RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE
THE DIN OF STREET SPIRIT SOUNDS IN THE RYTHME OF DREAMS
13 Ağustos 2008 Çarşamba
Leos Cara-X Söylencesi
Fransız sinemasının arketipi olarak kabul edebileceğimiz avant-garde anlayışın şiirsel gerçekçilik uzantısını güncelleyen ve Yeni Dalga okulu sonrası yetişen sinemacılardan biri: Leos Carax... Onun filmleri, çağdaş birer mitolojidir; karşıtlıkları çatıştırarak kurgusal bir gerçekliğe indirgeyen sinematografik dizelerdir ve 'sarsıcı aşk' kavramının kamera yoluyla dile geldiği ortak/örtük yaşam deneyimleridir. Leos Carax sinemasında varolan sinema dilinin tabanına indiğimizde, onun tarihsel ve kuramsal bazda etkilendiği iki ayrı dönemle karşılaşırız: Fransız Şiirsel Gerçekçiliği ve Fransız Yeni Dalga okulu... Kuramsal anlamda Fransız Yeni Dalga Sineması'nın getirdiği yenilikleri bazı küçük değişikliklerle filmlerine taşıyan Carax'ın, metin düzleminde ise fransız sinemasının Marcel Carne'li, Jacques Prevert'li ve Jean Cocteau'lu daha eski/edebi dönemlerine bağlı kaldığını söyleyebiliriz. Örneğin onun ikinci uzun metraj çalışması olan 'Mauvais Sang' filminde, bu iki ustaya (Carné ve Cocteau) yaptığı göndermeler, savlarımızı destekler görünmektedir. Öyle ki Carax'ın, Marcel Carne tarafından yönetilmiş 'Les Enfants du Paradis' filminde geçen bir cümleyi, 'Mauvais Sang' filminin kahramanı Alex'e doğrudan söyletmesi ya da aynı filmin bar sahnesinde, sinemanın şairi Jean Cocteau'nun ölümünü kabullenemeyişini bu kez gerçeküstü bir parodiyle yansıtması, kendisinin bağlı olduğu sinema anlayışını da ister istemez özetlemekte. 'Mauvais Sang', her nasılsa bir araya gelmiş iki kişinin sözleri ve düşleri üzerine kurulu. Aslında bir soygun planı üzerinde dönüp duran ana konu, anlatılan ilişkinin çarpıcılığı sonucunda ansızın bir arkaplan haline gelivermiş. Carax sinemasını, Fransız şiirsel gerçekçiliğinden yaklaşık bir adım sonra ortaya çıkmış olan Fransız Yeni Dalga Sineması'yla karşılaştırdığımızda ise onun daha farklı yönelimlere sahip olduğu gerçeğine tanık oluruz. Bu noktada Carax sineması, yine onun fazlaca etkilendiği Godard sinemasına göre azımsanmayacak bir şiirsellik ve plastik anlam içerir. Yine de onu Godard sinemasına yaklaştıran en uç örnek, aynı zamanda yönetmenin ilk uzun metraj denemesi olan 'Boy Meets Girl' isimli filmdir. Askere gitmeden bir gün önce aşık olup, ansızın kaderini değiştirmeye dürtülen bir yönetmen adayının arayışlarını konu alan film, Godard'ın yapıtlarında sıkça görülen 'söz düello' stilinden gerçeküstücülüğün aşka dair kuramlarına (raslantı, imge ve düş çatılı aşk) kadar pekçok tekniği kurgusal bir öyküde birleştirmiş. Anlatımcı kamera hareketlerinin ve kadrajlarının akademik düzeyde kullanıldığı 'Boy Meets Girl' çalışması, biçimsel anlamda 'Mauvais Sang' filminin bir ön izlemesi gibidir. Yeni Dalga'nın sinematografik anlamda en devrimci yönetmeni olan Jean Luc Godard'ın çok daha şiirsel ve içekapanık versiyonu olarak kabul edebileceğimiz Leos Carax'ın, plastik boyutta ise yeni dalga sinemasının belgeleyici tarzından kurtularak, resmetmeye ve tasarıma dönük dışavurumcu anlatıma yaklaştığını söyleyebiliriz. Özellikle 'Mauvais Sang' filminde görülen soyut resimlerle donatılmış resim panoları, yırtık afişlerden oluşan kolajlanmış sokak arkaplanları, bilim kurgusal bir atmosfer için teknolojik göstergeler yerine zihinsel soyutlamayı kullanan akıllı Carax malzemeleri olarak karşımıza çıkmakta. Metin bağlamında 'Boy Meets Girl' çalışmasına göre çok daha güçlü bir aşk filmi olan 'Mauvais Sang', plastik anlamda ise yine siyah beyaz çekilmiş ilk filme göre daha kıvamlı bir estetiğe sahip.
Yönetmenin üçüncü filmi olan 'Les Amants du Pont-Neuf' çalışmasına baktığımızda, senaryo ve görsel anlamda, Mauvais Sang'a benzer bir dramatik çatıyla karşılaşırız . Öykü gereği, düşsel gerçeklikten sokak gerçekliğine olan sıçramaya rağmen, bu üçüncü filmin, plastik ve metin düzeyinde özellikle 'Mauvais Sang' filmine olan yakınlığı ortadadır. Küçük burjuva çevresinden uzaklaşıp Pont Neuf köprüsüne sığınan amatör bir ressamla, aynı köprüde yaşayan niteliksiz bir serseri arasındaki iletişimin 'ilişkiye' dönmesini konu alan film, neredeyse tamamının dış mekanda geçtiği tek Carax filmidir. Bu anlamda üç filmin sahip olduğu söylem, Carax'ın geçirdiği sinemasal evrimin tarihsel bir özeti gibidir: Yeni Dalga sinemasından 'plastik düzeyde' yaşanan (belgeden tasarıma uzanan estetiksel yapı) uzaklaşma ve çekilen son filme kadar gerçekleşen süreçte, şiirsel gerçekçiliğin, sözden arınıp 'olgulara' yanısıtılması...
Bu üç filmin dışında tutmaya özen gösterdiğim ve yönetmenin aynı zamanda son filmi olan Pola X ise klasik Carax gösterge ve oyuncularından yoksun bir çalışma olmasına rağmen, yine de muhteşem bir uyarlama olduğu söylenebilir. Herman Melville'in 1852 yılında kaleme aldığı 'Pierre or the Ambiguties' isimli yapıtın çağdaş bir restorasyonu olarak kabul edebileceğimiz Pola X, genç bir burjuva yazarın yıllar sonra, yoksulluktan çıkıp gelen 'kız kardeşiyle' olan olanaksız karşılaşmasını ve tüm değerlerini, servetini terkederek, bu esrarengiz kızla yaşamını paylaşmasını konu alıyor. Tüm bunların ışığında bir Carax yapıtını devingen kılanın, onun filmlerinde varolan ve izledikçe çoğalan anlamın kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Kostüm renklerinden, mimari yapıların renklendirilmesine kadar hemen her nesne üzerine anlam bindirilmesi, benzer biçimde oyuncuların anlatımcı jest yapılarından, söyledikleri her söz üzerinde titizce durulması, Carax filmlerinin 'anlama dayalı' temelini oluşturmakta. Deha saydığım Leos Carax'ın tema anlamında aşka verdiği önem ise yine anlam açısından, hiç şüphe yok ki birbirine sıkı sıkıya bağlı ilk üç filminde bazı ortak özellikler taşımakta. Öyle ki Carax filmlerinde aşk, tıpkı olanaksız bir karşılaşma gibi, hiç bir kehanet üstadı tarafından yorumlanamayacak bir raslantısallığın sonucudur. Hegel'in 'nesnel raslantı' felsefesinin ve gerçeküstücülerin tesadüfi aşk izleğinin birer sonucu olarak kurgulanan Carax'çı aşk anlayışı, tensel olandan tinsel olana indirgenmiş ve geriye ise kışkırtıcı bir gülümseyiş kalmıştır. Onun filmlerinde aşk, yalnızca kendini yadsımamış karşıkonmaz bir çelişkidir. 'Les Amants du Pont Neuf' filmindeki karakterler, bu çelişkinin sağlam birer kanıtıdır. Tıpkı uzun zamandır dinlenegelen bir müziğin ansızın kesilmesi gibi, Carax filmlerinde varolan aşk da böyle bir kesintinin sonucu olarak kendini vareder. Onun filmlerinde, yaşanan aşkın gerçekliğine en büyük tanık nesnelerdir. Öyle ki ortada varolan bir aşkın olup olmadığını anlamanız için çoğu zaman izleyicinin kulaklarını tıkaması yeterlidir. Leos Carax'ın filmlerinde aşk, içsel sınırsızlığı yaşamsal özgürlüklerle buluşturan buruk bir anıdır; izleyicinin gördüğü bir sahneyi sanki daha önceden yaşamış gibi duyumsaması da sözkonusu buruk anıların niteliklerinden kaynaklanır. Carax için aslolan, aşkı dönüştürmek değil, varolan aşkı ortaya çıkarabilmektir. Bu ortaya çıkış süreci için onun sunduğu sinematografik eylem planı, düşünceden ve onun akılsal işlevlerinden bir adım daha ötededir. Çelişkileri doğuran ve filmsel öyküyü, 'gerçeklikten', imgesel olmaya gerileten bu 'ötesinde oluş', hiç şüphe yok ki Leos Carax'ı 'lirik surrealist' bir sinemacı olarak görmemize neden olmaktadır. Öyleyse son olarak diyebiliriz ki onun sinemasında aşk, varlığın ve hiçliğin bir araya geldiği dramatik bir sonlanıştır...
Tan Tolga Demirci
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder