RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE

THE DIN OF STREET SPIRIT SOUNDS IN THE RYTHME OF DREAMS

30 Nisan 2010 Cuma

Hafıza...

Akiba-Kaos Yayınları


p.m'den AKIBA
Kaos yayınlarından Mayis cevirisiyle!!!

'' Bolo boloda kurduğu kültürel çeşitliliğe, seyahat özgürlüğüne, ekolojik sürdürülebilirliğe, ve düşük yoğunluklu çalışmaya dayalı ütopya tahayyülüyle yeni otonom projeler için ilham kaynağı olan p.m. yeni romanı AKİBAda da aynı temaları fütürist bir bilimkurgu hikâyesine taşıyarak geliştiriyor.
Bozuk bir paranın üzerindeki küçük bir meşe palamudunun bir anlığına ortadan kaybolması tüm dünyanın kaderini etkilerken bu olaya tanık olan İsviçreli sigorta dolandırıcılığı müfettişi Marco Vilininin hayatını da kökten değiştirecektir. Marco ve kız arkadaşı Sandra Zürihte neo-gnostik bir ekolojik kent komünü olan AKİBA üyeleriyle tanışıp kapitalizmin istikrarsız yapısı, enerji politikaları, kaynakların tüketilmesi ve ortaklaşa otonom yaşam alanlarının kurulması üzerine sohbetlere katılırlar. AKİBA üyelerinin kuantum teorileri ve gnostik felsefeleri harmanlayan ekolojik vizyonunun temelinde evrensel simülasyon bilgisayarı fikri yatmaktadır. Tüm olası evrenler gelecekte inşa edilecek bu çok güçlü bilgisayarın simülasyonudur. Hayatı bir simülasyon, ölümü ise -tıpkı rüya gördüğünü fark eden bir insanın rüya içinde gerçekliği değiştirebilmesi gibi- hayatı simüle edebildiğimiz bir öte-simülasyon olarak tasvir eden bu kavrayışın cazibesine kapılan Marco ve Sandra Zürih'teki üzerine ölü toprağı serpilmiş hayatlarını terk edip Arafdiyarı'na geçiş yaparlar.
Arafdiyarı Paleolitik mamut avcılarından, doğada sade bir hayat süren kır komünlerine, bilincin farklı düzeylerini tecrübe etmekle ilgilenen mistik cemaatlerden, sürdürülebilir ekonomi ve şehircilik anlayışları üzerine kurulu büyük kentlere dek pek çok farklı otonom yaşam alanlarından oluşan bir ütopyadır. Marco ve Sandra burada Albert Einstein, Karl Marx, Aldous Huxley, İsa gibi pek çok tarihsel karakterle karşılaşarak dünyanın akıbeti üzerine konuştuktan sonra bu ütopyayı yeryüzünde gerçekleştirmek üzere dünyaya geri döneceklerdir. ''
...........................................................................
Kaos Yayınları
Kaos Yayınları; anarşist mücadele geleneğinin Türkiye’de neredeyse hiç bilinmeyen yüz elli yıllık tarihi başta olmak üzere; kadın hareketi, devrimci ekolojik hareket ve tüm diğer özgürlükçü akımların tarihlerini, teorilerini ve mücadele pratiklerini doğru ve titiz bir çeviriyle Türkiyeli okura tanıtmak üzere 1994 yılında kuruldu
http://www.kaosyayinlari.com/

28 Nisan 2010 Çarşamba

Lakor Mis



27 Nisan 2010 Salı

Futuristika'ya İLGİ

Leonora Carrington
http://www.futuristika.org/kultura/sanat/saclardan-yapilan-omletler-ve-kollari-olan-koltuklar/


Ece Ayhan’dan ABD’ye bakışsız bir zombi kara
http://www.futuristika.org/kultura/musiki/ece-ayhandan-abdye-bakissiz-bir-zombi-kara/

26 Nisan 2010 Pazartesi

çağdaş sanat manifestoları


sualtı... gerçeklik terörü... hayali müze... porno politik... sokağın sanatı... bienal... Sitüasyonist Enternasyonal... fanzin... simülasyonun simülasyonu... erekte şiir... sokağın sanatı... toplum düşmanı notlar... metafizik şiir... yeni devrimci marşlar... sürrealist eylem...


Çağdaş Sanat Manifestoları/Rafet Arslan
Mayıs 2010
6:45 Yayın

16 Nisan 2010 Cuma

Hydrolith-uluslararası sürrealist ortak-kitap


Hydrolith, çağdaş Sürrealist Hareketin yaklaşık 2 yıllık emeğinin ürünü bir ortak kitap.

17 ülkeden, 80'nin üzerinde katılımcının fotoğraf,resim, çizim, çizgi roman, makale, kuramsal-politik metinlerinden ve şiirlerinden oluşuyor.

240 sayfalık bu kitaba S.E.T aktivistleri dolayısıyla ülkemiz de dahil oldu. Kitaba seçilen çalışmalar arasında Rafet Arslan'ın şiirleri (ingilizceye Gözde Genç çevirisiyle), Fantom'un lirikleri, Cins, Onston ve Rad'ın resim-grafitileri yer aldı.


Hydrolith'in editör kadrosu, Eric Bragg, Merl Fluin, Mattias Forshage, Ribitch, Shibek & Nikos Stabakis'den oluşmakta. Katlımcılarının yanında editoryel anlamda da uluslararası bir kollektivite öne çıkıyor.

Hydrolith
http://www.surrealcoconut.com/store/hydrolith.html

Aura-Prefrontal Lobotomi


aura
bir delikten izliyoruz biz sizi
sağanaklar gibi bakarken
binbir zil ve çan sesi mor ışıklarla bezeli
parmak çocukların yaşadığı
sandalları kalın halatlara
çekiyoruz içeri.
-
sizin aura sandığınız anlarda
elma çalıyoruz dallardan, korkmadan
içinden çıkacak ejderhalardan,
rüzgara sebep kımıltı isteyen yapraklar
yıldırıma sebep ayın yolunu kaybetmesi.
-
sizin aura dediğiniz zamanlarda
peygamber böcekleri doğa kitabı indiriyor
buğdayla top oynayan karıncalara,
tarih denilen fosile inanmayıp
mumyalamıyoruz kendimizi.
-
sizin aura bildiğiniz zamanlarda
bir kadeh şaraba satıyoruz hitit ovasını
yangınlar çıkarırken otların uzamış sakallarına
almıyoruz içeri güçlü kartalları
ama aşk hiç bırakmıyor
içeri süzülen martıların peşini.
-
bir delikten izliyoruz biz sizi
bilmiyorsunuz ki ; gölgelerden korkan
şizofrenlerin eseri
ilk mağara resimleri,
biz burada kaval çalıp aslında
çağırıyoruz içerinin gerçek sahiplerini.

Y.(Prefrontal Lobotomi)

Monolog-Fantom


X: edebiyat saçmalıktan başka bir şey değil
Y: insanın özgürleşme hali değil midir, toplumdan sıyrılıp kendini bir birey olarak var etmenin yolu.
X: sanmıyorum, bir tür ego tatmini. Edebiyatın var olabilmesi için okuyucuya gereksinimi vardır. Okuyucunun olması da beğeni ve tercihleri ortaya çıkarır, bu da ister istemez yazarı etkiler.
Y: yazma bir yaşam biçimidir, kendine ifade etme…
X: kendini ifade etmeme, belki haykırma, kusma, ifrazat atma
Y: her yazar sistem içidir, kitabı piyasaya çıktığında
X: sokak yazarlarını unutuyorsunuz
Y: onlar baş kaldırının, direnişin abideleridir ama piyasa onlar için çoktan bir sistem yaratmıştır nasılsa. Direnişleri kendi içlerinden sokağa haykırır, duyan duyar..

Bugün Pazar sandım ve böyle bir kabus sonrası sıradan bir çalışma gününe uyandığımı ancak gün doğduktan epey sonra fark ettim

14 Nisan 2010 Çarşamba

Kötü Evlat


Kötü Evlat- Umut Taylan'ın; Bağımlılık, İnanç, Aşk ve Ölüm bölümlerinden oluşan ilk şiir kitabı
102 sayfa olup 2010 Kışında tamamlanıp, fotokopi-ozalit olarak ilk baskısını yapmıştır.
Edinmek için kitap@solucanfanz.in adresinden iletişime geçebilirsiniz.
İstanbul içine elden, diğer mekanlara "PTT Kargo" ile ulaştırılabiliyor.
Kitabevleri dağıtımını şu sayfadan takip edebilirsiniz: http://www.sol-u-can.com/

13 Nisan 2010 Salı

Duygusal Provakasyon


Ruhun otomatik seslerini performansa dönüştüren bir projedir. anlatıcının içsel sesi ile doğaçlama müziği birleştiren, gerektiğinde görsel sanatlar ile de ensest ilişkiye girebilen bir eylemdir. saldırgan ve çiğ…

Bora Şimşek, Rafet Arslan, Can Tan, Sedat Türkantoz

Duygusal Provakasyon
15.04.2010
(21:21)
6:45 Gram
Kadife sk/Kadıköy

11 Nisan 2010 Pazar


Şebeke Fanzin 1. sayısı Şebeke Blogta..
3. sayı yolda..
http://sebekefanzin.blogspot.com/2010/04/sebeke-1.html

8 Nisan 2010 Perşembe

TERS TARAFTAN KALKMAK (Waking Life)


Richard Linklater’ın yazdığı ve yönettiği, bir dizi felsefi düş animasyonlarından oluşan “Waking Life” çok kademeli tabir edilen filmlerden; her sahne dalgalanan bir tablo niyetine seyredilebilir, her bölüm ayrı bir felsefi akımın temsilcisi olarak fişlenebilir, ve son olarak düş örgüsü çözümlenmeye çalışılabilir.

İlk bölümler gerçek gibidir. Bunların rüya olduğunu seyirci kahramanla eşzamanlı anlar. Kahramanın bir türlü uyanamadığını, daha doğrusu sürekli uyandığını ama bir türlü gerçek hayata uyanamadığını da yine onunla birlikte fark eder. Filmde “lucid dream”den ilk kez o zaman bahsedilir. İnsan rüyadayken bunun bir rüya olduğunu nasıl anlar? Rüyasında uyandığında başka bir düşe uyanmadığından nasıl emin olabilir? Hiçbir zaman emin olabilir mi?

“Lucid dream” ya da “berrak rüya”, belki en basit haliyle insanın rüya gördüğünün farkında olarak gördüğü rüya olarak tanımlanıyor. İnsan bazen düş gördüğünü fark edebilir, hatta bazen düşte olduğunun farkında olarak düşünü yönlendirebilir. Belki bu insanın bilinçli olarak bilinçaltında dolaşması da sayılabilir. Ama “lucid dream” kavramında çok daha derin anlamlar arayanlar var. Bunun sembolik düzenle koşullanmış algıların ötesinde bir kavrayış ve hatta keşif yöntemi –bu yöntemle neyin keşfedilebileceğini herkes kendi karar versin-olarak kullanılabileceği öne sürülüyor.

Yine de film sadece düşsel ve felsefi bir görsel şölen olmanın ötesinde vurucu çıkışlar yapıyor. Filmin finalinde yönetmenin kendisine tilt oynarken Philip K. Dick’in meşhur hikayesini anlattırması hiç de boş bir hareket değil. Hikaye şu: Philip K. Dick “Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis” adlı kitabını yazdıktan yıllar sonra, kitabında yazdığı bir sahneyi aynen yaşar. Yani arabası bozulan bir zenciyi arabasına alır, bir benzin istasyonuna götürür, orada bir anda fark eder. Zencinin adı kitaptaki zencinin adıyla aynıdır, aynı mizansende, aynı konuşmayı tekrarlamaktadırlar. Dick zaten bu olayla bir hayli sarsılmıştır, ama dahası da olur.Dick dindar bir adam değildir, incili de hayatında eline almamıştır. Ama bir gün tesadüfen karşısına incilden bir bölüm çıkar, ve bu bölümde anlatılan hikaye, kişiler, isimler, daha önce “Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis”te yazdığı sonra da gerçek hayatta bizzat yaşadığı o olaya bire bir denk düşmektedir. Dick’in kendi tabiriyle, bu yok sayılamayacak, tesadüftür denip geçilemeyecek bir olaydır. Bunu hayal etmiştir, sonra yaşamıştır, sonra da incilde okumuştur. Ve bu, en azından, imkansız saydığımız bir şeyin imkansız olmadığını gösterir. Yani “nedensellik belki de sandığımız gibi işlemiyor”, diye düşünür Dick. Biz her şeyi bu gerçeklik üzerine kurmuş olabiliriz, ama ya bunun altında yatan başka bir gerçeklik varsa! Hiç değişmeyen, koşullardan, kişilerden ve zamandan bağımsız bir gerçeklik! O zaman o hep oradadır, ve bizim üzerine ördüğümüz sembolik düzen belki de sadece bir kılıftır. O halde kılıf zaman zaman yarılır, ve altından bir şey çıkar. O da diğer her şeyle bağdaşmayan, apayrı bir şey olabilir. Ama bu nedenle onu yok saymak mı gerekir? Dick, “Böyle bir şeyi yok sayamadım,” diyor. “Ne olduğunu bilmiyorum, bir açıklamam yok, ama arıyorum…”
Dick’in tescilli bir paranoyak ve şizofren olmasını bu noktada bir kenara itelemek gerekebilir. Çünkü zaten şizofreninin tanımı bir nevi sembolik düzene uymamak, paranoyanınki de ondan şüphe etmek değil midir? En azından bu olayda adamın gayet mantıklı sebepleri var gibi görünüyor. Üstelik zamandan mekandan bağımsız her daim tekerrür eden aşkın bir gerçekliğin varlığından emin olan milyarlarca dini bütün insan sağlam sayılırken, bunu uhrevi olmayan nedenlerle arayan bir adamın ağır şizofreni vakası olması ilginç.
P. K. Dick alternatifi kafasının içinde arar. O kafanın çok fazla çalıştığına hiç şüphe yok. “Ubik”te ruhu, “Albemuth Özgür Radyo”da mistisizmi, “Yüksek Şatodaki Adam” da kaderi kurgulayışı son derece eşsiz ve dahiyane olmakla birlikte, bence dönüp dolaşıp söylemek istediği bir tek şey var: Her şey sandığımızdan çok başka olabilir. Belki de değildir, belki de her şey sandığımız, öğrendiğimiz gibidir, ama belki de değildir!

İşte o zaman “Dikkat et! Dikkat et! Dikkat et!”

Filmde bu sözle başlayan çarpıcı bölüm ise Lorca’ya atfedilmiştir. “Rüya görmeyenleri iguanalar ısıracak,” sözü, belki de sadece fantastik bir şiirsellikten ibaret değildir. Belki bu bir uyarıdır. Kimbilir, belki de Lorca, Dali’nin ünlü tablosunda resmedildiği veya “Bunuel ve Hazreti Süleyman’ın Masası” filminde yaptığı gibi, gerçekten denizi kaldırıp altına bakmıştır…

Gözde Genç
................................................................
UYUMAYAN ŞEHİR

Gökte kimse uyumaz. Kimse, hiç kimse.
Hiç kimse uyumaz.
Ay yaratıkları sinsice dolaşıp koklar kulübelerin etrafını.
Rüya görmeyenleri gelip ısırır canlı iguanalar,
ve kırık ruhunun telaşına düşen adam sokağın köşesinde
sessizce bekleyen o inanılmaz timsaha koşar
yukarıda sessizce itiraz ederken yıldızlar.

Dünyada kimse uyumaz. Kimse, hiç kimse.
Hiç kimse uyumaz.
Uzaklardaki bir mezarlıkta bir ceset
üç yıldır inler
çünkü kırlar çok kuru dizlerindeki
ve bu sabah gömülen çocuk öyle çok ağladı ki
onu susturmak için köpekleri çağırmak gerek.

Hayat bir rüya değil. Dikkat et! Dikkat et!
Nemli toprağı yemek için düşeriz merdivenlerden
ya da tırmanırız karın bıçak sırtına ölmüş yıldızçiçeği sesleriyle
Ama unutkanlık diye bir şey yok, rüyalar yok;
beden var. Öpüşler bağlar ağzımızı
yeni acılardan bir çalılıkta
ve her kimin acılar canını yakıyorsa acısı sonsuzdur
ve ölümden korkan kimse ölümü taşır omzunda.

Bir gün
atlar salonlarda yaşayacak
ve öfkeli karıncalar ineklerin gözlerine sığınmış sarı göklere atacaklar kendilerini

Başka bir gün de
toplanmış kelebeklerin dirilişini seyredeceğiz
gri süngerlerin ve sessiz gemilerin ülkesinden geçeceğiz
yüzüğümüz parlayacak ve güller fışkıracak dilimizden
Dikkat! Dikkat et! Dikkat et!
İnsanlarda hala pençe ve fırtınanın izleri,
ve ağlayan çocuk hiç bilmemiş köprünün icat edildiğini
ne de ölü adam, başıyla pabucundan başka hiçbir şeyi olmayan,
onları iguanalarla yılanların beklediği duvara götürmeli
ayı dişlerinin beklediği
bir de çocuğun mumyalanmış eli
en sonunda da şiddetli bir mavi ürpertiyle devenin kürkünün beklediği.

Gökte kimse uyumaz. Kimse, hiç kimse.
Hiç kimse uyumaz.
Hele biri gözünü yumsun
kırbaç, çocuklar, kırbaç!
Orada göz alabildiğine açık gözler
ve ateş üzerinde yaralar
Hiç kimse uyumuyor bu dünyada! Kimse, hiç kimse.
Söylediğim gibi.

Hiç kimse uyumuyor.
Ama biri bu mabetlerde bir gecede çok fazla turba yetiştirse,
sahnenin gizli kapılarını açsa, ay ışığında görebilirdi
Devrilmiş kadehleri, ve zehri, ve meşum kafatasını tiyatrolardaki.


Frederico Garcia Lorca
(Türkçesi gözde)

KARANLIK ÖLÜMÜN GAZELİ

Elmaların uykusu uyumak istediğim
Mezarlık işlerinden uzakta
Açık denizlerde kalbini yarıp açmak isteyen
şu çocuğun uykusunu uyumak

Ölünün hiç kanının akmadığını anlatmasınlar yine bana
dağılan ağzın su için nasıl yalvardığını
Çimlerin yataklık ettiği işkence seanslarını da duymayayım
ne de ayın işini nasıl şafaktan önce gördüğünü
yılan gibi burnuyla

Sadece yarım saniye uyumak istediğim
bir saniye, bir dakika, yüz yıl
ama herkes bilsin yaşadığımı,
dudaklarımın içinde altın bir yemlikle,
batı rüzgarlarının küçük arkadaşı olduğumu,
kendi göz yaşlarımın gölgesi olduğumu fil büyüklüğünde.

Gün doğarken üzerime bir örtü atın
çünkü şafak avuç avuç karınca atacak üstüme,
ve biraz sert su dökecek pabuçlarımın yüzüne
şafağın akrep kıskaçları üzerinden kaysın diye.

Çünkü elmaların uykusu uyumak istediğim
ve hazin bir şarkı öğrenmek beni bu dünyadan temizleyecek
çünkü açık denizlerde kalbini yarıp açmak isteyen
o gölge çocukla yaşamak tek istediğim.


Frederico Garcia Lorca
(Türkçesi gözde)

CİNS-eski defterler



2006 yılından 2 nadide parça..

Kozmik Karmaşa- K.Ali

Kafasını her duvara vuruşunda, kafasından bir şeyler düşüyordu ayaklarının dibine. Pek çok kereler vurdu kafasını, dökülen ıvır zıvırlar beline yükselene kadar, işin güzel yanı şuydu ki istediğine erişmekteydi, duvar yavaş yavaş direnmeyi bırakmış ufak çatlaklar oluşmasına izin vermişti, içerideki karanlığıda fırtınaya tutan bir şeylerin çağıldamasına. İncecik çatlaklar arasından sızan, saçlarını her dokunuşunda uçuşturuyor ve saçlarına düğümler atıyordu. Elbiseleri üstünde zar zor dururken, içeri sızan karşısında mum alevi acizliğiyle tutunmaya çalışıyorlardı uzun süre asılı kaldıkları bedene.
Çatlağın açılması vuruşları sona erdirmiş ve etrafa saçılanları inceletmeye başlatmıştı. İlk bakışta etrafa yayılanların üzerini bir toz tabakasının kapladığını zannetti ancak bu sadece kepeklerinden başka bir şey değildi. Bu kepek yığını altında yatan şeyler; bir biriyle ilgisi olmayan şeylerin birleşmesinden oluşan nesnelerdi, tellerinin yerinde sayfalar olan bir gitar, altında şişe olan lastik bir ayakkabı, mermerden bir şemsiye ve böyle daha pek çok şey yayılmıştı ortalığa. Kimisini alıp inceledi, kimisini inceleyemedi, o kadar ilgi dışıydılar ki kendisinden değil de başka bir yerden geldiklerine kanaat kıldı. Sanırım bir şeyler arıyordu ve aradığı da kafasından saçılanlar arasında olacağına inanıyordu. Yığının altında doğru ilerledikçe, yemek takımları altında olan bir masanın ayağına basan bir uzunca bir tahta gördü. Aradığını bulmuştu, gayet güzel ve zarifçe işlenmiş bir sörf tahtasıydı bulduğu şey. Onu alıp, çatlaktan sızan şeye doğru yatay bir şekilde tuttu ve içeri sızan şeyin kuvvetiyle dengede tutana dek açısını ayarladı, ardından üstüne binerek çatlakların arasından süzülerek, zindanının karanlığını dağıtan şeyin üstünde, onun kaynağına doğru yoluna devam etti.
İlerledikçe yükselmekteydi ve haliyle aşağısı küçülmekteydi ancak o bunun farkında değildi çünkü sadece üstünde durduğu şeyin zevkine kendisini bırakmış, bitmek bilmeyen senelerin üstünden geçiyordu sadece. Aniden kendini bir enginliğin içinde buldu. Büyük bir ahenkti eğer onun her tarafına yayılan, ona tezatlıklar oluşturan küçük noktacıklar olmasaydı. İlk defa gördüğü bu yeri incelerken, kendisine doğru bir şeylerin yaklaştığını fark edebildi güçlükle. O gördüğü küçük tezatlıkları kapatan karanlık bir şeyler ancak yine de başkalarını, parlak siyah yüzeylerinden yansıtıyorlardı. Bunların üstünde fazla durmadı ve yoluna devam etti.
Parlak kara nesneler küreye yaklaştıkları sırada, oradan dışarıya çıkan birisi vardı. Gittikleri yerden birilerinin dışarı çıkacağını ummuyorlardı ve onun pejmürde giysileriyle sörf tahtası üzerindeki komik görünüşü yüzünden onu rahat bıraktılar.
Görevleri belliydi ve önceden paylaştırılmıştı. Bazıları küreye inecek, bazıları da çevresinde, geceyle giderek, onda süzüleceklerdi ışıktan çizgileriyle. Nocturne küreye inecekler arasındaydı ve gideceği yer gölgede güzel bir yerdi. Yavaşça dalışına başladı etrafına alevler saçarak. Yere yaklaştıkça ortalıkta pek kimseleri göremedi, sadece öylesine yürür gibi birisi vardı. En azından şölen yapacak birisi olacağından alevlerinin arasından bir tane kıvılcım bıraktı. Nocturne yaklaştıkça yerdeki onun farkına vardı. Nocturne, bir kez daha şaşırmanın o abuk suratını gördü ancak biliyordu ki endişelenecek bir şey yoktu.
“Bu kaldırımın arasında da yok, burada da yok, ı-ıh, bunda da yok, hay anasını satayım ya, her yere de döşemişler bunu, dön dolaş hep aynı yere geliyorsun ama aralarında da hiçbir şey yok” diye söylenirken, hiçbir neden yokken etrafın birden aydınlanmaya başladığını fark etti. “Yine ne yapıyorlar acaba?” diyerek etrafına bakındı ancak ortalıkta buna sebep olacak bir şeyler göremeyecekti ki son anda gökyüzünden göz ucuna bir şey takıldı. Kafasını kaldırmasıyla üzerine doğru gelen kocaman bir alev topu gördü. Korkacaktı ama aptal aptal şaşırmaktan ne vakit bulabildi ne de alev topu azıcık ilerisine düşünce kıpırdayabildi. Aslında şaşkınlığı, ölmüş olsaydı geçecekti ve bu şekilde öldüğüne gerçekten şaşırmayacaktı fakat ölmemiş olmasına daha bir şaşkındı ki alev topu yere çarptığında, aslında tamda çarptı denemez; konduğunda, beklediği gibi bir kıyamet kopmamış, sadece hafifçe, birkaç ağaç yaprağını kıpırdatabilen bir meltemden başka bir etki yaratmamıştı.
Şaşırmaktan yorulduğu zamanda oraya konan şeyin aslında bir kuyruklu piyano olduğunu, hafifçe esen meltemin de toplanarak bir siluet oluşturduğunu gördü ama ortaya çıkan adamın kim olduğunu bilmiyordu. Siluet ona göz ucuyla bir kere baktıktan sonra piyanoya doğru ilerlemeye başladı, bir yerlerden bir tabure çıkarıp oturdu, ardından piyanonun tuşlarını kapatan kapağı kaldırdı ve bir parça çalmaya başladı. Orada öylece dikilen, o parçayı daha önceden duymuştu ama tam çıkartamıyordu şimdi ya da bu kadar şaşırmasaydı belki hatırlayabilirdi. Yavaş yavaş kendini müziğe bıraktı ve müzikle beraber ilerlemeye başladı. Ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın kulaklarındaki müziğin şiddeti hala aynıydı.
Yürüyüşünün sonunda bir benzin istasyonuna vardı ve ne yapacağını anlamıştı. Birileri onu gördü mü diye istasyona baktı, neyse ki kimse onu görmemişti. Usulca gölgelerde saklanarak istasyona yanaştı ve uzaklardan gelen bir arabanın sesini taklit etmeye başladı ve ses uygun yüksekliğe ulaşınca araba sesi taklidinin yanında araba taklidi yaparak istasyona girip bir benzin pompasının yanında durdu ve arabanın stop edişinin taklidini yaptı. Bununla beraber içerilerden bir yerden uykulu bir istasyon görevlisi geldi. Araba taklidi yapan “fulle” dedi sadece, istasyon görevlisi hiçbir şeyin farkına varmadan yarı uyur işini yapmaya başladı ve ortada araba olmadığı için, benzin deposu da yoktu ve benzinde depo yerine araba taklidi yapanın midesine gidiyordu. Deponun doluğuna kanaat getirilince, parayı ödeyip araba taklidine devam ederek oradan uzaklaşmaya başladı ve fark ettirmeden, kocaman bir göbekle bu zor olsa da, bir çöp bidonunun arkasına saklandı ve arabanın uzaklaşmasının taklidini yaparak istasyonu kolaçan etti. İstasyon görevlisi farkına varamamıştı, o hala yarı uykulu geldiği gibi gidiyordu, arabanın sesine otomatik uyandığı yere doğru aynı otomatiklikle yarım kalan uykusuna döndü. Taklitçi bunun farkındalığıyla kıs kıs gülerek o kürenin en yüksek yerine tırmanmaya başladı.
Doruğa vardığında, artık zorlukla tutabildiği ve yerinde fırlamaya can atan şelaleyi fazla engellemek için fermuarını indirip işemeye başladı. İşine başlar başlamaz cebinden çıkardığı çakmağıyla kilometrelerce uzağı sulayabilen sidiğini aleve verdi. Uzun zamandan beri işemenin bu kadar rahatlatıcı olduğunu unutmuştu ve bu zevkinin yanına, yıldızlara teğet geçen alevden bir gök kuşağının oluşmasına yol açan, sigarasını küreye salıverdiği sıcaklıkla.
“Ha-ha” diye gülüyordu içinden “hepsini yuttum” diye söylenerek elinde salladığı torbaya doldurduğu bilyelerle hoplaya zıplaya yokuşu çıkıyordu evine doğru. Arada bir durup torbayı aşağı yukarı sallayarak, torbanın içindeki bilyelerin birbirlerine çarpışlarından çıkan sesle zevkine kabartma tozu serpiyor bolca, sonra kabına sığamıyor, taşıyordu gözlerinden. “Hepsini ben kazandım” diye gururlanıyordu kendisiyle, fakat; birden torbası yırtıldı, o kadar çok sallamıştı ki torbasını, torba artık dayanamayıp basmıştı feryadını çocuğun bilyelerini etrafa saçarak. Torbasının hafiflediğini ancak fark edebilen çocuk bilyelerin yere düşüşünün sesiyle belinden yukarıya doğru tırmanan ürpertiyle, bir bir aşağıya ışıltılar saçarak yuvarlanan bilyelere gözlerini çevirdi. Çocuğun sevinciyle zaten gözlerinde hazır bekleyen yaşlar bu sefer haksızlık hissiyle matlaşmış olarak itiliyorlardı.
Haklı kazancının öylece yuvarlanıp gitmesine göz yummadı ve arkalarından o da başladı yokuş aşağı koşmaya, ancak şu vardı ki yokuş her ne kadar bilyelerin yanındaysa da onun da yanındaydı. Yokuş çocuk için bitmeye başlamıştı ve bilyeler içinse çoktan bitmişti. Her bilye gidebildikleri yerlerde yokuştan aşağı koşmanın yorgunluğunu atarken, gözyaşları dinmesini körükten olma bir ciğerle değiştirmiş çocuk bilyelerini toplamaya başladı. Her tekini eline alıp, onu cebine bırakmadan önce kafasındaki karatahtaya bir çizik daha atıyordu ki sahip olduklarının her birini topladığından emin olabilsin.
Sayıları azaldıkça toplanması güçleşen bilyeler de artık çoğunluk olarak çocuğun cebindeydi ve sadece bir tane kalmıştı evine geri dönmeyen. O son kalan bilyesini de almaya kararlı olan çocuk bıkıp usanmadan aranıyordu. Eğer o arada rüzgar esip de dalında duran yaprağın birini kıpırdatmayıp akşama doğru giden güneşin ışığını bilye yansıtmasaydı fark edemeyecekti. Ne yazık ki fark etmişti ve bilyesini almak için eğildiğinde, bilyesine giden elini geri çekip dizinin üstüne koydu. Bilyesini almayacaktı, çünkü yokuştan aşağı düşerken kırılmıştı. Bunun yerine nereden koptuğu belli olmayan siyaha boyanıp güzelce cilalanmış küçük bir çubukla bilyeyi toprağın içine doğru iteliyordu. Yine o yaprağın kıpırdamasından mıdır bilinmez bilyenin içinden bir kıvılcım fırladı. Bilyeyi her derine itişinde inceden inceye bir duman yükselmekteydi. Bilyesini bir güzel gömdükten sonra yokuştan yukarıya doğru, eskisinden azıcık daha az neşeli ama bilyeleri konusunda daha dikkatli olarak evine doğru yol aldı.

Ali Kartal

6 Nisan 2010 Salı

Arthur Rimbaud-Yeni Evliler(görsel yorumlama: Başak Ceylan)















2 Nisan 2010 Cuma

arjantin'den 4. yıl hediyemiz:)


(selamlarımız Juan Carlos'a)

Dearest Surrealist friends,

Very happy desires for your greates 4 years!

Juan Carlos
from Rio de la Plata Surrealist Group

Bir Ütopik Arayış Olarak S.E.T



2000'li yılların başından sanat ile hayat arasındaki sınırı yıkmaya dair bir kollektif bir eylem gelişmeye başladı. İstanbul merkezli olmayan, ün, başarı, popülerlik ekseninde hareket etmeyen; ruhsal paylaşıma ve hayata müdahale eden aktivizme vurgu yapan minör bir çaba.. Fanzinlerden, sokakta sanat üretimine, sergilere ulaşan bir etkinlik haritası.

S.E.T. başta Sürrealizm, Dada, Cobra, Sitüasyonist Enternasyonel, Fluxus olmak üzere 20. yüz yıldaki öncü pratiklerden referans alıp, bu güne dair söylem ve eylem üreten, ruhlarının seslerini sokak gürültüleri ile birleştiren bir eylem grubudur. Üyelik yada benzer bir bürokratik kıstası reddeden, tek tek eylemlerine gönüllü katılımı esas alan bir anlayış ile üretim yapıyoruz. Egosal kaygılarından sıyrılmış, özgür düşlerini kollektif eyleme vurabilecek bir paylaşım anlaşına inanıyoruz. Bu kirletilmiş dünyada elimizde sadece düşlerimiz ve ütopyalarımız var ve bu açıdan S.E.T bireyciliğe, yalana, piyasaya karşı liberter bir duruşu temsil eder.

Cyberpunk Bilimkurgu grubumuzun geri çekilişi ardından 2005 yılında kültür/sanat piyasasına dahil olmak istemeyen 2 aktivistin 'yola çıkalım' demesi ile başlayan çaba, bu gün ülkenin bir çok şehrinde bir çok başarılı genç yaratıcının katılımı ile büyüdü. Sokağın sanatı için yoldan çıkmış manifesto, mutant sanat için çağrılarımıza seslerini, yüreklerini veren dostlarımızla. Düzensiz deliler teknemiz Portekiz’den Londra'ya, Gün Işığı’yla İlk Buluşmadan Kaos Duvarı'na seyahatinde, ütopyalarımızı da büyüttü, yüreklerimizin aksak sokak ritmiyle.

Albemuth'tan, Fetus'tan, Düş Fermuarı'ndan, Düzensiz'den gelen ruhsal çabalarımız şimdide S.E.T. fanzini ile özgür ruhlarla buluşmaya, paylaşmaya, kollektif eyleme kışkırtmaya devam ediyor.

Deliler teknemiz kesik karanlıkta yoluna devam ediyor, tutkuların baştan çıkarıcılığına, rastlantıların olağanüstülüğüne, kollektif eylemin arındırıcılığına inanan delileri teknemize davet ederek...

05..08.07
Rafet Arslan
(bu metin barışarock ve ardından İzmir de organize edilen kolektif S.E.T etkinliği Tutku Suçları için kaleme alınmıştır.)

1 Nisan 2010 Perşembe

S.E.T’ten Önce- y ada Kişisel Tanıklık: 1


çocukluk ilgi alanlarım ile ilgili aklımda kalan şeylerin başında bilimkurgu kitapları, çizgi romanlar ve evdeki ansiklopedilerde bakmaya doyamadığım ve tam anlam veremesem de çocukluk imgemde büyüyen Bosch, Dali, Magritte resimleriydi.

1988 yılında, nisan yayınlarının bastığı ‘bir endülüs köpeği’ senaryosunu 16 yaşında nasıl heyecanla aldığımı hala hatırlarım. üstünden geçen tankların, kör pusulaların hafızamıza taze olduğu günlerdi ve politik alan bir tercihten çok etik bir zorunluluk olarak kendini bizlere dayatmıştı, tüm sızılarıyla… zaman, bu her şeye rağmen akıp durur. ödenen bedeller, yeni düşünceler, yoğun okumalarla geçen bir dönem… althusser DİY’inin belirğin etkisi, başta Benjamin olmak üzere Franfurt okulu okumaları, deneysel sinema tanışıklıkları, senfonik rock: Can, Camel, Rennaisance, King Crimson, Gentle Giant, Poe, hiphop, Baskan kurgubilim dizisi, Mavi Kadife, Brazil, The Wall…

yıl 1994, o dönem hala içinde olduğumuz sol kültür-sanat alanında yeni sesleri, fikirleri zorlayan başını çektiğimiz bir fanzin-dergi denemesi: paylaşım… fraksiyonel tartışmalar, otoriterlikten kurtulamamış bazı yaklaşımlar ve yarım kalmış bir proje. bu dönem artık metalcilerden, punklara, junklerden kavramsal sanata, başta İstanbul olmak üzere Anadolu’ya da yansıyan ‘gerçek’ bir yer altı kuşağı büyüyordu. bizde o kuşağın bir parçasında ucunda yeraldık, sanırım…

(zamanda yolculuk: 9o’s:…cafe kantin-gençlik çaylar, Kadıköy sound, savaşa hayır, sokak, Güneş gazetesi, demo, tinto brass, posta kutuları, Neva, gece-melek ve bizim çocuklar, gemiler klibi ve asit Orhan, Kentfm-kaybedenler kulübü, radyoaktif-izmir, Kanat Güner, Sibel Torunoğlu, Şizofrengi, Ciguli, Stüdyo İmge, yavuz Çetin, Nisan yayınları, Şehriban Çoşkunfırat, ucuz roman, Bristol, Trip- Gökhan Kırdar, ve sinema, Gazi mahallesi- ayaklanma, Express, Grunge, Amerikan Sapığı, alt-üst Kemancı, acil bar-izmir, yüksel caddesi, SSK hanı, Akmar pasajı, 12 maymun, Sibel Yalçın, Nostromo-Atılgan bilimkurgu dergileri, 1 şehit olarak Cobain, world wide web, ‘peynir’, cemali, umay, küçük İskender, paranoid android, SKD, morötesi requem, bostancı balıkçı barınakları, İTÜ bahçesi, Ağır Roman, genç sanat, grup sex, Halil Turhanlı, S2K, karga Salih, hardcore, EZLN…)

yeniden uzun okuma-düşünce –yazma seansları, kendine yakın-ruhunla bağlaşık kişisel bir dünya görüşü oturtma çabaları. bu uğraşların sonunda dönemim önemli kuramsal dergilerinden Sinemasal’a (1998) gönderdiğim uzun polemik metni, içine kapandığım düşünce evrenine ait önemli ipuçları taşır. metin beat kuşağı, 68 mirası, sürrealizm, cyberpunk ile birleşmiş sanat-eylemi anlayışını gösterir.

bu metnin yazıldığı dönem boyunca süren yaklaşık 3 yıl, sol kültürden gelmiş ama aktif değil pasif akitivistlik yapmak ama aktif entelektüel faaliyete devam etmek isteyen dostlar arasında oluşmuş bir tartışma grubu ile geçer. uzun toplantılar, rakı masaları, karşılıklı sunum metinleri, tek sayfalık broşür-fanzinler, sonu bulmaz tartışmalar. asıl alan eleştiri-kültür-sanat alanı olarak belirlenmiştir, ama avangard eğilim ile geleneksel eğilim çatışması aşılamaz. bunun sonucu olarak sürece damgasını vuracak belirlenen isi 1871 adlı dergi projesi bir türlü hayata geçmez. Hem de oldukça kuramsal ilk sayısı hazır, 2. sayısı neredeyse hazırlanırken tartışma büyür, dükkan kapatılır.

avangard ile gündelik hayata müdahale edebilen bir instiyatif hayalimiz geçen 1871 tartışma grubu ve biten bir yüzyılla yarım kalmıştı. bilimkurgunun sokağa inmiş hali olarak cyberpunk’a artan ilgi beni umutlandırıyordu. 90’lı yıllarda yaptığım Baudrillard, Jameson, G.J. Ballard, Kellner okumaları bu inancımı güçlendirmişti. özellikle 90’ların ortasında ülkemiz için bir bilimkurgu rönesansı yaşanıyordu. başını 6:45, sarmal, kavram yayınlarının çektiği ve işin içine metis, iletişim gibi majör yayınevlerini bile kapsayan bir dalga. ve bu dalganın okuru olan anti-militarist, yeşil, feminist, avangard ve otonomist anlayışlarla ilgili genç okur.

yıl 2000…
(devam edecek)

Rafet Arslan
2 Nisan 2010-Üsküdar

sürrealist eylemimiz 4 yaşında


RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE- SLOANIYLA KOYULMUŞTUK YOLA…

ASLINDA HEP AKLIMIZDA OLAN AMA GERÇEKLEŞTİRMEYE CÜRET ETMEMİZ GEREKEN BİR GİRİŞİMDİ. PORTEKİZ'DEKİ ULUSLARARASI SÜRREALİZM SERGİSİNE KATILIM SIRASINDA KENDİ İÇİMİZDE YAŞADIIMIZ PROĞLEMLER, BENİ BU KONUDA CESARETLEDİRDİ. MART 2007 SONU BU KARARI, AYŞE VE ONSTON İLE PAYLAŞTIM, SEVİNÇLE DESTEK VERDİLER. SÜRREALSİT EYLEM 3 KATILIMCISI VE KENDİNİ İFADE EDEN 1 BLOG İLE NİSAN BAŞINDA ÇIKTIK YOLA.

İLK BAŞTA CİNS VE ONSTON’DA BİRER GÖRSEL ÇALIŞMA VE SES GETİRMİŞ KOLLEKTİF SANAT-EYLEMİ ÇAĞRIMZI MUTANT SANAT MANİFESTOSUNUN TÜRKÇE VE İNGİLİZCE VERSİYONLARINA YER VEREREK, BİR HAFIZA MERKEZİ VE MANYETİK ALAN OLARAK BLOGU AÇTIK.

VE KATILDIĞIMIZ İLK KOLLEKTİF-LEGAL- ETKİNLİK OLAN, KARARÖY HAFRİYAT’IN MÜDAHALE SERGİSİNDE ŞU AÇIKLAMAYI YAPTIK:
SÜRREALİST EYLEM TÜRKİYE; ÖNCÜ SANAT GELENEĞİNİ SOKAĞIN RUHUYLA BİRLEŞTİREN BİR DURUŞ, DAYANIŞMA VE EYLEM AĞIDIR.

ARADAN EYLEMLER-SOKAKLAR-SARHOŞLULAR-DOSTLUKLAR-ACILAR VE SEVİNÇLER İLE DOLU BİR 3 YIL GEÇMİŞ…

BRETON’UN DA DEDİĞİ GİBİ ‘OLMUŞ OLANIN ÖNEMİ YOKTUR, ASLOLAN BEKLEYİŞTİR’ GELECEKTİR…

1 NİSAN 2010
S.E.T
adına rafet arslan