RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE
THE DIN OF STREET SPIRIT SOUNDS IN THE RYTHME OF DREAMS
30 Ağustos 2009 Pazar
22 Ağustos 2009 Cumartesi
Ustamız Yüksel Arslan Eylül Ayında Ülkemizde
hardcore/bay perşembe-feat Fantom
varlığın 1 bahanesi yoktu
sabaha karşı ikrarları
vardı çöl ruhların
önemli olmayacağını düşündüğünce (fantom)
kuvvetliydi
Kadıköy yanlış bir gezegendi
Tek mutsuz sen değil
Kimsesiz ruhlar ve kaybetmiştin
Hiç senin olmamıştı
Gecenin kendisi yok idi
Gecenin aslı bir ihtimaldi
sabaha karşı ikrarları
vardı çöl ruhların
önemli olmayacağını düşündüğünce (fantom)
kuvvetliydi
Kadıköy yanlış bir gezegendi
Tek mutsuz sen değil
Kimsesiz ruhlar ve kaybetmiştin
Hiç senin olmamıştı
Gecenin kendisi yok idi
Gecenin aslı bir ihtimaldi
Darth Vader’a bir kısa
Et kandan ayrılınca
Kara böceklere bürünürüm
Elim ıssız bir toprak
Pembe bitti artık
Gün kancalanıyor gecenin dibine
Sormadık hiçbirşey
Hoyratsız adamlara
Bileyledim ruhumu
Celladım kesiklerimle sürgün
Fantom
Kara böceklere bürünürüm
Elim ıssız bir toprak
Pembe bitti artık
Gün kancalanıyor gecenin dibine
Sormadık hiçbirşey
Hoyratsız adamlara
Bileyledim ruhumu
Celladım kesiklerimle sürgün
Fantom
hardcore/Fantom-feat perşembe
ardıma koduğumum
şarabı onbin kat dibime çöktü de
hala sokmadım en bela düşüncemi
beynine
neyse ki akıllandın sonsuz kıvama erdin
aklınca
tek 1 kibrin hecesinde ( Bay Perşembe)
Fantom
şarabı onbin kat dibime çöktü de
hala sokmadım en bela düşüncemi
beynine
neyse ki akıllandın sonsuz kıvama erdin
aklınca
tek 1 kibrin hecesinde ( Bay Perşembe)
Fantom
15 Ağustos 2009 Cumartesi
MÜSTEHCEN-- geriye bakış 1
Tanrı Gitti
varlığımız garanti ama
civatalar eksik, bağlantı hep
zayıf fiberoptik ağlarda
namus çoktandır satılık çarşı Pazar
biz adam olmaya çalışıp sığındıkça hiçe
kasvet…
bilirim bir zamanlar hep yazdı
ve insanlar önlükler ile 1
okula giderdi futursuz
oyun bir haktı, tasa ise bir
hata koca evrende
mutlu ve uçurtmalıydı gök
uzanırdı civit ve mahrur
her çocuğa bir midilli
her aka 1 kara
göklerdeydi her melek
düşkünlük hiç yoktu
çalakalem şiir yazılabilir
doludizgin aşık olunabilirdi
yıldırım hızıyla…
o dünya yitti,
kıyam zamanı şimdi
ufkum lekelenmiş melek ölüleri
gök delindi!
bay perşembe
civatalar eksik, bağlantı hep
zayıf fiberoptik ağlarda
namus çoktandır satılık çarşı Pazar
biz adam olmaya çalışıp sığındıkça hiçe
kasvet…
bilirim bir zamanlar hep yazdı
ve insanlar önlükler ile 1
okula giderdi futursuz
oyun bir haktı, tasa ise bir
hata koca evrende
mutlu ve uçurtmalıydı gök
uzanırdı civit ve mahrur
her çocuğa bir midilli
her aka 1 kara
göklerdeydi her melek
düşkünlük hiç yoktu
çalakalem şiir yazılabilir
doludizgin aşık olunabilirdi
yıldırım hızıyla…
o dünya yitti,
kıyam zamanı şimdi
ufkum lekelenmiş melek ölüleri
gök delindi!
bay perşembe
Tahran’daki Berlusconi - Slavoj Žižek
Ne zaman ki otoriter bir rejim gerçek çöküşünden önceki son krizine yaklaşır çoğu kez gizemli bir kırılma meydana gelir. Birdenbire oyunun sonu olduğunu kavrayıveren insanların korkuları basitçe yatışır. Bu yalnızca rejimin meşruiyetini yitirmesi demek değil ama aynı zamanda, gücü kullanışının şimdi ürküntüye dayalı bir tepki ve hatta iktidarsızlık belirtisi olarak algılanmasıdır. Ryszard Kapuściński, Humeyni devrimini anlattığı Şahların Şahı (Shah of Shahs) yapıtında bu kırılmanın kesin anını ve yerini saptar: Tahran’da bir kavşakta polis tek başına bir göstericiye hareket etmesi için bağırmış, gösterici kımıldamayı reddedince bozum olan memur geri çekilmişti. Birkaç saat içinde bu olayı bütün Tahran duymuştu ve sokak çatışmaları haftalarca sürdüyse de herkes bir biçimde her şeyin bittiğini biliyordu. Şimdi de benzer bir şey mi oluyor?
Tahran’daki son ayın olaylarıyla ilgili çeşitli yorumlar var. Kimileri protestolarda, Ukrayna ve Gürcistan’daki renkli devrimlerin çizgisinde Batılı ‘reform hareketi’ yanlısı bir şeylerin doruğa çıktığını görüyor. Protestoları, Humeyni devrimine karşı seküler bir tepki ve dolayısıyla Müslüman köktendinciliğinden kurtulmuş, liberal-demokratik, yeni bir İran’ın ilk adımları olarak görüp destekliyorlar. Onların karşısında, gerçekte Ahmedinejat’ın kazandığını ve çoğunluğun sesi olduğunu, Musavi’nin desteğinin salt orta sınıf ve onun yaldızlı gençliğinden geldiğini düşünen kuşkucular yer alıyor. Bunlar gerçeklerle yüzleşelim diyorlar: “İran’ın hak ettiği başkan, Ahmedinejat’ın kişiliğinde somutlaşıyor”. Bunun dışında, kendi de dinsel düzenin bir üyesi olan Musavi’nin Ahmedinejat’tan ayrımını yüzeysel bularak Musavi’yi reddedenler var. Onlara göre Musavi de atom enerjisi programını sürdürmek istiyor, İsrail’e karşı ve üstelik Irak’la savaşın sürmekte olduğu baskıcı dönemdeki başbakanlığı sırasında Humeyni’nin tam desteğini sağlamıştı.
Son olarak ve en üzücüsü, Ahmedinejat’ın solcu destekçileri var. Onlar için söz konusu olan şey emperyalizme karşı İran’ın özgürlüğüdür. Onlara göre Ahmedinejat kazandı çünkü ülkesinin bağımsızlığını savundu, seçkinler arasındaki yolsuzluğu açığa çıkardı ve İran’ın petrol zenginliğini yoksul çoğunluğun gelirini artırmak için kullandı. Bize söylenmek istenen, Batılı basın-yayının yarattığı ve Yahudi soykırımını yadsıyan yobazın değil de bunun asıl Ahmedinejat olduğudur. Bu bakış açısına göre bugün İran’da olan biten, 1953’te ülkenin meşru başbakanı olan Musaddık’ın Batı’nın desteklediği bir darbeyle düşürülmesinin bir yinelenmesidir. Bu görüş gerçekleri göz ardı etmekle kalmıyor (çünkü genelde yüzde 55’lerdeki seçime katılım oranının yüzde 85’e yükselmiş olması ancak bir protesto oyu olarak açıklanabilir) ama aynı zamanda, kendini beğenmişlik yaparak, Ahmedinejat’ın henüz seküler bir sol tarafından yönetilecek denli olgunlaşmamış ve geri kalmış İranlılara yettiğini varsayıyor.
Her ne kadar bu yaklaşımlar birbirlerine karşı olsalar da, hepsi de İran’daki protestolara sabit fikirli İslamcılarla Batı yanlısı liberal reformistler arasındaki bir çatışma olarak bakıyor, bu yüzden de Musavi’yi bir yere koymakta bunca güçlük çekiyorlar. Musavi Batı’nın arka çıktığı ve insanların özgürlükleriyle birlikte pazar ekonomisini artıracak bir yenilikçi mi yoksa zaferi rejimin doğasını önemli ölçüde değiştirmeyecek olan, geçerli dinci düzenin bir üyesi mi? Öyle ya da böyle, bu her iki açıklamada da protestoların gerçek doğası gözden yitiriliyor.
Musavi’yi destekleyenlerin yeşil renkleri benimsemesi ve alacakaranlıkta Tahran çatılarında yankılanan “Allahü ekber!” çığlıkları, protestocuların kendilerini 1979 Humeyni devriminin köklerine dönüp devrimi izleyen yozlaşmayı yok eder gibi duyumsadıklarını düşündürüyor. Bu duygunun belirtileri kalabalıkların davranışlarında açıkça görülebilirdi: insanların güçlü dayanışması; kendilerini yaratıcı örgütleyişleri ve doğaçlama protesto biçimleri; kendiliğindenliğin ve disiplinin benzersiz bir karışımı. Yürüyüşü gözünüzde canlandırın; binlerce erkek ve kadın tümüyle sessiz bir gösteri yapıyorlar. Bu Humeyni devriminin aldatılmış yandaşlarının gerçek bir halk ayaklanmasıydı. İran’daki olayları Irak’a ABD müdahalesiyle karşılaştırırsak; bir yanda toplumsal iradenin ortaya konulması söz konusuyken, öte yanda dışarıdan gelen demokrasi dayatması var. İran olayları ayrıca Obama’nın dinler arası diyaloga odaklanan Kahire konuşmasının bayağılığına bir eleştiri olarak da çözümlenebilir: “Hayır, dinler ya da uygarlıklar arasında bir diyaloga gereksinimimiz yok ama Müslüman ülkelerde adalet için savaşanlarla benzer bir savaşımı başka yerlerde sürdürenler arasında siyasî bir dayanışmaya gereksinim duyuyoruz.”
Şimdi iki önemli gözlemin tam sırası. Birincisi, İslamcı yoksulların bir kahramanı olmaktan çok Ahmedinejat, palyaçomsu duruşu ve acımasız güç siyasetinin karışımıyla Ayetullahların arasında bile rahatsızlıklara yol açmış bir tür İranlı Berlusconi; yozlaşmış, İslamcı faşist bir halk yardakçısı. Yoksullara lâfebeliği yaparak dağıttığı ekmek kırıntıları bizi yanıltmamalı çünkü gerisinde polis baskı organlarının yanı sıra çokça Batılılaşmış bir halkla ilişkiler aygıtının da desteğine sahip. Ek olarak, rejimin yolsuzlukları sayesinde varsıllaşmış yeni, güçlü bir İranlı sınıfınca da destekleniyor –Devrim Muhafızları, işçi sınıfının oluşturduğu bir milis güç değil, ülkedeki en güçlü varsıllık kaynağı olan büyük bir işletmedir.
İkinci gözlem olarak, Ahmedinejat’ın karşısındaki iki aday olan Mehdi Karubi ve Musavi arasında kesin bir ayrım yapmalıyız. Karubi sonuçta bir yenilikçi, İranlı kimlik siyasetinin bir savunucusu ve her türden gruba vaatlerde bulunuyor. Musavi ise tümüyle ayrı bir durum; Humeyni devrimini ayakta tutan yaygın düşün diriltilmesini savunuyor. Bu, ütopik bir düştü ancak yönetimin sabit fikirli bir İslamcı ele geçirilmesinden çok daha fazlası olan bu düşün gerçekten ütopik yanını kimse yadsıyamaz. Devrimi izleyen coşkuyu, siyasal ve toplumsal patlamayı, örgütsel denemeleri ve öğrencilerle sıradan insanlar arasındaki tartışmaları anımsamakta yarar var. Bu patlamanın söndürülmek zorunda kalınması, devrimin hakiki bir siyasal olay, toplumsal dönüşümün yeni güçlerini topluca özgür bırakan bir açılış, ‘her şeyin olanaklı göründüğü’ bir an olduğunu gösteriyor. Patlamanın ardından gelen şeyse, İslamcı kadronun siyasal denetimi ele geçirmesiyle birlikte olanakların tek tek yitirilmesiydi. Bunu Freudcu terimlerle açıklarsak, bugünkü protesto hareketi Humeyni devriminin ‘bastırılmış öğelerinin nüksetmesi’dir.
Tüm bunlar İslam'da gerçekten özgürleştirici bir gizilgücün var olduğu anlamına geliyor. 'İyi' bir İslam bulmak için onuncu yüzyıla geri gitmemiz gerekmiyor; aradığımız şey tam burada gözümüzün önünde duruyor. Gelecekse belirsiz; halk patlaması denetlenmek üzere ve görünüşe bakılırsa bugünkü rejim yeniden güç kazanacak. Bununla birlikte yönetime artık eski gözle bakılamaz; o da halkın gözünde yozlaşmış başka bir otoriter hükümetten ibaret olacak. Ayetullah Hamaney disiplinli, tartışma götürmez bir din otoritesi olarak toplumsal konumundan geriye ne kaldıysa onu da kaybedip gerçekte olduğu gibi çok sayıdaki fırsatçı siyasetçiden biri olarak gözükecek. Ama sonuç ne olursa olsun şunu unutmamalıyız ki gerçekte tanık olduğumuz şey, Batı yanlısı liberallerle Batı karşıtı muhafazakârlar arasındaki bir tartışmanın dar çerçevesine sığamayacak denli büyük ve özgürleştirici bir olaydır. Eğer bunu göremiyorsak, yani kuşkucu faydacılığımızın sonucunda özgürleşme sözünü tanıma yetkinliğimizi yitirdiysek, Batı'da kendi Ahmedinejat'larımıza hazır, demokrasi sonrası bir döneme pek yakında gireceğiz demektir ki İtalyanlar onu şimdiden tanıyor: Berlusconi. Ötekiler de sırada bekliyor.
Ahmedinejat'la Berlusconi arasında bir bağ var mı? Ahmedinejat'ı demokratik seçimle başa gelmiş, Batılı bir liderle karşılaştırmak tümüyle saçma değil mi? Ne yazık ki hayır çünkü her ikisi de aynı küresel sürecin bir parçası. Peter Sloterdijk'in bir zamanlar söylediği gibi eğer bugünden yüzyıl sonra adına anıtlar dikilecek biri varsa bu 'Asyalı değerlerle kapitalizm'i düşünüp uygulamaya koyan Singapurlu lider Lee Kuan Yew'dir. Otoriter kapitalizm virüsü yavaşça ama kesin olarak kürenin çevresinde yayılıyor. Örneğin Deng Xiaoping de Singapur'u tüm Çin'in izlemesi gereken bir örnek olarak övdü. Kapitalizm şu ana dek hep demokrasiyle göbekten bağlıymış gibi göründü; zaman zaman doğrudan diktatörlük dönemleri olduysa da en çok on ya da yirmi yıl sonra demokrasi kendini yine dayattı (Güney Kore ya da Şili'de olduğu gibi). Ancak bu kez demokrasiyle kapitalizmin bağı koparılmış durumda.
Bunun kapitalist ilerleme adına demokrasiden vazgeçmek zorunda olduğumuz anlamına gelmediğini söylemeye gerek yok; ancak, parlamenter temsili demokrasinin sınırlarıyla yüzleşmeliyiz. Amerikalı gazeteci Walter Lippmann'ın ortaya attığı ve Chomsky’nin yaydığı bir deyiş olan ‘onay üretmeyi’ Lippman olumlu bir anlamda kullandı. Aynı Eflatun gibi Lippmann da halkı ‘yerel düşünceler keşmekeşinde’ bocalayan devasa bir yaratık ya da kafa karıştırıcı bir hayvan sürüsü gibi gördü. Public Opinion’da (1922) bu sürünün, kişisel çıkarları yerelliği aşan uzmanlaşmış ve demokrasinin öncelikli eksiği olan 'yetkin yurttaş' ülküsünü gerçekleştirme yeteneksizliğinden kaçınmak üzere hareket eden seçkin bir sınıfça güdülmesi gerektiğini yazdı. Doğruluğu açık Lippmann'ın sözlerinin gizemli bir yanı yok; anlaşılmaz olan, bu oyunu bile bile sürdürmemiz. Ne yapmamız ve düşünmemiz gerektiğini bize bildiren görünmez bir yükümlülüğü benimsemenin ötesinde bunu bir de talep eden bizler, buna karşın özgürmüş gibi davranıyoruz.
Demokraside sıradan yurttaş sonuçta bir kraldır ama anayasal demokrasideki gibi bir kraldır; yani kararları salt formalite gereği olan ve işlevi, yürütmenin tekliflerini imzalamaktan ibaret bir kral. Demokratik meşruiyetin derdiyle anayasal demokrasininki birbirine benzer: Kralın saygınlığını nasıl korumalı? Doğru olmadığını bile bile sonuçta kararı verenin kral olduğu izlemini nasıl yaratmalı? 'Demokrasi krizi' dediğimiz şey insanların kendi güçlerine inanmayı kesmelerinden değil, tersine seçkinlere güvenmekten vazgeçmelerinden, tahtın boş olduğunu ve kararın artık kendilerine ait olduğunu algılamalarından kaynaklanır. 'Özgür seçimler', iktidardakilerin gerçekte gücün sahibi değillermiş gibi davranıp bizden bu gücü onlara bahşetmek isteyip istemediğimize özgürce karar vermemizi istediklerinde asgari bir kibarlık gösterisini içerir.
Alain Badiou demokraside iki çeşit (ya da düzey) yozlaşmayı birbirinden ayırmayı önermiştir. Bunlardan ilki olan görgül yozlaşma genelde terimden doğrudan anladığımız şeydir; ikincisi ise demokrasinin biçimiyle ve bunun siyaseti, özel çıkarların görüşülmesine nasıl indirgediğiyle ilgilidir. Bu ayrım, görgül yozlaşmayla savaşırken öteki tür yozlaşmanın resmî bağlamını sürdüren, az bulunur, dürüst, 'demokratik' siyasetçi örneğinde somutlaşır (Elbette bir de karşıt örnek olarak görgül açıdan yozlaşmış ve Erdem diktatörlüğü adına hareket eden siyasetçi vardır).
Badiou, De quoi Sarkozy est-il le nom?'da şöyle yazar: 'Eğer demokrasi temsilse öncelikle demokratik biçimleri taşıyan genel düzenin bir temsilidir. Diğer bir deyişle, seçime dayalı demokrasi her şeyden önce kapitalizmin ya da bugün “pazar ekonomisi” olarak yeniden adlandırılan şeyin uzlaşmasal bir temsili olduğu ölçüde temsil eder. Temel sorun budur.'* Çok partili özgürlükçü demokrasi görgül düzeyde insanların düşüncelerinin niceliksel dağılımını, parti program ve adaylarıyla ilgili düşüncelerini, vb. 'temsil eder', yansıtır, kaydeder ya da ölçer. Yine çok partili özgürlükçü demokrasi, daha uç, 'aşkın' anlamda ise toplum, siyaset ve onun içindeki bireylerin rollerine ilişkin belirli bir öngörüyü 'temsil eder' ve destekler. Çok partili özgürlükçü demokrasinin 'temsil ettiği' belirli toplumsal yaşam öngörüsü, partilerin devletin yasama ve yürütme aygıtları üzerinde denetim kurmak için seçimlerde yarışacakları biçimde düzenlenir. Kimi değer ve uygulamalara öncelik tanıyan bu aşkın çerçeve asla yansız değildir ki bu durum, demokratik düzenin insanların düşünce ve isteklerini kaydetmekte yetersiz kaldığı kriz ya da aldırışsızlık anlarında gözle görülür hale gelir. Örneğin 2005'teki Birleşik Krallık seçimlerinde Tony Blair'e karşı hoşnutsuzluk artsa da bunun siyasette bir karşılık bulmasının yolu yoktu. Burada ters giden bir şey olduğu açık; sorun, insanların ne istediklerini bilmemeleri değil, kuşkuculuk ve boş vermişliğin harekete geçmelerini engellemesiydi.
Buradan demokratik seçimlerin küçümsenmesi gerektiği sonucu çıkmaz. Vurgulanmak istenen nokta, seçimlerin tek başına olayların gerçek yüzünün bir göstergesi olmayıp ağır basan doxa'yı[1] yansıtma eğiliminde olduklarıdır. Tartışmasız bir örnek, 1940 Fransa’sıdır. Fransız Komünist Partisi'nde iki numara Jacques Duclos bile Fransa'da o zaman özgür seçimler yapılmış olsaydı Mareşal Pétain'ın oyların yüzde doksanını kazanacağını itiraf etmişti. De Gaulle, Fransa'da kapitülasyonların varlığını reddedip direnmeyi sürdürdüğünde Vichy yönetiminin değil de ancak kendisinin 'Fransız çoğunluk' yerine gerçek Fransa adına konuşabileceğini ileri sürdü. De Gaulle, demokratik meşruiyeti olmayan sözlerinin gerçek olduğunu söyleyerek Fransız çoğunluğun görüşüne açıkça karşı çıkıyordu. Ancak şöyle bir durumda bir gerçeklik anını yansıtan demokratik bir seçimden söz edilebilir: eleştirel-kuşkucu eylemsizliğine karşın çoğunluk kısa bir süre için ‘uykusundan uyanır’ ve egemen görüşe karşı oy kullanır. Yine de böylesi seçimlerin bunca sıra dışı olması gerçekliğe pek de aracı olmadıklarını gösterir.
Kolları Batı'ya doğru gitgide uzanan otoriter kapitalizmin yükselmesiyle demokrasinin gerçek gizilgücünün zemini sarsılır. Değişim, her zaman oluştuğu ülkenin değerlerine uygundur: Putin'in kaba güç gösterisi içeren 'Rus değerlerine uygun' kapitalizmi ya da Berlusconi'nin karikatür kılıklı, 'İtalyan değerlerine uygun' kapitalizmi gibi. Hem Putin hem Berlusconi yavaş yavaş içi boş bir kabuğa dönmekte olan demokrasileri yönetirler ve hızla kötüleşen ekonomik duruma karşın ikisi de seçmenlerin üçte ikisinden çoğunun desteğine sahiptir. Arkadaş olmalarına şaşmamak gerek çünkü her birinin kendiliğinden taşkınlıklar yapma alışkanlığı var, her ne kadar Putin'inkiler 'Rus ulusal kişiliği'ne uyumlu olarak önden hazırlansa da. Putin arada bir ağzından kaba bir söz kaçırır ya da ortaya müstehcen bir tehdit savurur. Birkaç yıl önce Batılı bir gazeteci ona Çeçenistan'la ilgili acemice bir soru sorduğunda Putin gazeteciye eğer henüz sünnetli değilse kendisinin alışılmıştan biraz daha abartılı kesen mükemmel cerrahların olduğu Moskova'ya canı gönülden davetli olduğunu yanıtını yapıştırmıştı.
Berlusconi önemli bir kişi ve İtalya da geleceğimizin biçimlendiği bir deney laboratuarı. Siyasi seçimimiz eğer hoşgörülü-liberal teknokratçılıkla muhafazakâr popülizm arasında ise Berlusconi'nin başarısı tam da bu ikisini uzlaştırmasında ve eşzamanlı olarak bünyesinde toplamasındadır. En azından yakın gelecekte onu yenilmez yapan şeyin bu bileşim olduğu ileri sürülebilir. İtalyan ‘solunun’ kalıntıları onu sanki bir kaderi benimser gibi benimsediler. Bu da Berlusconi saltanatının en acıklı yanıdır çünkü onun demokrasisi, hükmen kazananların, kuşkuculuk aracılığıyla cesaret kırma yoluyla yönetenlerin bir demokrasisidir.
Berlusconi işle ilgili özel çıkarlarının yasal açıdan soruşturulmasını göz ardı etme ya da etkisizleştirmenin yanı sıra devletin başı olarak saygınlığını küçük düşürecek davranışlarıyla da gitgide daha da utanmazlaşıyor. Klasik siyasetin saygınlığı, sivil toplum içinde özel çıkarların rolünün üstünde olmasından kaynaklanır. Siyaset, kendini sivil toplumdan 'soyutlayarak' (yabancılaştırarak) burjuvaziyi niteleyen bencil çıkar çatışmalarının karşısında ideal yurttaşlık alanı olarak konuşlanır. Sonuç olarak Berlusconi işte bu soyutlama ya da yabancılaşmayı geçersiz kıldı. Günümüz İtalya’sında devlet gücünü kendi ekonomik çıkarını korumanın bir aracı olarak açıkça sömürüp doğrudan kullanan ve televizyonda bir realite şovunda yer alır gibi kendi yaşamının gösterisini yapan burjuvanın ta kendisidir.
Son trajik ABD başkanı, bir yanda ülkü ve hırslarıyla öte yanda siyasi gerçekler arasındaki uçurumun kurbanı olmuş bir düzenbaz olan Richard Nixon'dur. ABD'de Ronald Reagan, Arjantin'deyse Carlos Menem'le birlikte sahneye çıkan yeni kişi şuydu: seçim programına bağlı kalması artık beklenmeyen ve dolayısıyla dayanaklı eleştiriden bağışık 'Teflon' bir başkan (Gazeteciler karşısında hatalarını sayıp döktükçe Reagan'ın ününün kamunun huzuruna her çıkışından sonra nasıl arttığını hatırlayın). Bu yeni başkan çeşidi, 'kendiliğinden' taşkınlıklarla acımasız yönlendirmeyi birleştirmeyi başarmış biridir.
Berlusconi'nin kabalıklarının ardında yatan, insanların ortalama bir İtalyan'ın esrarengiz görünümünü yansıtan onunla özdeşleşmesidir. Yani, “sizden biriyim; biraz yoz, yasayla başı dertte ve öteki kadınlar çekici geldiği için karımla da aynı şekilde”. Soylu siyasetçi il cavaliere rolünü cafcaflı yapışı bile daha çok yoksul bir adamın yücelik düşü gibi operamsıdır. Yine de enayi yerine konmamalıyız çünkü palyaçomsu maskenin ardında acımasız bir verimlilikle çalışan bir devlet gücü yatar. Belki de zaten Berlusconi'ye gülerek çoktan onun oyununa alet oluyoruz. Ancak palyaçomsu ön cephesiyle teknokrat bir ekonomi yönetimi tek başına yetersizdir; gerekli bir şey daha vardır. Bu da korkudur ve burada Berlusconi'nin iki başlı ejderi devreye girer: Göçmenler ve komünistler (bu sonuncusu Berlusconi'nin Economist dâhil kendisine saldıran herkese taktığı genel addır).
Şu ana dek tarif etmeye çalıştığım ideolojik durumu daha iyi anlamak için 2008'in ünlü çizgi filmi Kung Fu Panda ana eksenleri veriyor. Çizgi filmdeki şişman panda, bir kung fu savaşçısı olmayı düşler. Alttan alta kaderin yönlendirdiği kör talih kenti kurtarmak üzere kahraman olarak onu seçince panda bu görevi başarır. Ama filmdeki sahte-Doğulu tinselcilik, alaycı bir mizahla sürekli olarak aşağılanır. Beklenmedik olansa bu sürekli kendiyle alay etmenin filmi daha az tinselci yapmamasıdır; film, sonuçta bitmek bilmeyen kendi şakalarını ciddiye alır. Aynı düşünce Niels Bohr'la ilgili kısa öyküde de görülür. Bohr'u köy evinde ziyaret eden bir bilim adamı kapının üstünde at nalı görünce şaşırır ve at nalının bir evi nazara karşı koruduğuna inanmadığını söyler. Bohr da yanıt olarak der ki, “Ben de inanmıyorum. Onu oraya astım çünkü ona inanmayan biri için de aynı oranda işe yaradığını duydum!” Bugün ideoloji de aynen böyle çalışır; kimse demokrasi ve adaleti ciddiye almasa, bizler bu değerlerin yozlaştıklarının ayrımında olsak ve bunlara inanmasak da çalıştıklarını varsayıp bu değerlerin gereklerini uygulamayı sürdürürüz. Şimdi bizim Kung Fu Panda'mızsa Berlusconi. Marx Kardeşler bu durumu büyük olasılıkla şöyle dile getirirdi: ‘Bu adam yozlaşmış bir geri zekâlı gibi görünüp öyle davranabilir ama bunlar sizi yanıltmasın, bu adam yozlaşmış bir geri zekâlıdır.'
Bu aldatmanın gerisindeki gerçeği bir an olsun yakalayabilmek için İtalyan hükümetinin 2008 Temmuz'unda Kuzey Afrika ve Doğu Avrupalı göçmenlerin ülkeye yaşadışı girişlerine karşılık, tüm İtalya'da (tren istasyonları, ticaret merkezleri, vb.) acil durum ilan ettiği zamanı aklınıza getirin. Ağustos başında büyük kentlerin hassas noktalarını denetlemek üzere dört bin silahlı asker görevlendirme şovunu yaptılar. Acil durum velvelesiz yaratılmadı; normal yaşam sürdürülmeliydi. Tüm dünyada gelişmiş ülkelerde gün geçtikçe yaklaştığımız, en basitinden işlerin normal akışı için şu ya da bu (terör tehlikesine karşı, göçmenlere karşı) acil durumun bir önlem olarak benimsendiği durum tam da bu değil mi?
Peki, bu acil durumdaki gerçeklik payı nedir? 7 Ağustos 2007'de Tunuslu balıkçılardan oluşan yedi kişilik mürettebat Sicilya'nın Lampedusa adasının otuz mil güneyinde demirledi. Çığlıklarla uyandıklarında açlıktan ölmek üzere olan kırk dört Afrikalı göçmenin istiflendiği ve neredeyse batacak olan plastik bir bot gördüler. Geminin kaptanı göçmenleri Lampedusa'daki en yakın limana götürmeye karar verince karada tüm mürettebatı tutuklandı. Balıkçılardan oluşan mürettebat 'yasadışı göçe yardım ve yataklık' suçundan Sicilya’da 20 Eylül’de mahkemeye çıkarıldılar. Eğer suçlu bulunsalardı bir ile on beş yıl hapis cezası alacaklardı. Herkes bu anlamsız duruşmanın gerçek niyetinin öteki botları aynı şeyi yapmaktan men etmek olduğu konusunda aynı düşüncedeydi çünkü benzer bir durumda kaldıklarında göstere göstere göçmenleri sopalarla dövüp boğulmaya terk eden başka balıkçılara yönelik herhangi bir tavır alınmadı. Olay Agamben'in toplumsal düzenden dışlanan ve cezasız öldürülebilecek kişi anlamına gelen homo sacer kavramının salt ABD'nin teröre karşı savaşında değil ama sözde insan haklarının ve yardımseverliğin kalesi sayılan Avrupa'da da canlandığını gösteriyor.
'Kararınca Yahudi düşmanlığı' formülünü en iyi biçimde 1938'de kendini 'orta düzey' Yahudi düşmanı olarak gören Robert Brasillach ortaya koymuştu:
“Bir yarım Yahudi olan Charlie Chaplin'i filmlerinde alkışlama, yine başka bir yarım Yahudi olan Proust'a hayranlık duyma, Yahudi Yehudi Menuhin'i alkışlama iznini kendimize bağışlıyoruz; Hitler'in sesini yayan radyo dalgaları bile Yahudi Hertz adını taşıyor... Kimseyi öldürmek ya da soykırım yapmak istemiyoruz ama aynı zamanda her zaman öngörülemeyecek, içgüdüsel Yahudi-karşıtlığı eylemlerini engellemenin en iyi yolunun da kararınca bir Yahudi karşıtlığını düzenlemek olduğunu düşünüyoruz.”
Hükümetlerimiz halk yardakçısı ırkçılığı bizim demokratik standartlarımızda hiç de akla yatkın olmadığı için haklı olarak reddeder ve bunun yerine akılcı ölçüde ırkçı, koruma önlemlerine imza atarlar. Bugünün kimi sosyal demokrat Brasillach'ları bize 'Afrikalı ve Doğu Avrupalı sporcuları, Asyalı doktorları, Hintli yazılım programcılarını alkışlama iznini kendimize bahşediyoruz.' diyor ve ekliyorlar, 'Kimseyi öldürmek, soykırım yapmak istemiyoruz. Öte yandan içgüdüsel hareket eden göçmen karşıtlarının beklenmedik, şiddetli davranışlarını engellemenin en iyi yolu kararınca göçmen karşıtı bir korumayı sağlamaktan geçer.' Doğrudan barbarlıktan insan maskesiyle Berlusconivari barbarlığa göz göre göre bir geçiş…
Alain Badiou. The Meanings of Sarkozy. Çev.: David Fernbach (Verso, 117 sayfa, 12.99 Pound, Şubat, 978 1 84467 309 4).
*Dipnot:
[1] doxa: İlkçağ Yunan felsefesinde “gerçek bilgi” anlamında kullanılan gnosis ya da episteme'ye karşıtlık oluşturan; “sanı”, “kanı” ya da “inanca dayalı bilgi”ye karşılık gelen terim. Ayrıntılı bilgi için tıklayınız (Çevirenin notu)
[lrb.co.uk adresindeki İngilizcesinden Meriç Kırmızı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Tahran’daki son ayın olaylarıyla ilgili çeşitli yorumlar var. Kimileri protestolarda, Ukrayna ve Gürcistan’daki renkli devrimlerin çizgisinde Batılı ‘reform hareketi’ yanlısı bir şeylerin doruğa çıktığını görüyor. Protestoları, Humeyni devrimine karşı seküler bir tepki ve dolayısıyla Müslüman köktendinciliğinden kurtulmuş, liberal-demokratik, yeni bir İran’ın ilk adımları olarak görüp destekliyorlar. Onların karşısında, gerçekte Ahmedinejat’ın kazandığını ve çoğunluğun sesi olduğunu, Musavi’nin desteğinin salt orta sınıf ve onun yaldızlı gençliğinden geldiğini düşünen kuşkucular yer alıyor. Bunlar gerçeklerle yüzleşelim diyorlar: “İran’ın hak ettiği başkan, Ahmedinejat’ın kişiliğinde somutlaşıyor”. Bunun dışında, kendi de dinsel düzenin bir üyesi olan Musavi’nin Ahmedinejat’tan ayrımını yüzeysel bularak Musavi’yi reddedenler var. Onlara göre Musavi de atom enerjisi programını sürdürmek istiyor, İsrail’e karşı ve üstelik Irak’la savaşın sürmekte olduğu baskıcı dönemdeki başbakanlığı sırasında Humeyni’nin tam desteğini sağlamıştı.
Son olarak ve en üzücüsü, Ahmedinejat’ın solcu destekçileri var. Onlar için söz konusu olan şey emperyalizme karşı İran’ın özgürlüğüdür. Onlara göre Ahmedinejat kazandı çünkü ülkesinin bağımsızlığını savundu, seçkinler arasındaki yolsuzluğu açığa çıkardı ve İran’ın petrol zenginliğini yoksul çoğunluğun gelirini artırmak için kullandı. Bize söylenmek istenen, Batılı basın-yayının yarattığı ve Yahudi soykırımını yadsıyan yobazın değil de bunun asıl Ahmedinejat olduğudur. Bu bakış açısına göre bugün İran’da olan biten, 1953’te ülkenin meşru başbakanı olan Musaddık’ın Batı’nın desteklediği bir darbeyle düşürülmesinin bir yinelenmesidir. Bu görüş gerçekleri göz ardı etmekle kalmıyor (çünkü genelde yüzde 55’lerdeki seçime katılım oranının yüzde 85’e yükselmiş olması ancak bir protesto oyu olarak açıklanabilir) ama aynı zamanda, kendini beğenmişlik yaparak, Ahmedinejat’ın henüz seküler bir sol tarafından yönetilecek denli olgunlaşmamış ve geri kalmış İranlılara yettiğini varsayıyor.
Her ne kadar bu yaklaşımlar birbirlerine karşı olsalar da, hepsi de İran’daki protestolara sabit fikirli İslamcılarla Batı yanlısı liberal reformistler arasındaki bir çatışma olarak bakıyor, bu yüzden de Musavi’yi bir yere koymakta bunca güçlük çekiyorlar. Musavi Batı’nın arka çıktığı ve insanların özgürlükleriyle birlikte pazar ekonomisini artıracak bir yenilikçi mi yoksa zaferi rejimin doğasını önemli ölçüde değiştirmeyecek olan, geçerli dinci düzenin bir üyesi mi? Öyle ya da böyle, bu her iki açıklamada da protestoların gerçek doğası gözden yitiriliyor.
Musavi’yi destekleyenlerin yeşil renkleri benimsemesi ve alacakaranlıkta Tahran çatılarında yankılanan “Allahü ekber!” çığlıkları, protestocuların kendilerini 1979 Humeyni devriminin köklerine dönüp devrimi izleyen yozlaşmayı yok eder gibi duyumsadıklarını düşündürüyor. Bu duygunun belirtileri kalabalıkların davranışlarında açıkça görülebilirdi: insanların güçlü dayanışması; kendilerini yaratıcı örgütleyişleri ve doğaçlama protesto biçimleri; kendiliğindenliğin ve disiplinin benzersiz bir karışımı. Yürüyüşü gözünüzde canlandırın; binlerce erkek ve kadın tümüyle sessiz bir gösteri yapıyorlar. Bu Humeyni devriminin aldatılmış yandaşlarının gerçek bir halk ayaklanmasıydı. İran’daki olayları Irak’a ABD müdahalesiyle karşılaştırırsak; bir yanda toplumsal iradenin ortaya konulması söz konusuyken, öte yanda dışarıdan gelen demokrasi dayatması var. İran olayları ayrıca Obama’nın dinler arası diyaloga odaklanan Kahire konuşmasının bayağılığına bir eleştiri olarak da çözümlenebilir: “Hayır, dinler ya da uygarlıklar arasında bir diyaloga gereksinimimiz yok ama Müslüman ülkelerde adalet için savaşanlarla benzer bir savaşımı başka yerlerde sürdürenler arasında siyasî bir dayanışmaya gereksinim duyuyoruz.”
Şimdi iki önemli gözlemin tam sırası. Birincisi, İslamcı yoksulların bir kahramanı olmaktan çok Ahmedinejat, palyaçomsu duruşu ve acımasız güç siyasetinin karışımıyla Ayetullahların arasında bile rahatsızlıklara yol açmış bir tür İranlı Berlusconi; yozlaşmış, İslamcı faşist bir halk yardakçısı. Yoksullara lâfebeliği yaparak dağıttığı ekmek kırıntıları bizi yanıltmamalı çünkü gerisinde polis baskı organlarının yanı sıra çokça Batılılaşmış bir halkla ilişkiler aygıtının da desteğine sahip. Ek olarak, rejimin yolsuzlukları sayesinde varsıllaşmış yeni, güçlü bir İranlı sınıfınca da destekleniyor –Devrim Muhafızları, işçi sınıfının oluşturduğu bir milis güç değil, ülkedeki en güçlü varsıllık kaynağı olan büyük bir işletmedir.
İkinci gözlem olarak, Ahmedinejat’ın karşısındaki iki aday olan Mehdi Karubi ve Musavi arasında kesin bir ayrım yapmalıyız. Karubi sonuçta bir yenilikçi, İranlı kimlik siyasetinin bir savunucusu ve her türden gruba vaatlerde bulunuyor. Musavi ise tümüyle ayrı bir durum; Humeyni devrimini ayakta tutan yaygın düşün diriltilmesini savunuyor. Bu, ütopik bir düştü ancak yönetimin sabit fikirli bir İslamcı ele geçirilmesinden çok daha fazlası olan bu düşün gerçekten ütopik yanını kimse yadsıyamaz. Devrimi izleyen coşkuyu, siyasal ve toplumsal patlamayı, örgütsel denemeleri ve öğrencilerle sıradan insanlar arasındaki tartışmaları anımsamakta yarar var. Bu patlamanın söndürülmek zorunda kalınması, devrimin hakiki bir siyasal olay, toplumsal dönüşümün yeni güçlerini topluca özgür bırakan bir açılış, ‘her şeyin olanaklı göründüğü’ bir an olduğunu gösteriyor. Patlamanın ardından gelen şeyse, İslamcı kadronun siyasal denetimi ele geçirmesiyle birlikte olanakların tek tek yitirilmesiydi. Bunu Freudcu terimlerle açıklarsak, bugünkü protesto hareketi Humeyni devriminin ‘bastırılmış öğelerinin nüksetmesi’dir.
Tüm bunlar İslam'da gerçekten özgürleştirici bir gizilgücün var olduğu anlamına geliyor. 'İyi' bir İslam bulmak için onuncu yüzyıla geri gitmemiz gerekmiyor; aradığımız şey tam burada gözümüzün önünde duruyor. Gelecekse belirsiz; halk patlaması denetlenmek üzere ve görünüşe bakılırsa bugünkü rejim yeniden güç kazanacak. Bununla birlikte yönetime artık eski gözle bakılamaz; o da halkın gözünde yozlaşmış başka bir otoriter hükümetten ibaret olacak. Ayetullah Hamaney disiplinli, tartışma götürmez bir din otoritesi olarak toplumsal konumundan geriye ne kaldıysa onu da kaybedip gerçekte olduğu gibi çok sayıdaki fırsatçı siyasetçiden biri olarak gözükecek. Ama sonuç ne olursa olsun şunu unutmamalıyız ki gerçekte tanık olduğumuz şey, Batı yanlısı liberallerle Batı karşıtı muhafazakârlar arasındaki bir tartışmanın dar çerçevesine sığamayacak denli büyük ve özgürleştirici bir olaydır. Eğer bunu göremiyorsak, yani kuşkucu faydacılığımızın sonucunda özgürleşme sözünü tanıma yetkinliğimizi yitirdiysek, Batı'da kendi Ahmedinejat'larımıza hazır, demokrasi sonrası bir döneme pek yakında gireceğiz demektir ki İtalyanlar onu şimdiden tanıyor: Berlusconi. Ötekiler de sırada bekliyor.
Ahmedinejat'la Berlusconi arasında bir bağ var mı? Ahmedinejat'ı demokratik seçimle başa gelmiş, Batılı bir liderle karşılaştırmak tümüyle saçma değil mi? Ne yazık ki hayır çünkü her ikisi de aynı küresel sürecin bir parçası. Peter Sloterdijk'in bir zamanlar söylediği gibi eğer bugünden yüzyıl sonra adına anıtlar dikilecek biri varsa bu 'Asyalı değerlerle kapitalizm'i düşünüp uygulamaya koyan Singapurlu lider Lee Kuan Yew'dir. Otoriter kapitalizm virüsü yavaşça ama kesin olarak kürenin çevresinde yayılıyor. Örneğin Deng Xiaoping de Singapur'u tüm Çin'in izlemesi gereken bir örnek olarak övdü. Kapitalizm şu ana dek hep demokrasiyle göbekten bağlıymış gibi göründü; zaman zaman doğrudan diktatörlük dönemleri olduysa da en çok on ya da yirmi yıl sonra demokrasi kendini yine dayattı (Güney Kore ya da Şili'de olduğu gibi). Ancak bu kez demokrasiyle kapitalizmin bağı koparılmış durumda.
Bunun kapitalist ilerleme adına demokrasiden vazgeçmek zorunda olduğumuz anlamına gelmediğini söylemeye gerek yok; ancak, parlamenter temsili demokrasinin sınırlarıyla yüzleşmeliyiz. Amerikalı gazeteci Walter Lippmann'ın ortaya attığı ve Chomsky’nin yaydığı bir deyiş olan ‘onay üretmeyi’ Lippman olumlu bir anlamda kullandı. Aynı Eflatun gibi Lippmann da halkı ‘yerel düşünceler keşmekeşinde’ bocalayan devasa bir yaratık ya da kafa karıştırıcı bir hayvan sürüsü gibi gördü. Public Opinion’da (1922) bu sürünün, kişisel çıkarları yerelliği aşan uzmanlaşmış ve demokrasinin öncelikli eksiği olan 'yetkin yurttaş' ülküsünü gerçekleştirme yeteneksizliğinden kaçınmak üzere hareket eden seçkin bir sınıfça güdülmesi gerektiğini yazdı. Doğruluğu açık Lippmann'ın sözlerinin gizemli bir yanı yok; anlaşılmaz olan, bu oyunu bile bile sürdürmemiz. Ne yapmamız ve düşünmemiz gerektiğini bize bildiren görünmez bir yükümlülüğü benimsemenin ötesinde bunu bir de talep eden bizler, buna karşın özgürmüş gibi davranıyoruz.
Demokraside sıradan yurttaş sonuçta bir kraldır ama anayasal demokrasideki gibi bir kraldır; yani kararları salt formalite gereği olan ve işlevi, yürütmenin tekliflerini imzalamaktan ibaret bir kral. Demokratik meşruiyetin derdiyle anayasal demokrasininki birbirine benzer: Kralın saygınlığını nasıl korumalı? Doğru olmadığını bile bile sonuçta kararı verenin kral olduğu izlemini nasıl yaratmalı? 'Demokrasi krizi' dediğimiz şey insanların kendi güçlerine inanmayı kesmelerinden değil, tersine seçkinlere güvenmekten vazgeçmelerinden, tahtın boş olduğunu ve kararın artık kendilerine ait olduğunu algılamalarından kaynaklanır. 'Özgür seçimler', iktidardakilerin gerçekte gücün sahibi değillermiş gibi davranıp bizden bu gücü onlara bahşetmek isteyip istemediğimize özgürce karar vermemizi istediklerinde asgari bir kibarlık gösterisini içerir.
Alain Badiou demokraside iki çeşit (ya da düzey) yozlaşmayı birbirinden ayırmayı önermiştir. Bunlardan ilki olan görgül yozlaşma genelde terimden doğrudan anladığımız şeydir; ikincisi ise demokrasinin biçimiyle ve bunun siyaseti, özel çıkarların görüşülmesine nasıl indirgediğiyle ilgilidir. Bu ayrım, görgül yozlaşmayla savaşırken öteki tür yozlaşmanın resmî bağlamını sürdüren, az bulunur, dürüst, 'demokratik' siyasetçi örneğinde somutlaşır (Elbette bir de karşıt örnek olarak görgül açıdan yozlaşmış ve Erdem diktatörlüğü adına hareket eden siyasetçi vardır).
Badiou, De quoi Sarkozy est-il le nom?'da şöyle yazar: 'Eğer demokrasi temsilse öncelikle demokratik biçimleri taşıyan genel düzenin bir temsilidir. Diğer bir deyişle, seçime dayalı demokrasi her şeyden önce kapitalizmin ya da bugün “pazar ekonomisi” olarak yeniden adlandırılan şeyin uzlaşmasal bir temsili olduğu ölçüde temsil eder. Temel sorun budur.'* Çok partili özgürlükçü demokrasi görgül düzeyde insanların düşüncelerinin niceliksel dağılımını, parti program ve adaylarıyla ilgili düşüncelerini, vb. 'temsil eder', yansıtır, kaydeder ya da ölçer. Yine çok partili özgürlükçü demokrasi, daha uç, 'aşkın' anlamda ise toplum, siyaset ve onun içindeki bireylerin rollerine ilişkin belirli bir öngörüyü 'temsil eder' ve destekler. Çok partili özgürlükçü demokrasinin 'temsil ettiği' belirli toplumsal yaşam öngörüsü, partilerin devletin yasama ve yürütme aygıtları üzerinde denetim kurmak için seçimlerde yarışacakları biçimde düzenlenir. Kimi değer ve uygulamalara öncelik tanıyan bu aşkın çerçeve asla yansız değildir ki bu durum, demokratik düzenin insanların düşünce ve isteklerini kaydetmekte yetersiz kaldığı kriz ya da aldırışsızlık anlarında gözle görülür hale gelir. Örneğin 2005'teki Birleşik Krallık seçimlerinde Tony Blair'e karşı hoşnutsuzluk artsa da bunun siyasette bir karşılık bulmasının yolu yoktu. Burada ters giden bir şey olduğu açık; sorun, insanların ne istediklerini bilmemeleri değil, kuşkuculuk ve boş vermişliğin harekete geçmelerini engellemesiydi.
Buradan demokratik seçimlerin küçümsenmesi gerektiği sonucu çıkmaz. Vurgulanmak istenen nokta, seçimlerin tek başına olayların gerçek yüzünün bir göstergesi olmayıp ağır basan doxa'yı[1] yansıtma eğiliminde olduklarıdır. Tartışmasız bir örnek, 1940 Fransa’sıdır. Fransız Komünist Partisi'nde iki numara Jacques Duclos bile Fransa'da o zaman özgür seçimler yapılmış olsaydı Mareşal Pétain'ın oyların yüzde doksanını kazanacağını itiraf etmişti. De Gaulle, Fransa'da kapitülasyonların varlığını reddedip direnmeyi sürdürdüğünde Vichy yönetiminin değil de ancak kendisinin 'Fransız çoğunluk' yerine gerçek Fransa adına konuşabileceğini ileri sürdü. De Gaulle, demokratik meşruiyeti olmayan sözlerinin gerçek olduğunu söyleyerek Fransız çoğunluğun görüşüne açıkça karşı çıkıyordu. Ancak şöyle bir durumda bir gerçeklik anını yansıtan demokratik bir seçimden söz edilebilir: eleştirel-kuşkucu eylemsizliğine karşın çoğunluk kısa bir süre için ‘uykusundan uyanır’ ve egemen görüşe karşı oy kullanır. Yine de böylesi seçimlerin bunca sıra dışı olması gerçekliğe pek de aracı olmadıklarını gösterir.
Kolları Batı'ya doğru gitgide uzanan otoriter kapitalizmin yükselmesiyle demokrasinin gerçek gizilgücünün zemini sarsılır. Değişim, her zaman oluştuğu ülkenin değerlerine uygundur: Putin'in kaba güç gösterisi içeren 'Rus değerlerine uygun' kapitalizmi ya da Berlusconi'nin karikatür kılıklı, 'İtalyan değerlerine uygun' kapitalizmi gibi. Hem Putin hem Berlusconi yavaş yavaş içi boş bir kabuğa dönmekte olan demokrasileri yönetirler ve hızla kötüleşen ekonomik duruma karşın ikisi de seçmenlerin üçte ikisinden çoğunun desteğine sahiptir. Arkadaş olmalarına şaşmamak gerek çünkü her birinin kendiliğinden taşkınlıklar yapma alışkanlığı var, her ne kadar Putin'inkiler 'Rus ulusal kişiliği'ne uyumlu olarak önden hazırlansa da. Putin arada bir ağzından kaba bir söz kaçırır ya da ortaya müstehcen bir tehdit savurur. Birkaç yıl önce Batılı bir gazeteci ona Çeçenistan'la ilgili acemice bir soru sorduğunda Putin gazeteciye eğer henüz sünnetli değilse kendisinin alışılmıştan biraz daha abartılı kesen mükemmel cerrahların olduğu Moskova'ya canı gönülden davetli olduğunu yanıtını yapıştırmıştı.
Berlusconi önemli bir kişi ve İtalya da geleceğimizin biçimlendiği bir deney laboratuarı. Siyasi seçimimiz eğer hoşgörülü-liberal teknokratçılıkla muhafazakâr popülizm arasında ise Berlusconi'nin başarısı tam da bu ikisini uzlaştırmasında ve eşzamanlı olarak bünyesinde toplamasındadır. En azından yakın gelecekte onu yenilmez yapan şeyin bu bileşim olduğu ileri sürülebilir. İtalyan ‘solunun’ kalıntıları onu sanki bir kaderi benimser gibi benimsediler. Bu da Berlusconi saltanatının en acıklı yanıdır çünkü onun demokrasisi, hükmen kazananların, kuşkuculuk aracılığıyla cesaret kırma yoluyla yönetenlerin bir demokrasisidir.
Berlusconi işle ilgili özel çıkarlarının yasal açıdan soruşturulmasını göz ardı etme ya da etkisizleştirmenin yanı sıra devletin başı olarak saygınlığını küçük düşürecek davranışlarıyla da gitgide daha da utanmazlaşıyor. Klasik siyasetin saygınlığı, sivil toplum içinde özel çıkarların rolünün üstünde olmasından kaynaklanır. Siyaset, kendini sivil toplumdan 'soyutlayarak' (yabancılaştırarak) burjuvaziyi niteleyen bencil çıkar çatışmalarının karşısında ideal yurttaşlık alanı olarak konuşlanır. Sonuç olarak Berlusconi işte bu soyutlama ya da yabancılaşmayı geçersiz kıldı. Günümüz İtalya’sında devlet gücünü kendi ekonomik çıkarını korumanın bir aracı olarak açıkça sömürüp doğrudan kullanan ve televizyonda bir realite şovunda yer alır gibi kendi yaşamının gösterisini yapan burjuvanın ta kendisidir.
Son trajik ABD başkanı, bir yanda ülkü ve hırslarıyla öte yanda siyasi gerçekler arasındaki uçurumun kurbanı olmuş bir düzenbaz olan Richard Nixon'dur. ABD'de Ronald Reagan, Arjantin'deyse Carlos Menem'le birlikte sahneye çıkan yeni kişi şuydu: seçim programına bağlı kalması artık beklenmeyen ve dolayısıyla dayanaklı eleştiriden bağışık 'Teflon' bir başkan (Gazeteciler karşısında hatalarını sayıp döktükçe Reagan'ın ününün kamunun huzuruna her çıkışından sonra nasıl arttığını hatırlayın). Bu yeni başkan çeşidi, 'kendiliğinden' taşkınlıklarla acımasız yönlendirmeyi birleştirmeyi başarmış biridir.
Berlusconi'nin kabalıklarının ardında yatan, insanların ortalama bir İtalyan'ın esrarengiz görünümünü yansıtan onunla özdeşleşmesidir. Yani, “sizden biriyim; biraz yoz, yasayla başı dertte ve öteki kadınlar çekici geldiği için karımla da aynı şekilde”. Soylu siyasetçi il cavaliere rolünü cafcaflı yapışı bile daha çok yoksul bir adamın yücelik düşü gibi operamsıdır. Yine de enayi yerine konmamalıyız çünkü palyaçomsu maskenin ardında acımasız bir verimlilikle çalışan bir devlet gücü yatar. Belki de zaten Berlusconi'ye gülerek çoktan onun oyununa alet oluyoruz. Ancak palyaçomsu ön cephesiyle teknokrat bir ekonomi yönetimi tek başına yetersizdir; gerekli bir şey daha vardır. Bu da korkudur ve burada Berlusconi'nin iki başlı ejderi devreye girer: Göçmenler ve komünistler (bu sonuncusu Berlusconi'nin Economist dâhil kendisine saldıran herkese taktığı genel addır).
Şu ana dek tarif etmeye çalıştığım ideolojik durumu daha iyi anlamak için 2008'in ünlü çizgi filmi Kung Fu Panda ana eksenleri veriyor. Çizgi filmdeki şişman panda, bir kung fu savaşçısı olmayı düşler. Alttan alta kaderin yönlendirdiği kör talih kenti kurtarmak üzere kahraman olarak onu seçince panda bu görevi başarır. Ama filmdeki sahte-Doğulu tinselcilik, alaycı bir mizahla sürekli olarak aşağılanır. Beklenmedik olansa bu sürekli kendiyle alay etmenin filmi daha az tinselci yapmamasıdır; film, sonuçta bitmek bilmeyen kendi şakalarını ciddiye alır. Aynı düşünce Niels Bohr'la ilgili kısa öyküde de görülür. Bohr'u köy evinde ziyaret eden bir bilim adamı kapının üstünde at nalı görünce şaşırır ve at nalının bir evi nazara karşı koruduğuna inanmadığını söyler. Bohr da yanıt olarak der ki, “Ben de inanmıyorum. Onu oraya astım çünkü ona inanmayan biri için de aynı oranda işe yaradığını duydum!” Bugün ideoloji de aynen böyle çalışır; kimse demokrasi ve adaleti ciddiye almasa, bizler bu değerlerin yozlaştıklarının ayrımında olsak ve bunlara inanmasak da çalıştıklarını varsayıp bu değerlerin gereklerini uygulamayı sürdürürüz. Şimdi bizim Kung Fu Panda'mızsa Berlusconi. Marx Kardeşler bu durumu büyük olasılıkla şöyle dile getirirdi: ‘Bu adam yozlaşmış bir geri zekâlı gibi görünüp öyle davranabilir ama bunlar sizi yanıltmasın, bu adam yozlaşmış bir geri zekâlıdır.'
Bu aldatmanın gerisindeki gerçeği bir an olsun yakalayabilmek için İtalyan hükümetinin 2008 Temmuz'unda Kuzey Afrika ve Doğu Avrupalı göçmenlerin ülkeye yaşadışı girişlerine karşılık, tüm İtalya'da (tren istasyonları, ticaret merkezleri, vb.) acil durum ilan ettiği zamanı aklınıza getirin. Ağustos başında büyük kentlerin hassas noktalarını denetlemek üzere dört bin silahlı asker görevlendirme şovunu yaptılar. Acil durum velvelesiz yaratılmadı; normal yaşam sürdürülmeliydi. Tüm dünyada gelişmiş ülkelerde gün geçtikçe yaklaştığımız, en basitinden işlerin normal akışı için şu ya da bu (terör tehlikesine karşı, göçmenlere karşı) acil durumun bir önlem olarak benimsendiği durum tam da bu değil mi?
Peki, bu acil durumdaki gerçeklik payı nedir? 7 Ağustos 2007'de Tunuslu balıkçılardan oluşan yedi kişilik mürettebat Sicilya'nın Lampedusa adasının otuz mil güneyinde demirledi. Çığlıklarla uyandıklarında açlıktan ölmek üzere olan kırk dört Afrikalı göçmenin istiflendiği ve neredeyse batacak olan plastik bir bot gördüler. Geminin kaptanı göçmenleri Lampedusa'daki en yakın limana götürmeye karar verince karada tüm mürettebatı tutuklandı. Balıkçılardan oluşan mürettebat 'yasadışı göçe yardım ve yataklık' suçundan Sicilya’da 20 Eylül’de mahkemeye çıkarıldılar. Eğer suçlu bulunsalardı bir ile on beş yıl hapis cezası alacaklardı. Herkes bu anlamsız duruşmanın gerçek niyetinin öteki botları aynı şeyi yapmaktan men etmek olduğu konusunda aynı düşüncedeydi çünkü benzer bir durumda kaldıklarında göstere göstere göçmenleri sopalarla dövüp boğulmaya terk eden başka balıkçılara yönelik herhangi bir tavır alınmadı. Olay Agamben'in toplumsal düzenden dışlanan ve cezasız öldürülebilecek kişi anlamına gelen homo sacer kavramının salt ABD'nin teröre karşı savaşında değil ama sözde insan haklarının ve yardımseverliğin kalesi sayılan Avrupa'da da canlandığını gösteriyor.
'Kararınca Yahudi düşmanlığı' formülünü en iyi biçimde 1938'de kendini 'orta düzey' Yahudi düşmanı olarak gören Robert Brasillach ortaya koymuştu:
“Bir yarım Yahudi olan Charlie Chaplin'i filmlerinde alkışlama, yine başka bir yarım Yahudi olan Proust'a hayranlık duyma, Yahudi Yehudi Menuhin'i alkışlama iznini kendimize bağışlıyoruz; Hitler'in sesini yayan radyo dalgaları bile Yahudi Hertz adını taşıyor... Kimseyi öldürmek ya da soykırım yapmak istemiyoruz ama aynı zamanda her zaman öngörülemeyecek, içgüdüsel Yahudi-karşıtlığı eylemlerini engellemenin en iyi yolunun da kararınca bir Yahudi karşıtlığını düzenlemek olduğunu düşünüyoruz.”
Hükümetlerimiz halk yardakçısı ırkçılığı bizim demokratik standartlarımızda hiç de akla yatkın olmadığı için haklı olarak reddeder ve bunun yerine akılcı ölçüde ırkçı, koruma önlemlerine imza atarlar. Bugünün kimi sosyal demokrat Brasillach'ları bize 'Afrikalı ve Doğu Avrupalı sporcuları, Asyalı doktorları, Hintli yazılım programcılarını alkışlama iznini kendimize bahşediyoruz.' diyor ve ekliyorlar, 'Kimseyi öldürmek, soykırım yapmak istemiyoruz. Öte yandan içgüdüsel hareket eden göçmen karşıtlarının beklenmedik, şiddetli davranışlarını engellemenin en iyi yolu kararınca göçmen karşıtı bir korumayı sağlamaktan geçer.' Doğrudan barbarlıktan insan maskesiyle Berlusconivari barbarlığa göz göre göre bir geçiş…
Alain Badiou. The Meanings of Sarkozy. Çev.: David Fernbach (Verso, 117 sayfa, 12.99 Pound, Şubat, 978 1 84467 309 4).
*Dipnot:
[1] doxa: İlkçağ Yunan felsefesinde “gerçek bilgi” anlamında kullanılan gnosis ya da episteme'ye karşıtlık oluşturan; “sanı”, “kanı” ya da “inanca dayalı bilgi”ye karşılık gelen terim. Ayrıntılı bilgi için tıklayınız (Çevirenin notu)
[lrb.co.uk adresindeki İngilizcesinden Meriç Kırmızı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Kafalarımızdaki Polisler/Feral Faun
Anarşi ve Ahlakçılık Üzerine Bazı Düşünceler
Geçen birkaç ayı aşkın bir sürelik yolculuğumda, anarşiyi bir ahlak ilkesi olarak düşünen bir çok anarşistle tanıştım. Bazıları anarşiyi kendilerini verdikleri bir tanrı olarak görecek kadar ileri giderler –bu durum, gerçekten anarşiyi yaşamak isteyenlerin kendilerini anarşizmden ayırmaları gerektiği hissimi kuvvetlendirmektedir.
Anarşinin en sık tekrarlanan ahlaksal görüşü anarşiyi, birinin iradesini diğerine empoze etmek için zor kullanmanın prensip olarak reddi olarak tanımlamıştır. Bu görüş, kabul edemeyeceğim saklı anlamlar içermektedir. Görüş, tahakkümün nedeninin sosyal roller ve ilişkilerden ziyade temel olarak kişisel ahlaki kararlardan çıktığını, ki hepimizin tahakkümü uygulamak için eşit bir pozisyonda olduğumuzu ve bundan alıkoymak için kendi kendimizi disipline etmemiz gerektiğini ima eder. Eğer tahakküm sosyal rollerin ve sosyal ilişkilerin meselesiyse, bu ahlaki prensip, politik olarak doğru (seçmek) ile politik olarak yanlışı (lanet) birbirinden ayırma yolundan başka bir şey olmayarak, tamamen saçmadır. Anarşinin bu tanımlamaları, anarşik asileri otoriteye karşı halen orantısız olan bir mücadeledeki en büyük zayıflık pozisyonuna yerleştirir. İnsanlara veya mülke karşı her türlü şiddet, genel grevler, hırsızlık ve hatta sivil itaatsizlik gibi aktiviteler birinin iradesini empoze etmek için bir güç kullanımını tesis eder. Birinin iradesini empoze etmek için güç kullanmayı reddetmek tamamen pasif olmak –bir köle olmak-anlamına gelir. Anarşinin bu görüşleri, bunu yaşamlarımızı kontrol etmek için yapmaktadır ve bu bir oksimorondur.
Anarşiyi ahlaki bir prensip yapma teşebbüsü onun gerçek anlamını çarpıtır. Anarşi, hem otoritenin olmadığı hem de onun kontrol gücünün reddedildiği bir durumun özel bir cinsini tanımlar. Böyle bir durum hiçbir şeyi garanti etmez –hatta bu durumun devam eden varlığını bile, ama bu her birimize sosyal roller ve sosyal düzenin talepleri açısından ziyade kendi arzu ve tutkularımız açısından yaşamlarımızı yaratmaya başlama olasılığını açacaktır. Anarşi devrimin amacı değildir; beni ilgilendiren tek devrim biçimini mümkün kılan bir durumdur –yaşamlarını kendileri yaratmak isteyen ve yollarına çıkan her şeyi yok etmeye çalışan bireylerin bir ayaklanmasıdır. Bu, her birimize yaşamlarımızı sınırlamalar olmadan yaşamak için ahlakdışı bir meydan okumayı arz eden her hangi ahlaki saklı anlamlardan bağımsız bir durumdur.
Anarşik durum ahlakdışı olduğuna göre, anarşist bir ahlak fikri son derece şüphelidir. Ahlak, neyin doğru neyin yanlış bir davranış olduğunu tayin eden bir ilkeler sistemidir. Belirli ilkeleri herkese uygulanabilir kılan tüm insanların müşterekliği kendilerini birey olarak tanımladıklarının tam dışına işaret eder. .
Bu makalede “tüm insanların müşterekliği” kavramına değinmeyi istemiyorum: Şu an ki amacım şu ki, ahlak her neye dayanıyorsa, bu her zaman canlı bireyin dışında ve üstünde durmaktadır. Ana ilke veya ahlak bir ilke olarak ister tanrı, ister vatanseverlik, ister insanlık, ister üretim gerekliliği, ister doğal yasa, ister “Dünya”, ister anarşi ve hatta ister “birey” olsun, bu her zaman BİZİ yöneten soyut bir idealdir. Ahlak bir otorite biçimidir ve bu durum devam ediyorsa her hangi başka bir otorite kadar anarşik bir durum tarafından altı kazınacaktır.
Ahlak ve yargı el ele gitmektedir. Eleştiri—kaba ve acımasız eleştiri de dahil—isyankar analiz ve pratiğimizi şereflendirmek için zaruridir, ama yargının kökünden tamamıyla söküp atılması gerekiyor. Yargı insanları suçlu veya suçsuz olarak kategori eder –ve suç baskının en güçlü silahlarından biridir. Kendimizi ve diğerlerini yargıladığımızda ve mahkum ettiğimizde, isyanı bastırmış oluruz –bu suçun amacıdır. (Bu birinden nefret etme”meliyiz”, veya birini öldürmeyi isteme”meliyiz” anlamına gelmez –“ahlaki olmayan” bir ahlak yaratmak da saçmalık olacaktır, ama öfkemizin ahlaki terimlerle tanımlanmaması ve kişisel bir tutku olarak kabul edilmesi gerekiyor.) Radikal eleştiri, gerçek deneyimlerden, aktivitelerden, tutkulardan, ve bireylerin arzularından gelişir ve asiliği sağlamayı amaçlar. Yargı, üzerimizde duran ilkeler ve ideallerden gelir; amacı bizi bu ideallere tutsak etmektir. Anarşik durumların yükseldiği yerde, yargı sık sık insanları suçluluktan özgürleştirerek geçici olarak yok olur—yaşamları boyunca mülkiyete saygı duymayı öğrenmiş olmalarına rağmen bir neşe ruhuyla her çeşit insanın birlikte yağma yaptığı bazı ayaklanmalardaki gibi. Ahlak suçu gerektirir; özgürlük suçun yok edilmesini.
Bir zamanlar bir dadaist şöyle söylemişti, “Ahlaklar tarafından yönetilmek…bizim için polise karşı pasif olmaktan başka hiçbir şeyi mümkün kılmaz; bu köleliğin kaynağıdır.” Elbette, ahlak pasifliğin bir kaynağıdır. Oldukça büyük ölçekli anarşik durumların gelişmeye başladığı ve küçük olanlarını deneyimlediği, ama her bir durumda, enerjinin dağıldığı ve çoğu katılımcının ayaklanmalardan önce yaşamış oldukları canlı olmayan yaşamlarına geri döndükleri birkaç durum hakkında bir şeyler duymuştum. Bu vakalar gösteriyor ki, sosyal kontrolün uyanan (ve uyumalarımızın çoğu) yaşamlarımızın hepsine işlediği bir boyuta karşın, kopabiliriz. Ama kafalarımızdaki polislerin –ahlak, suçluluk ve korku—hakkından gelmemiz gerekiyor. Karşıtına her ne iddia ettiği ediyorsa etsin, her ahlak sistemi, elde edebileceğimiz olasılıklara kısıtlamalar, arzularımıza sınırlamalar getirir; ve bu kısıtlamalar bizim gerçek kapasitelerimize değil, kapasitelerimizin tüm boyutunu keşfetmemizden bizi alıkoyan soyut fikirlere dayanmaktadır. Geçmişte anarşik durumlar yükseldiğinde, insanların kafalarındaki polisler –yerleşmiş korku, ahlak ve suçluluk—insanların kendi kafeslerinin emniyetine geri çekilmek için yeterli uysallıkta muhafaza ederek onları korkutmuştur ve anarşik durumlar ortadan kaybolmuştur.
Bu önemlidir çünkü anarşik durumlar sadece hiçbir yerden fırlamazlar –onlar kendi yaşamlarına set çekilmiş insanların aktivitelerinden kaynaklanır. Her an böyle bir durum yaratmak her birimiz için mümkündür. Çoğu kez bu taktik olarak ahmakçadır, ama olasılık orada. Bizler gene de gökyüzünden düşecek anarşik bir durum için sabırlı bir şekilde bekliyor görünüyoruz – ve anarşik durum dışarıya doğru patladığında, onların fışkırmasını muhafaza edemeyeceğiz. Hatta bilinçli olarak ahlakı reddetmiş olan bizler bile kendimizi tereddüt ederken, her eylemi dikkatle gözden geçirmek için dururken ve çevrede her hangi dışsal polisler olmadığı zaman bile polislerden korkarken buluruz. Kınama ahlakı, suçluluğu ve korkusu, kendiliğindenliğimizi, vahşiliğimizi ve yaşamlarımızı olabildiğince yaşama kabiliyetimizi yok ederek kafalarımızdaki polisler olarak hareket eder.
Kafalarımızdaki polisler, risk almayı öğrenene dek asiliğimizi bastırmaya devam edecektir. Aptal olmamız gerektiğini kastetmiyorum –cezaevi anarşik veya kurtarıcı bir durum değildir, ama risk olmadan hiçbir macera hiçbir yaşam olmaz. Kendi kendine harekete geçirilmiş aktivite –her hangi bir gruba (“anarşistler” de dahil) uydurma veya bazı ilke ve ideallere uyma denemelerinden değil kendi tutku ve arzularımızdan kaynaklanan bir aktivite – sadece kendi kapasitelerimiz tarafından kısıtlanmış olan olasılıkların bir dünyasını açabilecek olan bir anarşi durumunu yaratabilir. Tutkularımızı özgürce ifade etmeyi öğrenmek –sadece onu yaparak kazanabileceğimiz bir beceri–zaruridir. Tiksinti, öfke, neşe, üzüntü, aşk, kin hissettiğimizde, onları ifade etmek isteriz. Bu kolay değildir. Çoğu kez kendimi farklı bir şeyi ifade etmek istediğim yerde durumlardaki uygun sosyal rolün içine düştüğümü keşfediyorum. Ekonik ilişkilerin tüm süreci için tiksinti hissederek bir mağazaya giriyorum ve gene de tezgahtara beni bu sürece bağladığından dolayı kibarca teşekkür ediyorum. Bunu mağazadan bir şeyler aşırdığımı örtmek için bilerek mi yapıyorum; istediğim şeyi elde etmek için espritüelliğimi kullanmak eğlenceli olurdu; ama bu içselleşmiş bir sosyal yanıttır—kafadaki polis. Ben düzeliyorum; ama gidecek kuzun bir yolu olan bir cehenneme sahibim. Gittikçe artarak, başkalarının hakkımda ne düşündüğüne takmadan geçici hevesimi, kendiliğinden tutkularımı yaşamaya çalışıyorum. Bu kendi kendine harekete geçirilmiş bir aktivitedir—tutku ve arzularımızdan, baskı altına alınmış hayal gücümüzden ve benzersiz yaratıcılığımızdan kaynaklanan bir aktivite. Tabii, öznelliğimizi bu yolla takip etmek, yaşamlarımızı kendimiz için yaşamak hatalar yapmamıza neden olabilir, ama otoriteye, ahlaka, kurallara veya katı güçlerin yaratmış olduğu zombi varoluşunu kabul etmenin yanlışıyla asla kıyaslanamaz. Riskler olmadan, hata olasılıkları olmadan yaşamak yaşam değildir. Sadece tüm otoriteye karşı gelmenin riskini alarak ve kendimiz için yaşayarak hayatlarımızı olabildiğince geniş ölçüde yaşayacağız.
Yaşamım üzerinde hiçbir sınırlama istemiyorum; Yaşamımı kendim için yaratabilmem için tüm olasılıkların açılmasını istiyorum—her an. Bu tüm sosyal rollerin bozulması ve tüm ahlaksallığın yıkımı anlamına gelir. Bir anarşist veya herhangi başka bir radikal bana kendi ahlaki ilkelerini vaaz ettiğinde –ister baskı olmayan, ister derin ekoloji, ister komünizm, ister militanlık ve hatta ister ideolojik olarak gereken “zevk”– bir polisi veya bir papazı dinliyor olurum ve onlara karşı koymak dışında polis veya papazlarla ilgilenmek gibi bir arzum yok. ben sınırlamalar olmadan arzularımız açısından bağ kurabileceğim özgür bireylerin olduğu ve özgürce yaşayabileceğim bir dünyada olmayı arzuladığım bir durumu yaratmak için mücadele ediyorum. Kafamda “anarşist” veya radikal ahlakın da polisleri ile ilgilenmeye gerek kalmadan ilgilenecek yeterince polis bulunmaktadır. Anarşi ve ahlaki birbirine karşıdır, ve otoriteye her hangi etkili bir karşıtlık ahlaka karşı çıkmayı ve kafamızdaki polisleri kökünden söküp atmayı gerektiriyor.
Feral Faun
Geçen birkaç ayı aşkın bir sürelik yolculuğumda, anarşiyi bir ahlak ilkesi olarak düşünen bir çok anarşistle tanıştım. Bazıları anarşiyi kendilerini verdikleri bir tanrı olarak görecek kadar ileri giderler –bu durum, gerçekten anarşiyi yaşamak isteyenlerin kendilerini anarşizmden ayırmaları gerektiği hissimi kuvvetlendirmektedir.
Anarşinin en sık tekrarlanan ahlaksal görüşü anarşiyi, birinin iradesini diğerine empoze etmek için zor kullanmanın prensip olarak reddi olarak tanımlamıştır. Bu görüş, kabul edemeyeceğim saklı anlamlar içermektedir. Görüş, tahakkümün nedeninin sosyal roller ve ilişkilerden ziyade temel olarak kişisel ahlaki kararlardan çıktığını, ki hepimizin tahakkümü uygulamak için eşit bir pozisyonda olduğumuzu ve bundan alıkoymak için kendi kendimizi disipline etmemiz gerektiğini ima eder. Eğer tahakküm sosyal rollerin ve sosyal ilişkilerin meselesiyse, bu ahlaki prensip, politik olarak doğru (seçmek) ile politik olarak yanlışı (lanet) birbirinden ayırma yolundan başka bir şey olmayarak, tamamen saçmadır. Anarşinin bu tanımlamaları, anarşik asileri otoriteye karşı halen orantısız olan bir mücadeledeki en büyük zayıflık pozisyonuna yerleştirir. İnsanlara veya mülke karşı her türlü şiddet, genel grevler, hırsızlık ve hatta sivil itaatsizlik gibi aktiviteler birinin iradesini empoze etmek için bir güç kullanımını tesis eder. Birinin iradesini empoze etmek için güç kullanmayı reddetmek tamamen pasif olmak –bir köle olmak-anlamına gelir. Anarşinin bu görüşleri, bunu yaşamlarımızı kontrol etmek için yapmaktadır ve bu bir oksimorondur.
Anarşiyi ahlaki bir prensip yapma teşebbüsü onun gerçek anlamını çarpıtır. Anarşi, hem otoritenin olmadığı hem de onun kontrol gücünün reddedildiği bir durumun özel bir cinsini tanımlar. Böyle bir durum hiçbir şeyi garanti etmez –hatta bu durumun devam eden varlığını bile, ama bu her birimize sosyal roller ve sosyal düzenin talepleri açısından ziyade kendi arzu ve tutkularımız açısından yaşamlarımızı yaratmaya başlama olasılığını açacaktır. Anarşi devrimin amacı değildir; beni ilgilendiren tek devrim biçimini mümkün kılan bir durumdur –yaşamlarını kendileri yaratmak isteyen ve yollarına çıkan her şeyi yok etmeye çalışan bireylerin bir ayaklanmasıdır. Bu, her birimize yaşamlarımızı sınırlamalar olmadan yaşamak için ahlakdışı bir meydan okumayı arz eden her hangi ahlaki saklı anlamlardan bağımsız bir durumdur.
Anarşik durum ahlakdışı olduğuna göre, anarşist bir ahlak fikri son derece şüphelidir. Ahlak, neyin doğru neyin yanlış bir davranış olduğunu tayin eden bir ilkeler sistemidir. Belirli ilkeleri herkese uygulanabilir kılan tüm insanların müşterekliği kendilerini birey olarak tanımladıklarının tam dışına işaret eder. .
Bu makalede “tüm insanların müşterekliği” kavramına değinmeyi istemiyorum: Şu an ki amacım şu ki, ahlak her neye dayanıyorsa, bu her zaman canlı bireyin dışında ve üstünde durmaktadır. Ana ilke veya ahlak bir ilke olarak ister tanrı, ister vatanseverlik, ister insanlık, ister üretim gerekliliği, ister doğal yasa, ister “Dünya”, ister anarşi ve hatta ister “birey” olsun, bu her zaman BİZİ yöneten soyut bir idealdir. Ahlak bir otorite biçimidir ve bu durum devam ediyorsa her hangi başka bir otorite kadar anarşik bir durum tarafından altı kazınacaktır.
Ahlak ve yargı el ele gitmektedir. Eleştiri—kaba ve acımasız eleştiri de dahil—isyankar analiz ve pratiğimizi şereflendirmek için zaruridir, ama yargının kökünden tamamıyla söküp atılması gerekiyor. Yargı insanları suçlu veya suçsuz olarak kategori eder –ve suç baskının en güçlü silahlarından biridir. Kendimizi ve diğerlerini yargıladığımızda ve mahkum ettiğimizde, isyanı bastırmış oluruz –bu suçun amacıdır. (Bu birinden nefret etme”meliyiz”, veya birini öldürmeyi isteme”meliyiz” anlamına gelmez –“ahlaki olmayan” bir ahlak yaratmak da saçmalık olacaktır, ama öfkemizin ahlaki terimlerle tanımlanmaması ve kişisel bir tutku olarak kabul edilmesi gerekiyor.) Radikal eleştiri, gerçek deneyimlerden, aktivitelerden, tutkulardan, ve bireylerin arzularından gelişir ve asiliği sağlamayı amaçlar. Yargı, üzerimizde duran ilkeler ve ideallerden gelir; amacı bizi bu ideallere tutsak etmektir. Anarşik durumların yükseldiği yerde, yargı sık sık insanları suçluluktan özgürleştirerek geçici olarak yok olur—yaşamları boyunca mülkiyete saygı duymayı öğrenmiş olmalarına rağmen bir neşe ruhuyla her çeşit insanın birlikte yağma yaptığı bazı ayaklanmalardaki gibi. Ahlak suçu gerektirir; özgürlük suçun yok edilmesini.
Bir zamanlar bir dadaist şöyle söylemişti, “Ahlaklar tarafından yönetilmek…bizim için polise karşı pasif olmaktan başka hiçbir şeyi mümkün kılmaz; bu köleliğin kaynağıdır.” Elbette, ahlak pasifliğin bir kaynağıdır. Oldukça büyük ölçekli anarşik durumların gelişmeye başladığı ve küçük olanlarını deneyimlediği, ama her bir durumda, enerjinin dağıldığı ve çoğu katılımcının ayaklanmalardan önce yaşamış oldukları canlı olmayan yaşamlarına geri döndükleri birkaç durum hakkında bir şeyler duymuştum. Bu vakalar gösteriyor ki, sosyal kontrolün uyanan (ve uyumalarımızın çoğu) yaşamlarımızın hepsine işlediği bir boyuta karşın, kopabiliriz. Ama kafalarımızdaki polislerin –ahlak, suçluluk ve korku—hakkından gelmemiz gerekiyor. Karşıtına her ne iddia ettiği ediyorsa etsin, her ahlak sistemi, elde edebileceğimiz olasılıklara kısıtlamalar, arzularımıza sınırlamalar getirir; ve bu kısıtlamalar bizim gerçek kapasitelerimize değil, kapasitelerimizin tüm boyutunu keşfetmemizden bizi alıkoyan soyut fikirlere dayanmaktadır. Geçmişte anarşik durumlar yükseldiğinde, insanların kafalarındaki polisler –yerleşmiş korku, ahlak ve suçluluk—insanların kendi kafeslerinin emniyetine geri çekilmek için yeterli uysallıkta muhafaza ederek onları korkutmuştur ve anarşik durumlar ortadan kaybolmuştur.
Bu önemlidir çünkü anarşik durumlar sadece hiçbir yerden fırlamazlar –onlar kendi yaşamlarına set çekilmiş insanların aktivitelerinden kaynaklanır. Her an böyle bir durum yaratmak her birimiz için mümkündür. Çoğu kez bu taktik olarak ahmakçadır, ama olasılık orada. Bizler gene de gökyüzünden düşecek anarşik bir durum için sabırlı bir şekilde bekliyor görünüyoruz – ve anarşik durum dışarıya doğru patladığında, onların fışkırmasını muhafaza edemeyeceğiz. Hatta bilinçli olarak ahlakı reddetmiş olan bizler bile kendimizi tereddüt ederken, her eylemi dikkatle gözden geçirmek için dururken ve çevrede her hangi dışsal polisler olmadığı zaman bile polislerden korkarken buluruz. Kınama ahlakı, suçluluğu ve korkusu, kendiliğindenliğimizi, vahşiliğimizi ve yaşamlarımızı olabildiğince yaşama kabiliyetimizi yok ederek kafalarımızdaki polisler olarak hareket eder.
Kafalarımızdaki polisler, risk almayı öğrenene dek asiliğimizi bastırmaya devam edecektir. Aptal olmamız gerektiğini kastetmiyorum –cezaevi anarşik veya kurtarıcı bir durum değildir, ama risk olmadan hiçbir macera hiçbir yaşam olmaz. Kendi kendine harekete geçirilmiş aktivite –her hangi bir gruba (“anarşistler” de dahil) uydurma veya bazı ilke ve ideallere uyma denemelerinden değil kendi tutku ve arzularımızdan kaynaklanan bir aktivite – sadece kendi kapasitelerimiz tarafından kısıtlanmış olan olasılıkların bir dünyasını açabilecek olan bir anarşi durumunu yaratabilir. Tutkularımızı özgürce ifade etmeyi öğrenmek –sadece onu yaparak kazanabileceğimiz bir beceri–zaruridir. Tiksinti, öfke, neşe, üzüntü, aşk, kin hissettiğimizde, onları ifade etmek isteriz. Bu kolay değildir. Çoğu kez kendimi farklı bir şeyi ifade etmek istediğim yerde durumlardaki uygun sosyal rolün içine düştüğümü keşfediyorum. Ekonik ilişkilerin tüm süreci için tiksinti hissederek bir mağazaya giriyorum ve gene de tezgahtara beni bu sürece bağladığından dolayı kibarca teşekkür ediyorum. Bunu mağazadan bir şeyler aşırdığımı örtmek için bilerek mi yapıyorum; istediğim şeyi elde etmek için espritüelliğimi kullanmak eğlenceli olurdu; ama bu içselleşmiş bir sosyal yanıttır—kafadaki polis. Ben düzeliyorum; ama gidecek kuzun bir yolu olan bir cehenneme sahibim. Gittikçe artarak, başkalarının hakkımda ne düşündüğüne takmadan geçici hevesimi, kendiliğinden tutkularımı yaşamaya çalışıyorum. Bu kendi kendine harekete geçirilmiş bir aktivitedir—tutku ve arzularımızdan, baskı altına alınmış hayal gücümüzden ve benzersiz yaratıcılığımızdan kaynaklanan bir aktivite. Tabii, öznelliğimizi bu yolla takip etmek, yaşamlarımızı kendimiz için yaşamak hatalar yapmamıza neden olabilir, ama otoriteye, ahlaka, kurallara veya katı güçlerin yaratmış olduğu zombi varoluşunu kabul etmenin yanlışıyla asla kıyaslanamaz. Riskler olmadan, hata olasılıkları olmadan yaşamak yaşam değildir. Sadece tüm otoriteye karşı gelmenin riskini alarak ve kendimiz için yaşayarak hayatlarımızı olabildiğince geniş ölçüde yaşayacağız.
Yaşamım üzerinde hiçbir sınırlama istemiyorum; Yaşamımı kendim için yaratabilmem için tüm olasılıkların açılmasını istiyorum—her an. Bu tüm sosyal rollerin bozulması ve tüm ahlaksallığın yıkımı anlamına gelir. Bir anarşist veya herhangi başka bir radikal bana kendi ahlaki ilkelerini vaaz ettiğinde –ister baskı olmayan, ister derin ekoloji, ister komünizm, ister militanlık ve hatta ister ideolojik olarak gereken “zevk”– bir polisi veya bir papazı dinliyor olurum ve onlara karşı koymak dışında polis veya papazlarla ilgilenmek gibi bir arzum yok. ben sınırlamalar olmadan arzularımız açısından bağ kurabileceğim özgür bireylerin olduğu ve özgürce yaşayabileceğim bir dünyada olmayı arzuladığım bir durumu yaratmak için mücadele ediyorum. Kafamda “anarşist” veya radikal ahlakın da polisleri ile ilgilenmeye gerek kalmadan ilgilenecek yeterince polis bulunmaktadır. Anarşi ve ahlaki birbirine karşıdır, ve otoriteye her hangi etkili bir karşıtlık ahlaka karşı çıkmayı ve kafamızdaki polisleri kökünden söküp atmayı gerektiriyor.
Feral Faun
12 Ağustos 2009 Çarşamba
Chirico'nun Dilinden Metafizik Resim
bir sanat eserinin ölümsüz olması için insan sınırlarından kurtulmalıdır. Ortalama insan zihni ve mantığı insan için zararlıdır. Bu durumda çocukça algılamaya ve rüyaya ulaşacaktır. Eser sanatçının içindeki en derin yerlerden çıkacaktır. Dış dünyadan herhangi bir ses gelmez. Her nesnenin iki bakış açısı vardır: birisi alışılagelmiş olan diğeri metafizik olandır. Sanat eserinin bir şey anlatması gerekir ama dış görünüşü ile ilişkili değildir bu. Tasvir edilenler şiirsel olarak bir şey anlatırken onlara yakın da durmalıdır. Evrendeki her şey mantığa girmez, sihirli işaretler bunun yanıtıdır. İlkçağdaki insanlar fazlasıyla büyülü işaretler görmüş olmalıdır. Sanat modern filozoflar ve şairler tarafından kurtarıldı. Nietzsche ve Schopenhauer anlamsız yaşamın derin anlamını öğrettiler ve sanatta nasıl olabileceğini gösterdiler. Sanatın mantıksallığının devre dışı bırakılmasını buldular. Her ikisi de duygulara ve sezgilere yer verir. Biz resimle nesnelerin yeni bir metafizik psikolojisini inşa ediyoruz. Mekandaki ve bilinçaltındaki nesnelerin yerleştirilmesi, mekan duygusu yeni bir astronomi oluşturur. Gezegenimizdeki nesnelerin hepsi donuk bir yerçekimi yasasıyla yere bağlıdır.
Chirico ve Melankoli
“Chirico’nun kentleri, kemerleri, bir meydandaki anıtları, geçen trenleri, terzi mankenleri, durumları belirsiz bir beklenti haline sokan bir ışık seli içindeydi. Bu bir akşam ışığıydı; çarpıktı, gecenin müjdecisiydi. Gölge resmin dışındaki bir kişinin gölgesiydi; ama gecenin gündüzün içinde olamayışı gibi varolmaksızın oradaki yerini alıyordu ya da hemen hemen oradaki yerini almak üzereydi. Chirico’nun resminde acı vardı”
René Passeron/ Sürrealizm Sanat Ansiklopedisi
René Passeron/ Sürrealizm Sanat Ansiklopedisi
10 Ağustos 2009 Pazartesi
Kahinin Yazgısı
Yaşadığımız çağın gitgide daha çok maddeciliğe ve yararcılığa yönelmesi karşısında; gelecek için zihinsel hazlarla yaşamayanların kabul görmediği bir toplum öngörmek yanlış olmayacak. Yazar, düşünür, hayalci, şair, metafizikçi, gözlemci… bir bulmacayı çözmeye çalışan yada düşüncesini açıklayan her kişi, yanlış bir çağa düşmüş gibi, tıpkı iktiyozorların ya da mamutlar gibi yer yüzünden yok olmaya yazgılı olacaktır.
Giorgio de Chirico
Giorgio de Chirico
Giorgio De Chirico'nın düş kenti
…Giorgio de Chirico, 1913 ile 1917 arasındaa, Matisse ve Picasso gibi resim sanatını yenileme çabası içindekiler de arasında olmak üzere, dönemin çoğu ressamı gibi ‘dış görünüş’ün tutsağı olmaktan şiddetle kaçınmıştı. Onun aklı önsokaresçilerin ve Nietzsche’nin düşünceleri ile beslenmişti; yalnızca nesnelerin gizemli dünyalarını yakalamanın ardındaydı.
Sadece gizem havası uyandıran yada bir ön sezi yayan dış görünüşleri kaydeden böyle bir resim, kaçınılmaz olarak falcılık sanatı ile gerçek sanatı buluşturacaktır. Bu resim önsezileri uyarıyor ve izleyeni şoke ederek amacına ulaşıyor….
Ressamın en büyük akılsızlığı kendi kurduğu ve ele geçirilemez kıldığı kenti kuşatan odunun saflarına geçmesidir. Kent ondan önce gelen pek çok düşmana karşı olduğu gibi, Chirico’ya da sonsuza dek direnecektir…
André Breton
5 Ağustos 2009 Çarşamba
Chirico Figürleri
… Bence, Giorgio de Chirico, Alice’in ormanına giden yol hakkında hayranlık duyulacak kadar şey biliyordu. Chirico’nun figürlerinin boş yüzleri, insanlık dışılığın mükemmel bir biçimde suçlanmasıdır. Onun ıssız meydanları ve taşlaşmış arka planları, yaptığı şeylerin ortasına –onu özünden yoksun bırakan ve kanını emen ideolojilerin ezici gücünü berraklaştıran bir kent alanında donmuş kalmış şeylerin -insanlıktan çıkmış insanı sergiler. (kimin vampirce manzaralardan söz ettiğini unuttum şimdi. Belki Breton’du.) bunun da ötesinde, ağız ve burunlarının olmayışı yeni yüzleri akla getiriyormuş, neyi var neyi yoksa insanlığa yatırabilecek bir mevcudiyeti somutlaştırıyor görünmektedir. Bence, bu hayaletimsi mevcudiyet, kolektif yaratımınkidir. Chirico’nun figürleri yüzleri olmadığı için herkesi canlandırır.
Modern kültür kendi hiçliğini dışavurmak için çok çaba harcar ve kendi boşluğundan bir göstergebilim yaratırken, Chirico, bu yoluğun sadece onun ardında yatan bir bildirim aracı olarak canlandırıldığı tablolar – yani geçekliğin şiirini ve sanatının, felsefenin, insanın tasavvurunu- sunar bize. Şeyleşmiş bir dünyanın göstergesi olarak boş alan, tuval ile tan alıcı bir yerde birleşmiştir. Bunun ima ettiği şey, çehrenin artık temsili evrenin bir parçası değil de günlük praksisin bir parçası haline gelmek üzere olduğudur.
Günün birinde, 1010 ve 1920 arasında yaşanan on yılın tartışma götürmez zenginliği anlaşılacaktır. Ne kadar ilkel ve önseziye dayalı olursa olsun, bu yılların dehası, sanat ve hayat arasındaki uçuruma bir köprü kurma yolunda ilk kez çaba harcanmasında yatar…
Raoul Vaneigem/Gündelik Hayatta Devrim
Modern kültür kendi hiçliğini dışavurmak için çok çaba harcar ve kendi boşluğundan bir göstergebilim yaratırken, Chirico, bu yoluğun sadece onun ardında yatan bir bildirim aracı olarak canlandırıldığı tablolar – yani geçekliğin şiirini ve sanatının, felsefenin, insanın tasavvurunu- sunar bize. Şeyleşmiş bir dünyanın göstergesi olarak boş alan, tuval ile tan alıcı bir yerde birleşmiştir. Bunun ima ettiği şey, çehrenin artık temsili evrenin bir parçası değil de günlük praksisin bir parçası haline gelmek üzere olduğudur.
Günün birinde, 1010 ve 1920 arasında yaşanan on yılın tartışma götürmez zenginliği anlaşılacaktır. Ne kadar ilkel ve önseziye dayalı olursa olsun, bu yılların dehası, sanat ve hayat arasındaki uçuruma bir köprü kurma yolunda ilk kez çaba harcanmasında yatar…
Raoul Vaneigem/Gündelik Hayatta Devrim
Chirico Mimarisi
…Chirico, mimarinin en dikkat çeken öncülerinden biri olarak kalacaktır. Chirico zaman ve mekan arasındaki noksanlıklar ve mevcudiyetler sorunlarıyla pençeleşmiştir.
İlk kez görüldüğü anda bilinçli olarak ayırt edilmemiş nesnenin, ilkini izleyen görülmeleri sırasındaki noksanlığın, onun hakkında tanımlanamaz bir izlenime yol açtığı bilinmektedir: Nesnenin noksanlığı, zamanın içinde bir doğrulma yoluyla duyulara dayalı bir mevcudiyet kazanır. Biraz açarsak: Genellikle tanımsız kaldığı halde, izlenim niteliği yine de, elde edilmemiş nesnenin doğasına ve görenin ona atfettiği öneme göre değişiklik gösterir ve bu da, dingin bir neşeden dehşet kadar gidilebilecek türden bir değişikliktir (belirli bir durumda ruh halinin iletim aracının bellek olması bizi fazlaca ilgilendirmiyor. Bu örneği sadece uygun olduğu için seçtim).
Chirco’nun resminde (kemerlere ilgi duyduğu periyotta) boş bir mekan, oldukça dolu zaman yaratır. Buna benzer şeyler ortaya koyacak ve yığınlarca insan üzerinde etki bırakacak mimarlar için ayırdığımız geleceği gözünde canlandırmak kolaydır. Biz bu gün, bu türden maketleri müze olduğu iddia edilen yerlere tıkayan bir yüzyıla itaatsizlik göstermekten başka bir şey yapamayız. Concorde Meydanı’nı ve oradaki Dikilitaşı serbestçe kullanma hakkı verecek kadar uzun boylu değilse de, ilgili mercilerin şehrin bir çok kapısını ‘süsleyen’ bu bahçelerin düzenlenmesini Chirico’ya bırakabilirlerdi…
Ivan Chtghelov/Yeni Kentçilik İçin Reçete
2 Ağustos 2009 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)