RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE

THE DIN OF STREET SPIRIT SOUNDS IN THE RYTHME OF DREAMS

8 Nisan 2010 Perşembe

TERS TARAFTAN KALKMAK (Waking Life)


Richard Linklater’ın yazdığı ve yönettiği, bir dizi felsefi düş animasyonlarından oluşan “Waking Life” çok kademeli tabir edilen filmlerden; her sahne dalgalanan bir tablo niyetine seyredilebilir, her bölüm ayrı bir felsefi akımın temsilcisi olarak fişlenebilir, ve son olarak düş örgüsü çözümlenmeye çalışılabilir.

İlk bölümler gerçek gibidir. Bunların rüya olduğunu seyirci kahramanla eşzamanlı anlar. Kahramanın bir türlü uyanamadığını, daha doğrusu sürekli uyandığını ama bir türlü gerçek hayata uyanamadığını da yine onunla birlikte fark eder. Filmde “lucid dream”den ilk kez o zaman bahsedilir. İnsan rüyadayken bunun bir rüya olduğunu nasıl anlar? Rüyasında uyandığında başka bir düşe uyanmadığından nasıl emin olabilir? Hiçbir zaman emin olabilir mi?

“Lucid dream” ya da “berrak rüya”, belki en basit haliyle insanın rüya gördüğünün farkında olarak gördüğü rüya olarak tanımlanıyor. İnsan bazen düş gördüğünü fark edebilir, hatta bazen düşte olduğunun farkında olarak düşünü yönlendirebilir. Belki bu insanın bilinçli olarak bilinçaltında dolaşması da sayılabilir. Ama “lucid dream” kavramında çok daha derin anlamlar arayanlar var. Bunun sembolik düzenle koşullanmış algıların ötesinde bir kavrayış ve hatta keşif yöntemi –bu yöntemle neyin keşfedilebileceğini herkes kendi karar versin-olarak kullanılabileceği öne sürülüyor.

Yine de film sadece düşsel ve felsefi bir görsel şölen olmanın ötesinde vurucu çıkışlar yapıyor. Filmin finalinde yönetmenin kendisine tilt oynarken Philip K. Dick’in meşhur hikayesini anlattırması hiç de boş bir hareket değil. Hikaye şu: Philip K. Dick “Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis” adlı kitabını yazdıktan yıllar sonra, kitabında yazdığı bir sahneyi aynen yaşar. Yani arabası bozulan bir zenciyi arabasına alır, bir benzin istasyonuna götürür, orada bir anda fark eder. Zencinin adı kitaptaki zencinin adıyla aynıdır, aynı mizansende, aynı konuşmayı tekrarlamaktadırlar. Dick zaten bu olayla bir hayli sarsılmıştır, ama dahası da olur.Dick dindar bir adam değildir, incili de hayatında eline almamıştır. Ama bir gün tesadüfen karşısına incilden bir bölüm çıkar, ve bu bölümde anlatılan hikaye, kişiler, isimler, daha önce “Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis”te yazdığı sonra da gerçek hayatta bizzat yaşadığı o olaya bire bir denk düşmektedir. Dick’in kendi tabiriyle, bu yok sayılamayacak, tesadüftür denip geçilemeyecek bir olaydır. Bunu hayal etmiştir, sonra yaşamıştır, sonra da incilde okumuştur. Ve bu, en azından, imkansız saydığımız bir şeyin imkansız olmadığını gösterir. Yani “nedensellik belki de sandığımız gibi işlemiyor”, diye düşünür Dick. Biz her şeyi bu gerçeklik üzerine kurmuş olabiliriz, ama ya bunun altında yatan başka bir gerçeklik varsa! Hiç değişmeyen, koşullardan, kişilerden ve zamandan bağımsız bir gerçeklik! O zaman o hep oradadır, ve bizim üzerine ördüğümüz sembolik düzen belki de sadece bir kılıftır. O halde kılıf zaman zaman yarılır, ve altından bir şey çıkar. O da diğer her şeyle bağdaşmayan, apayrı bir şey olabilir. Ama bu nedenle onu yok saymak mı gerekir? Dick, “Böyle bir şeyi yok sayamadım,” diyor. “Ne olduğunu bilmiyorum, bir açıklamam yok, ama arıyorum…”
Dick’in tescilli bir paranoyak ve şizofren olmasını bu noktada bir kenara itelemek gerekebilir. Çünkü zaten şizofreninin tanımı bir nevi sembolik düzene uymamak, paranoyanınki de ondan şüphe etmek değil midir? En azından bu olayda adamın gayet mantıklı sebepleri var gibi görünüyor. Üstelik zamandan mekandan bağımsız her daim tekerrür eden aşkın bir gerçekliğin varlığından emin olan milyarlarca dini bütün insan sağlam sayılırken, bunu uhrevi olmayan nedenlerle arayan bir adamın ağır şizofreni vakası olması ilginç.
P. K. Dick alternatifi kafasının içinde arar. O kafanın çok fazla çalıştığına hiç şüphe yok. “Ubik”te ruhu, “Albemuth Özgür Radyo”da mistisizmi, “Yüksek Şatodaki Adam” da kaderi kurgulayışı son derece eşsiz ve dahiyane olmakla birlikte, bence dönüp dolaşıp söylemek istediği bir tek şey var: Her şey sandığımızdan çok başka olabilir. Belki de değildir, belki de her şey sandığımız, öğrendiğimiz gibidir, ama belki de değildir!

İşte o zaman “Dikkat et! Dikkat et! Dikkat et!”

Filmde bu sözle başlayan çarpıcı bölüm ise Lorca’ya atfedilmiştir. “Rüya görmeyenleri iguanalar ısıracak,” sözü, belki de sadece fantastik bir şiirsellikten ibaret değildir. Belki bu bir uyarıdır. Kimbilir, belki de Lorca, Dali’nin ünlü tablosunda resmedildiği veya “Bunuel ve Hazreti Süleyman’ın Masası” filminde yaptığı gibi, gerçekten denizi kaldırıp altına bakmıştır…

Gözde Genç
................................................................
UYUMAYAN ŞEHİR

Gökte kimse uyumaz. Kimse, hiç kimse.
Hiç kimse uyumaz.
Ay yaratıkları sinsice dolaşıp koklar kulübelerin etrafını.
Rüya görmeyenleri gelip ısırır canlı iguanalar,
ve kırık ruhunun telaşına düşen adam sokağın köşesinde
sessizce bekleyen o inanılmaz timsaha koşar
yukarıda sessizce itiraz ederken yıldızlar.

Dünyada kimse uyumaz. Kimse, hiç kimse.
Hiç kimse uyumaz.
Uzaklardaki bir mezarlıkta bir ceset
üç yıldır inler
çünkü kırlar çok kuru dizlerindeki
ve bu sabah gömülen çocuk öyle çok ağladı ki
onu susturmak için köpekleri çağırmak gerek.

Hayat bir rüya değil. Dikkat et! Dikkat et!
Nemli toprağı yemek için düşeriz merdivenlerden
ya da tırmanırız karın bıçak sırtına ölmüş yıldızçiçeği sesleriyle
Ama unutkanlık diye bir şey yok, rüyalar yok;
beden var. Öpüşler bağlar ağzımızı
yeni acılardan bir çalılıkta
ve her kimin acılar canını yakıyorsa acısı sonsuzdur
ve ölümden korkan kimse ölümü taşır omzunda.

Bir gün
atlar salonlarda yaşayacak
ve öfkeli karıncalar ineklerin gözlerine sığınmış sarı göklere atacaklar kendilerini

Başka bir gün de
toplanmış kelebeklerin dirilişini seyredeceğiz
gri süngerlerin ve sessiz gemilerin ülkesinden geçeceğiz
yüzüğümüz parlayacak ve güller fışkıracak dilimizden
Dikkat! Dikkat et! Dikkat et!
İnsanlarda hala pençe ve fırtınanın izleri,
ve ağlayan çocuk hiç bilmemiş köprünün icat edildiğini
ne de ölü adam, başıyla pabucundan başka hiçbir şeyi olmayan,
onları iguanalarla yılanların beklediği duvara götürmeli
ayı dişlerinin beklediği
bir de çocuğun mumyalanmış eli
en sonunda da şiddetli bir mavi ürpertiyle devenin kürkünün beklediği.

Gökte kimse uyumaz. Kimse, hiç kimse.
Hiç kimse uyumaz.
Hele biri gözünü yumsun
kırbaç, çocuklar, kırbaç!
Orada göz alabildiğine açık gözler
ve ateş üzerinde yaralar
Hiç kimse uyumuyor bu dünyada! Kimse, hiç kimse.
Söylediğim gibi.

Hiç kimse uyumuyor.
Ama biri bu mabetlerde bir gecede çok fazla turba yetiştirse,
sahnenin gizli kapılarını açsa, ay ışığında görebilirdi
Devrilmiş kadehleri, ve zehri, ve meşum kafatasını tiyatrolardaki.


Frederico Garcia Lorca
(Türkçesi gözde)

KARANLIK ÖLÜMÜN GAZELİ

Elmaların uykusu uyumak istediğim
Mezarlık işlerinden uzakta
Açık denizlerde kalbini yarıp açmak isteyen
şu çocuğun uykusunu uyumak

Ölünün hiç kanının akmadığını anlatmasınlar yine bana
dağılan ağzın su için nasıl yalvardığını
Çimlerin yataklık ettiği işkence seanslarını da duymayayım
ne de ayın işini nasıl şafaktan önce gördüğünü
yılan gibi burnuyla

Sadece yarım saniye uyumak istediğim
bir saniye, bir dakika, yüz yıl
ama herkes bilsin yaşadığımı,
dudaklarımın içinde altın bir yemlikle,
batı rüzgarlarının küçük arkadaşı olduğumu,
kendi göz yaşlarımın gölgesi olduğumu fil büyüklüğünde.

Gün doğarken üzerime bir örtü atın
çünkü şafak avuç avuç karınca atacak üstüme,
ve biraz sert su dökecek pabuçlarımın yüzüne
şafağın akrep kıskaçları üzerinden kaysın diye.

Çünkü elmaların uykusu uyumak istediğim
ve hazin bir şarkı öğrenmek beni bu dünyadan temizleyecek
çünkü açık denizlerde kalbini yarıp açmak isteyen
o gölge çocukla yaşamak tek istediğim.


Frederico Garcia Lorca
(Türkçesi gözde)

Hiç yorum yok: