“Hiç kimse kimseyi yönetme hakkına sahip değildir.” Buenaventura Durruti
İnsan, örgütlenmeye yöneleli baya oluyor. Tarih öncesi zamanlardan günümüze kadar çeşitli farklı şekillerde ve çeşitli farklı örgütlenme pratikleriyle bir yol alındı. Ancak insan doğayla uzlaşarak değil doğaya karşı konumladı kendisini. Ve bu örgütlenmeye yansıyıp kendi alışkanlığını da beraberinde getirdi.
Doğaya karşı doğal olmayan ilişkiler içine giren insan, yatay ve komünal örgütlenme pratiklerini terk edip, hiyerarşik bir örgütlenme pratiğine geçiş yaptı. Mikro düzeyden makro düzeye uzanan hiyerarşik akıl, sonunda devleti yarattı. Ve insan kendi hakkını koruma ve kendini temsil etme yetkisini devlete devretti. Böylece temsiliyet krizi kök salmaya başladı.
Öncelikle devlet tanrının yaptığını yaptı. Kendi iyi kopyasından üfledi vatandaş insana. Halbuki İsa’nın incilinden çok önce Platon “Devlet”inde, iyi olan ile kötü kopyalar arasındaki hiyerarşiyi sıralamıştı. Tanrının kötü bir kopyası olarak insanın, insanın büyük bir iyi kopyası olarak devletin kutsanmışlığı bu şekilde bir hegamonyal sisteme oturmuştu.
Süreç içinde devlet, bir örgütlenmeden ve insanı temsil eden bir nesnesi olmaktan çıkıp, kendi özne oldu. Devlet aklı bu noktadan sonra, insanların uzlaşısı olmaktan çıkıp, devletin insanlarını yaratmaya başladı. Artık insan ölmüş, vatandaş doğmuştu. Bu ilk kimlikten farklı olan kimlik, insana yeni bir boyut ve güvence kazandırıyor gibi gözükse de aslında bir koyup beş alıyordu. İnsanı doğasından uzaklaştırıyor ve tahakküm altına alıyordu. İnsan devletleşiyordu…
Teknolojik gelişmeler ve kapitalizmin atladığı boyutların sonucunda, liberalleşen ve gitgide bireyselleşen – bireyselleştirilen dünya... Gözüken sınırların zihinlere indirgenmesi, iktidarı da mikro düzeylere taşıdı. İnsan sandı ki, sınırların gözükürlüğü azalınca sınırlar kalktı. Halbuki artık sınırlar, gizli ve açıkta olmayan sınırlar olmayı dahi geçip kafalarımız ve yüreklerimizin içine kadar sinsice ilerlemişti.
Makro iktidar önceleri, şiddet ve baskı ile tahakkümünü sürdürmeye ve vatandaşını denetim altına almaya kalkıştı. Ancak gelen tepkilerin de etkisiyle daha etkili çözümler aramaya girişen devlet, karşı koymak yerine, yönlendirme ve böylece kontrol ederek gizliden denetleme yoluna gitti. Üstüne üstlük küresel kapitalizmde bu yönlendirmeler, çeşitli farklılıklar sağlıyor, bu farklılıklar ise stratejik-politik tekrar konumlanmalar yaratarak, her tepki dalgasına karşı tekrar konumlanarak tepkiyi kendi içinde çeliştiriyor hiç olmazsa başka bir dalgaya kırdırıyordu. Beklentileri ve planları denetleyebilen, mobeselerle gözetleyen telekulaklar ile dinleyen devlet, hiyerarşik ve devleti kendi içinde geliştirme odağı olan her faaliyete göz yumuyor hale geldi.
Kadına karşı erkeği, işçiye karşı patronu, askere karşı komutanı konumlandıran devlet, kadının, işçinin ve askerin seslerini yükseltmesiyle kendini tekrar konumlamak zorunda kaldı. Şiddet gören kadınlar seslerini ortaklaştırdıklarında, işçiler hakları için mücadeleye giriştiğinde ve askerliğe karşı soğuk bakanlar bir araya gelmeye başladığında devlet; kendi eliyle kadın koruma evleri açmaya, sendikalar ve sarı sendikalar üretmeye ve her türlü minör ve karşıt görüşün kümelenmesine; hiyerarşik bir kurumlaşma olduğu sürece yani temsiliyet mantığı olduğu sürece göz yumdu. Çünkü böylece temsil eden ile ilişkiye geçen devlet, temsil eden ile temsil edilenin ilişkisinden dolayı kendini hiç zahmete girmeden pekiştiriyordu.
Kadın koruma evleri ve kadıncı örgütlenmeler, kadınların şiddet görmesini engellemek ve bir dayanışma yaratmak açısından önemli ve göz ardı edilemez bir rol oynadılar. Ancak diğer yandan kadın ile erkeğin karşıt konumlanmasını da onadılar. Böylece bir düzeyde hala feodal akılla erkeklik yaratan devlet, kadınlıklara karşı çıkarken, diğer yandan liberal bir mantıkla kadın hakları savunuyordu. Pozitif ayrımcılıkla ayrımcılığı meşrulaştırıyor, cinsiyet üzerinden politika üretiyordu ve bunu bu örgütlenmeler ve yasal dernekleri ile pekiştiriyordu. Bundan en çok zararı ise eşcinseller gördü. Önce hasta olarak adledilen ve norm dışı çürük yumurtalar olarak itham edilen eşcinseller, daha sonra sistemin kurumsallaştığı bazı kurumlar ve örgütlenmeler çerçevesinde illegal kılındı, sistem içi bir hal almalarına izin verildi. Her iki örgütlenmeye karşı devlet; bir yandan bu yeni örgütlenmelerin karşıtlarının güç kaybetmesine izin vermez ve erkekçi – norm cinsiyetçi bir tavrı desteklerken, diğer yandan yeni oluşumlara sınırı aşana kadar izin veriyordu. Kendini buna kaptırmış kitleler ise, devlet onlara sınırı geçme uyarısı yaptıklarında devlete ağlıyorlar, kendi yatay ve doğal ilişkilerini sürdürmekte direnemiyorlardı. Bunu bir hak kaybı olarak görüyorlardı halbuki kendi “insan”lıklarının büyük bir işgal altında olduğunu ve ortada bahsedilebilecek bir hak olmadığını göremiyorlardı. Direnişin daima sistem içi kalmasıyla akıllardaki devlet büyüdükçe büyüyordu. Diğer yandan kapitalizm eşcinselleri ve kadınları işletmelerde yeni bir strateji geliştirme politikası olarak görüyor, farklılıkları onaylıyor ve hatta bu alanda kadınlara ve eşcinsellere özel tüketim alanları açarak büyüyordu.
İşin üretim tarafında ise işçiler; ücretli kölelik ile ek çalışma saatlerine gelmek mecburiyetinde tutuluyorlar, bunun karşılığında ise para ile ağızlarına bir parmak bal çalınıyordu. Halbuki zaten üreten onlardı. Sendikal hareket başta işçilerin kendi atfedilmiş kimliklerinde örgütlenmeleri için gelişti. Çalışma saati, çalışma güvenliği dahil bir çok konuda sendikal mücadeleler rol aldı. Buna karşılık insan değil işçi olarak adlandırılan bu kimseler, sendikaya üyelik için aidat ödemek zorunda bırakıldılar. Başta bir uzlaşının gerekli zamanda kullanımı için birikimi, yani yardım sandıkları olarak çıkan bu düşünce daha sonra, her şeye emeğini ödeyen işçinin omzuna yeni bir kamçı vururken, parayı toplayan sendika ise kendi işçinse küserek, kendi öz kimliğini yürütmeye kalktı. Üç patron ile beş yüz işçiyi temsil eden üç işçinin masaya oturduğu an, zaten kalabalıktan olan gücünü yitiren bu insanlar, artık sözleşme kağıtlarında matematiksel rakamlara dönerek ayrıca sistemin içinde kalan tutsaklar haline dönüştüler. Ve devletin egemenliğini arttırmasıyla eskiden öz-örgütlenme ile gelişen sendikalara karşı kurulmak zorunda olan devlet yanlısı sarı sendikalara gerek kalmaz oldu. Çünkü zaten artık her sendika sarı, her işçi köleydi.
Devletle devlet olan bu kitlelere karşı, devletsiz bir yaşam arzulayan sesler yükselmeye devam etti elbet. İktidar karşıtı olarak farklılıklarını olumladığını söyleyen anarşistler de bunlardandı. Ancak iktidar karşıtı olmak üzerinden yeni iktidar kuranlar ve iş yapmak uğruna işin değerinin yitmesini sağlayanlar, kendini sistemin içine yuvarladılar. Hiyerarşik olmayan ve yatay örgütlenmeler kurması beklenen bu gruplar, iş yapma üzerinden kendi iç gruplarında denetim, dış gruplara ise tahakküm tavrı sergilediler. Devletin legalite dediği sınırlar içinde, devletin kirli oyunuyla kendini dernek gibi gösterip, devleti devletin silahıyla vurmaya kalkanlar da, devletle devletleşip, iktidar ahlakıyla esas duruş ve amaçlarını unuttular. Bu sayede anlamsızlaşan bu gruplar, anlamlarını diğer gruplara kuyrukçuluk yaparak sürdürme eğilimine girerek, hem gerçek bir yatay ilişki kurma noktasından uzaklaştılar hem de devletin kendilerinden beslenme şansını arttırdılar. Böylece anarşistler küskünleştiler, örgüt ağabeylerinin/ablalarının sözünü dinleyen ve anarşist örgütlenmeden bir haber olan bireyler olarak devletleştiler.
Halbuki çok sevilen Durruti, “Yüreğimizde yeni bir dünya taşıyoruz. Şimdi, şu anda bu dünya büyümekte” diyordu. Onlar ise devleti büyütmeye devam ettiler ve devam ediyorlar hala. Derneklerde, kurumlarda, sendikalarda, partilerde büyüyor; aramızda, içimizde büyüyor… İçimizi, kendimizi “yöneten” bir devlet; kemirdikçe kemiriyor…
Ozan Durmaz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder