsayacak bir cevaba sahip olduğunu ve bu nedenle mesajı dışarı taşımak için –söylediklerimizle çelişse dahi– her yolun mübah olduğunu farz eder. İnsanları, kafa kafaya verip arayışlarını birlikte sürdüreceği yoldaşlar yerine, konumunu onaylayan takipçiler aramaya sevk eder. Bir başkasının projelerini uygulamaya çalışmak yerine, kişinin kendi düşüncelerini, hayallerini, isteklerini elinden gelen en iyi haliyle hayata geçirmesi ve böylelikle samimi ilişkiler geliştireceği ve isyan pratiğini yayacağı kafa dengi kişilerle buluşması.
İktidardan talepte bulunmanın reddedilmesi; bunun yerine doğrudan eylem ve saldırı pratiğini seçmek. Kendi hayatlarımızı belirleme isteğimizi sadece, en iyi ihtimalle kapitalist toplumsal düzen içinde zararsız, geçici iyileştirmeler sunacak olan aşamalı talepler vasıtasıyla hayata geçirebileceğimiz fikrinin reddedilmesi. Topluma bir bütün olarak saldırma, yıkılmak zorunda olan bu bütünselliğin içindeki tikel her mücadelede pratik ve teorik bir farkındalık oluşturmak. Böylece tikel toplumsal mücadelelerde neyin devrimci potansiyel taşıdığını –neyin talep ve aşamalı değişim mantığının ötesine uzandığını– görme yeteneğine sahip olmak. Çünkü, ne de olsa, radikal, asi her kopuşun ilk kıvılcımları kısmi istekleri elde etme çabası ile başlayan ama uygulamada isteneni talep etmekten çıkıp onu ve daha fazlasını ele geçirmeye uzanan mücadeleler tarafından çakılmıştır.
İlerleme düşüncesinin reddedilmesi; şeylerin mevcut düzeninin çaba sarf ettiğimiz takdirde daha ileri, hatta muhtemelen ideal haline dek taşıyabileceğimiz, süregiden bir ilerlemenin sonucu olduğuna dair yöneticilerin, onların sadık reformistlerinin ve “devrimci” muhalefetin “ilerleme” diye adlandırdığı mevcut rotanın, doğası gereği bireysel özgürlüğe, özgür biraradalıklara, sağlıklı insan ilişkilerine, yaşamın bütünlüğüne ve gezegenin kendisine zararlı olduğunun kabulü. Bu döngünün kırılması gereğinin ve tam otonomi ve özgürlük istiyorsak yeni yaşam biçimlerinin ve uzantılarının geliştirilmek zorunda olduğunun kabulü. (Bu kabul illa ki teknoloji ve uygarlığın mutlak olarak reddedilmesine yol açmaz ve böyle bir reddediş solla kopuşun alt sınırını oluşturmaz, ama ilerlemenin reddedilmesi kesinlikle uygarlık ve teknolojinin, özellikle de endüstriyalizmin ciddi ve eleştirel bir biçimde incelenmesi ve sorgulanması yönünde bir isteklilik anlamına gelir. Böyle bir sorgulama başlatmak için isteksiz olanlar büyük ihtimalle ilerleme mitine bağlı kalmayı sürdürürler.
Kimlik politikalarının reddedilmesi; çeşitli grupların kendi üzerlerindeki baskıya özgü ayrı mahrumiyetler yaşıyor olmasına ve tahakkümün nasıl işlediğini tam olarak anlamak için bu kendine özgü durumun analiz edilmesi gereğine rağmen asıl mahrum bırakıldığımız şeyin her birimizin bireyler olarak diğerleriyle özgür ilişkiler içinde kendi hayatlarımızı kendi terimlerimizle yaratma yeteneğimizin çalınması demek olduğunu kabul etmek. Hayatın toplumsal seviyede olduğu gibi bireysel seviyede de tam anlamıyla ele geçirilmesi, ancak kendimizi esas olarak toplumsal kimliklerle özdeşleştirmeye son verdiğimizde gerçekleşebilir.
Kolektivizmin reddedilmesi; bireyin gruba tabi kılınmasına dair kolektif sorumluluk ideolojisinin reddedilmesi. (Bu reddediş toplumsal ya da sınıfsal analizlerin reddi anlamına gelmez, ama bu tür analizlerdeki ahlaki yargıyı siler ve bireyleri, onların da bir parçası oldukları söylenen ama kendi seçimleri olmayan –“Yahudi”, “çingene”, “erkek”, “beyaz”, ve benzeri– bir toplumsal kategori adına yapılan ya da böyle bir kategoriye atfedilen icraatler nedeniyle suçlamaya yönelik tehlikeli pratiği reddeder.) Kişinin baskı gören belli bir gruba “ayrıcalıklı” ya da farazi üyeliği nedeniyle bir mücadele ya da hareketle eleştirmeksizin dayanışması gerektiği düşüncesinin reddedilmesi ve böyle bir anlayışın herhangi bir önemli devrimci süreç için büyük bir engel teşkil ettiğinin kabulü. Kolektif proje ve eylemlerin katılımcı bireylerin arzularına ve ihtiyaçlarına hizmet etmek için yaratılması, bunun tersi için değil. Sermayenin dayattığı temel yabancılaşmanın gene sermaye tarafından teşvik edilen hiper-bireyci herhangi bir ideolojiye dayanmadığı, kendi hedeflerini gerçekleştirmek için bizlerin yaratıcı bireysel yeteneklerine elkoyan kolektif üretim projesinden kaynaklandığının kabulü. Devrimin en önemli amacının hayatın bireysel ve toplumsal anlamda yeniden ele geçirilmesi temelinde her bireyin, kendi seçtiği kişilerle özgür biraradalıklar oluşturarak varoluş koşullarını belirleyebilme özgürlüğüne sahip olmak olduğunu kabul etmek.
İdeolojinin reddedilmesi; yani hizmet edilmesi gereken bir yapı olarak hayatın ve bireylerin üzerinde konumlandırılan her programın, düşüncenin, soyutlamanın, idealin ve teorinin reddedilmesi. Bu nedenle Tanrının, Devletin, Ulusun, Irkın ve benzerlerinin olduğu gibi, kişinin kendisini, arzularını, hayallerini feda etmesine yol açan ideallere dönüştükleri takdirde Anarşinin, Primitivizmin, Komünizmin, Özgürlüğün, Aklın, Bireyin vs reddedilmesi. Fikirlerin, teorik analizlerin, muhakeme yeteneğinin, soyut ve eleştirel düşüncenin kişilerin amaçlarını gerçekleştirmesine, hayatlarını yeniden ele geçirmesine ve bunun önünde duran her şeye karşı durabilmesine yardımcı olan araçlar olarak kullanılması. Kişinin sürekli sorgulayarak ya da teorik araştırmalar yoluyla gerçeklikle yüzleşmek için gösterdiği gayreti körelten kolay cevapların reddedilmesi.
Bana göre bunlar solla gerçek bir kopuşu oluşturmaktadır. Bu reddiyelerden birinin –teoride ya da pratikte– eksik olması halinde solun artıkları baki kalmış demektir ve bu bizlerin özgürleşme projesi için bir engeldir. Soldan kopmak anarşinin pratiğini politikanın sınırlarından kurtarma ihtiyacından kaynaklandığı için kesinlikle ne sağı ne de politik yelpazenin bir başka kanadını kucaklamak anlamına gelmez. Aksine hayatın tamamen dönüştürülmesine yönelik bir mücadelenin, bireylerin kendilerini gerçekleştirmesi amacı güden kolektif bir hareket içinde her birimizin hayatlarını ele geçirmesine yönelik bir mücadelenin, hizmet etmemizi isteyen politik programlar, “devrimci” örgütler ve ideolojik yapılar tarafından sadece ve sadece baltalanacağının farkına varmak. Çünkü, tıpkı devlet ve sermaye gibi bunlar da hayatlarımızın bizlere ait olduğundan hareket etmek yerine hayatlarımızın idaresini kendilerine vermemizi isterler. Politikanın dar sınırlarına hapsedilemeyecek kadar engin hayallerimiz var bizim. Solu geride bırakıp isyanın bilinmezliğine ve iradi olarak dolu dolu hayatlar yaratmaya giden neşeli yolumuza yöneleli beri çok zaman geçti.
Wolfi Landstreicher
(Feral Faun)
11 Nisan 2009 Cumartesi
Davetsiz Misafir Dinsiz Olmalı
geleceğini Ayşegül söylemişti, hem de telefon ile.
yağmur yağıyordu dün çok çok, ayni sikik bir Kadıköy gecesiydi.
tam bildirilen zamanda zili çaldı, içeri buyur ettim.
siyah rahibe ceketi gibi kapşonlu bir rüzgarlığı vardı, kalın sanki; belki de pamuklu. mutfaktaki tekli koltuğa oturtum, üstündeki abayı çıkartmadan oturdu, bacaklarını birleştirdi.
cattle ile su ısıtıp ona bir sallama çay ikram ettim, çiğ pembe etine bakmamaya çalışarak.
Ayşe gülü aradım sonra ne yapmam gerektiğini sordum, evde dışarda beklemiş ekmek somunu olup olmadığı sordu.
var-dedim... tarif etti oldukça sakin bir kimya formülü paylaşır gibi.
dağınık mutfakta 3 gün öncesinde kalma bir somun ekmek buldum. önce ortadan 2'ye , ardından çeyreğe böldüm. iki parmağım ile ekmeği yokladım sertti.
kızın ayaklarını uzattı yere doğru çömeldim, ekmek ile ayak bileklerine kadar inen abayı araladım, titredi ve ayaklarını toparladı.
dini inancım var, Tanrıya inanıyorum-dedi.
kulağına eğildim ve telefonda bana söylenen pusulayı usulca fısıldadım.
sert bir hareket ile ayağa kalktı, uzun abayı çıkarıp sola doğru fırlattı. sonra bacaklarını açtı, yüzü tamamen ifadesizdi.
ekmeği, tüy kaplamış kasıklarının arasına soktum, çıkardım, soktum. gözlerini kapadı, dudaklarını sıktı. soktum, çıkardım, soktum. hafiften önce, ardından deprem gibi titremeye başladı, gözleri açılıp kaydı. hırıltı ile çığlık arasında gelen bir ses ile haykırdı: kutsal ekmeğe küfürrrr!
hayvani bogürtüler ile beli geldi, ama ne gelmek; sanki işedi. ekmek sırıl sıklam olmuştu.
yavaşça yere yığıldı.
tam o sırada kapı çaldı, Ayşegül olmalıydı. onu mutfakta yere serili bıraktım.
arkadaşım, her zamanki güzel yüzü ve kıvrak, nükteden hali ile karşımdaydı. kapı girişinde laflarken, yemek hazır mı diye sordu, evet dedim. peki ekmek hazırlandı mı, evet dedim...
ona mutfağa kadar eşlik edip Kadife sokağa içmeye gideceğimi söyledim.
yerdeki kız, onun gelişini görünce toparlanıp, dizlerinin üzerine çöktü. ellerini birleştirip, mavi gözlerini ona dikti.
tuhaf hareketlerdi bunlar, ardıma bakmadan Kadife sokağa doğru seyirdim. sanırım içmeye ihtiyacım vardı; çok çok...
Bay Perşembe
3 Nisan 2009 Cuma
2 Nisan 2009 Perşembe
G -20 Londra
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)