RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE
THE DIN OF STREET SPIRIT SOUNDS IN THE RYTHME OF DREAMS
28 Eylül 2008 Pazar
24 Eylül 2008 Çarşamba
Sitüasyonist Enternasyonal
IS’in Kuruluşu ve Tarihi
Anselm Jappe, kitabı Guy Debord’da şöyle yazıyor, “Guy Debord, 1968’de dünyayı saran karışıklığın kaynağını, 1952’de kendilerine Lettrist Enternasyonal diyen yoldan çıkmış bir avuç genç insanın fazlaca içip derive adını verdikleri sistematik gezintiler planladığı birkaç kafe masasından aldığından emindi.” Lettristler esasen Isadore Isou’nun çevresinde toplanmış, Dadaist ve Sürrealist geleneği izleyen bir grup avant garde sanatçıydı. Adlarını, Isou’nun şiiri harfe indirgeme arzusundan almışlardı. Genç Debord, 1951’de Cannes Film Festivali’nde Isou ve Lettristlerin gösterdiği “Treatise on Slobber and Eternity” adlı filmden (seyircilerin çoğunun aksine) özellikle etkilendi. Filmde görüntü yoktu ve film müziği onomatopoeic şiirlerden ve monologlardan oluşuyordu. Debord, daha sonra Lettristler arasında önemli bir rol oynayacaktı. 1952’de Hurlements en Faveur de Sade adlı filmi yaptı. Debord’un bütün filmleri gibi bu film de aracı eleştirirken bir mesaj veriyor: “Sinema öldü. Filmler artık olası değil. İsterseniz, tartışalım.” Film siyah veya beyaz görüntülerden oluşuyor. Çeşitli alıntılar, Lettristler üzerine gözlemler ve kuramsal önermelerin yanında bolca sessizlik de içeriyor. 24 dakikalık bir sessizlik ve karanlık.
Lettristler sanatın ve estetiğin yerine geçecek bir etkinlik icat eden Dada tipi kültürel sabotajla ilgiliydiler. 1950’de Notre Dame’daki Paskalya ayinini sabote ettiler. Bir rahibin ağzını tıkayıp, soyup, bağladılar. Onun cübbesini üzerine geçiren eski Katolik bir Lettrist, kürsüye çıkıp “kardeşler, Tanrı öldü” dedi ve Tanrı’nın ölümünün doğuracağı sonuçlardan bahsetmeye başladı. Cemaat onu linç etmeye çalışınca canını kurtarmak için polise teslim olmak zorunda kaldı. Bazı Lettristlerin bir diğer numarası da Charlie Chaplin’in basın toplantısını sabote etmekti. Isou bunu kınadı. Bu, Lettristler arasında bir bölünmeye yol açtı.
Debord, ve Isou’dan ayrılan bir grup 1952 Kasım’ında Lettrist Enternasyonal’i (LI) kurdu. Potlach adlı bir gazete kurdular. Lettristler çok içerler, uyuşturucu intihar vardı. Bu dönemde Fransa hızlı bir modernleşmeye maruz kalmıştı ve Lettristler tüketim toplumunun bayağılığına sövüyorlardı. LI, daha sonra IS’de daha görünür hale gelen örgütsel bir ciddiyete sahipti. Üyelerin kuramlarına göre yaşamaları ve burjuva toplumunu tamamen reddetmeleri bekleniyordu. 1961 tarihli bir filmde, Debord o yıllarda biçimlenen uzlaşmaz radikalizmin ruhunu yakalıyordu: “Oyunu oynamaya niyetli olmadığımı size ancak anlatabiliyorum.”
IS 1957’de Kuzey İtalya’daki Cosio d’Arroscia’da, çoğunlukla kendisinden önceki iki avant garde grubun birleşmesiyle kuruldu; LI ve International Movement for an Imaginist Bauhaus (IMIB). 1960’da “IS, tüm hoşgörülebilir eserlerin kökten yetersizliğine dayanan ilk sanat örgütüdür” diyorlardı. (Daha sonra kendilerini bir “sanat örgütü” olarak değerlendirmeyi tamamen bıraktılar.) IS’de Cezayir, Belçika, İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya ve İsveç’ten üyeler vardı. Ulusal bölümler, yıllık konferanslar ve yılda bir-iki kere Paris’te yayımlanan dergi vasıtasıyla bir arada tutuluyordu. Dergi sudan ucuzdu, kuşe kağıda basılıyordu, kapağı altın yaldızlıydı ve telif hakkı yoktu.
Erken dönem IS, günlük kapitalist rutin ve rollerden çıkıp, daha yüksek bir tutkusal kalitede “durumlar” yaratmakla ilgileniyordu. Şehir planlaması ve mimariyle ilgiliydiler. Şehirde gezintilere çıkıp şehir ortamını yeni bir biçimde deneyimliyorlar, yaşadıklarını ve bulduklarını kaydediyorlardı. “Coğrafi çevrenin (bilinçli olarak düzenlenmiş olsun olmasın) bireylerin duygu ve davranışları üzerindeki belirli etkilerini” inceliyor ve buna “psikocoğrafya” diyorlardı. Sanatın gerçekleştirimi ve bastırımının gerekliliğine inanıyorlardı, ya da sanatın ayrı bir yaşam alanı olarak bastırımı ve sanatın tutku ve güzelliğinin günlük yaşamda gerçekleştirimi veya ona entegrasyonuna.
1962’de IS’deki politik kuramcılar ve sanatçılar arasında bir bölünme oldu. Debord sanatın bölünmez bir devrimci uygulama içinde erimesi gerektiğinde ısrarcıydı. O tarihten sonra IS artık, sanatı yerine geçebilecek bir etkinlik bularak yürürlükten kaldırmaya odaklanmadı. 1967’de Debord’un Gösteri Toplumu ve Vaneigem’in Gündelik Hayatta Devrim’i yayımlandı, ikisi de sitüasyonist perspektiften mükemmel modern kapitalizm eleştirileri sunuyorlardı.
Varlığı boyunca IS’in üye sayısı ortalama 10-20 arasında değişti. Toplamda, 16 ülkeden 63 erkek ve 7 kadın, değişik zamanlarda IS’nin üyesi oldular. Yarısından çoğu değişik zamanlarda kovuldu, diğerlerinin çoğu da istifa etti. IS’in 1’den 5’e kadar olan sayıları ortaklaşa, 6-9 arası çoğunlukla üç kişi tarafından, ve 10-12. sayılar çoğunlukla Guy Debord tarafından hazırlandı (kendisi bu sayılara “en iyiler” diyordu). IS’in son konferansı 1969’da düzenlendi. IS, 1968 sonrasındaki yeni mücadele dönemiyle başa çıkamıyordu. 1972’de resmi olarak dağıldıklarında, yalnızca iki üye kalmıştı, Guy Debord ve Gianfranco Sanguinetti.
PS:Jan D. Matthews tarafından kaleme alınıp Artemis Günebakanlı tarafından Türkçeleştirilen ve Şenol Erdoğan tarafından yayına hazırlanan bu metin bütünü ALTIKIRKBEŞ YAYIN tarafından hazırlanmış olan
“SİTÜASYONİST ENTERNASYONAL” kitabından alınmıştır.
Kitap Ekim ayında kitabevlerinde ve copyleft internet paylaşımında...
21 Eylül 2008 Pazar
19 Eylül 2008 Cuma
Anarchitecture/ Gordon Matta Clark
Dali'nin sergine paralel günlerde modern sanat müzesinde sıkı bir sergi var. Aslında holding sanatseviciliğine ve müze sanatına tavır alan insanlar; aynı zamnda bu sergileri izleyecekler. Çelişik bir durum ama ne yazık gerçek bu.
Anarchitecture
Şilili Sürrealist ressam Matta'nın oğlu Gordon Matta Clark'ta bu serginin ağır toplarından. Kısa yaşamında sanat kadar mimari ve ona bağlı şehircilik alanında da radikal bir ufuk açmış bir anarşisttir Clark. Ustalığı binaları kesip, delerek farklı şeylere dönüştürmektir.
Kentin sistem tarafından soylulaştırılması girişimlerinin ayyuka çıktığı günümüzde legal ya da illegal olarak terk edilmiş, yıkılmış yada yıkılacak binalara müdahale eden Clark'ın yarattığı şiirsel mekanlara dönmekte fayda var.
Nesneleri normal kullanımlarından saptırarak onlara yeni anlamlar ve kullanımlar veren Clark'ın uğraşı, mimari eğitimi almış Sürrealist Matta'ın yapıtıyla de kesişmektedir. Situasyonistlerin kente saptırma yada atlatmalar ile yaptıkları devrimci müdahale kuramları ile Clark'ın pratiğini ele almak gerek.
Açık bina olarak graffitiyle bezenmiş duvarı galeriye sokan Clark'ın pratiğinden 21. yüz yıl sokak sanatçılarının-sabotajcılarının öğrenmesi gereken dersler var...
18 Eylül 2008 Perşembe
Salvador Dali mi, Avida Dolars mı İstanbul da?
Sürrealist Salvador Dali'nin yapıtını sahipleniyor, Sürrealist Devrimin yaşattığımız ruhuna katıyoruz.
Dali'nin mutasyonu olarak Franco ve dolar hayranı Avida Dollars ise holding sanatına çok yakışıyor.
Ülkemizde nükleer santraller kurulması ile ilgili ihalenin en ateşli adaylarından olan holdingin, 2. dünya savaşı sonrası yapıtlarına 'nükleer mistisizm'adını takan Avida Dolars arasında tuhaf bir ensest bağ çıkıyor...
Bu arada serginin İstanbul da bir Sürrealist sloganı ahmakçadır,çünkü İstanbul da Dali sergisinden önce Sürrealistler olduğu gibi, bu sergi sonrasında da olacaktır.
17 Eylül 2008 Çarşamba
Dünyaya Şişenin Dibinden Bakıyoruz!
Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum
Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip Musikiler alıyorum
Bir de rakı şişesinde balık olsam.
Orhan Veli Kanık
ps:
Orhan Veli mutlaka ülkemiz Sürrealizmine emek vermiş ustalardandır. Sürrealist açıdan Orhan Veli ustanın yapıtına bakmak borcumuzdur...
16 Eylül 2008 Salı
11 Eylül 2008 Perşembe
Dérive/İstanbul, İzmir, Londra/S.E.T-SLAG
Uluslararası festivalin ev sahibi Londra Sürrealist Eylem Grubu-SLAG'in 12 kelimesi oynanan oyunların belki de en etkilisi oldu.
İstanbul'dan yoldaşımız Fantom'un çektiği kentsel yıkıntı fotoğraflarının yanına bir soru eklemişti: estetik nedir?
90'lı yıllarda Stockholm Sürrelist Grubu kapitalist kentin ışıltıları arasına gizlenen değersiz mekanların şiirsel gücüne dair araştırmalar yapmıştı. Bu araştırmalardan ortaya çıkan Atopos kavramı, Sürrealist kentsel gözlem-araştırmalar ile Situasyonist Enternasyonelin psiko-coğrafya soruşturmalarını birleştiriyordu.
İzmir de SLAG'ten Merl dostumuzun 12 kelimesi üstüne yazılan lirik metni Perşembe ve Fantom kollektif üretmişti. Bu metin üstüne yine Onston, metni geliştiren-canlandıran otomatik çizimler yaptı.
Fantom'un uygarlığın yıkıntıları üzerinden attığı soruyu düşünerek İzmir de SLAG'in kelimelerini eyleme dökecektik...
Betonyol'dan Karataş'a inen yol çok dik bir yokuştur ve şehrin tuhaf görünümlerine bir rastlantı gibi açılır. Büyük apartmanların ufuk çizgisi üstünden İzmir Körfezi yeni ve farklı var oluşların ebesi bir gen havuzu gibi karşımıza çıkar. Mavi gök ile denizin ensest temasına tek engel, dudak kenarındaki bir uçuk gibi tekinsiz Yamanlar Dağlarıdır. Dar ara sokaklar, dim dik yokuşlar, labirentimsi mervidenler ve büyük yeni apartmanlar arasına gizlenmiş eski evler... Bu sokaklar, evlerinin rahatında uykuya dalanlar kadar geceleri aşıklara, sarhoşlara, evsizlere de bir örtü sunar.
Bölgenin patolojik yapısı özgürlük ve zorunluluğun tuhaf bir birleşkesi gibidir. Yeni yollar ve yolculuklar için özgürlüğe açılan ara geçitler olacağı gibi, kapitalist kentte tarihsel dokuya, şehrin bin yıllık kültürel uygarlığına tecavüz etmeye hazırdır.
Sokaklarda yokuş aşağı sürüklenmenin yarattığı erotik enerji ile çantamdaki malzemelerden küçük bir erekte şiir pusulası hazırlayıp,körfeze karşı yapıştırıyorum.
Ardından, sürüklenirken karşımıza dikilen duvar yazısı ile sarsılıyoruz: çöpünü müzenin önüne at!
Sanat-sevici, müzeyi mabede çeviren resmi anlayışa karşı halkın doğal bir Sürrealist tepkisi:)
Bu uyarı doğrultusunda 25 metre ilerideki müzenin kapısını fotoğraflayıp,ardından SLAG'in oyununu müzenin yanındaki duvara yapıştırıyoruz.
Karataş'a indiğimizde akan trafik ve kent yaşamına dalmak yerine, eski-yıkık binaların olduğu ilk ara sokağa sapıyoruz. Aklımızda halkın çöplük olmasını istediği müzeler ve Fantom'un estetik nedir sorusu var.
Karşımıza çıkan yıkıntı arkeolojisinin yarattığı psikoloji ile sarsılıyoruz.Yıkıntılar, devasa kemikler, çöpler... Kapitalist kentin kustuğu ama ona direnen değersiz bir mekan ve onun yarattığı şiirsel bir coğrafya...
Bu kemikler acaba bir antropoloji profösörüne mi ait? Yıkıntıların gizlediği devrimci enerji ile canlanan hayaletler kente balyozlarını ne zaman vuracak?
Mekanın verdiği fikirler ile Fantom'un 'estetik nedir' sorusu üzerinden müdahalemi gerçekleştiriyorum. Özgür sanat, hayatın doğal bir parçası olmalıdır. O akademinin düşünce mezarlarının ve müzelerin çöp alanlarının dışındadır;hayatın kalbinin attığı sokakların içinde.
Geleceğin özgür ve birlikçi kentine ulaşmak için..
Rafet Arslan
Dr. Rose- Otomatik Şiir
Portekiz-izmir 2
İzmir-Portekiz 1
Portekiz Sürrealist Hareket,Şubat 2007de, 21. yüz yılın ilk uluslararası Sürrealist sergisine ev sahipliği yapmıştı.
Portekiz Sürrealizminin kurucusu şair/ressam Mario Cesariny’nin anısına Estremos şehrinde yapılacak etkinliklere Türkiyeli Sürrealistler ve sokak sanatçıları da katılmıştı:
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=216877
Şimdi de Londra festivali sebebiyle Portekiz Sürrealist Hareket adına Carlos Martins ile kentsel oyunlarımızı oynuyoruz.
Martins'in 12 kelimesinden 2 ayrı metin ürettik. İlk metinde 12 kelime ile rastsal bir şiir yazılıp, dış mekana promili yüksek bir enstalasyon yapıldı.
Arjantin-İstanbul 2
Londra Uluslararası Sürrealist Festivali dahilinde J. Carlos ileoynadığımız oyunların ilk bölümüne yer vermiştik:
http://surrealisteylemturkiye.blogspot.com/2008/08/3-uluslararas-srrealist-festival-londra.html
Carlos'un 12 kelimesinden türettiğimiz 2 metin ve oyun alanı Moda... Kolajımız kentin doğal bir parçası oluyor, etrafında organik tarım ürünleriyle...
9 Eylül 2008 Salı
Sozialistisches Patientenkollektiv - SPK
Psikiyatri Hastalarının Devrimciye Dönüşmeleri Gereken Yer – Sosyalist Hastalar Kolektifi (Sozialistisches Patientenkollektiv - SPK) (1970 / 71)
kaynak:Heidelberg Öğrenci Dergisi1
Jean Paul Sartre “olağanüstü etkilenmişti.” Alman devlet güvenliği ise farklı düşüncedeydi: Ona göre Şubat 1970’te kurulmuş olan “Sosyalist Hastalar Kolektifi” (SPK) psikiyatri hastalarına ait bir kendine yardım örgütü değil, bir suç örgütüydü. Gereği düşünüldü: Tam 17 aylık mücadeleli varoluşu sırasında antipsikiyatrist devrimci kolektif silahlanacak kadar radikalleşti ve kolektif sona erdiğinde üyelerinin bir düzineden fazlası, takip eden yıllarda Almanya’yı sarsacak olan Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) silahlı mücadelesine katıldı. Oysa bu saptama SPK tarihinin yarısını bile açıklamaktan uzaktı.
Beatles’ın dağıldığı yıl. Amerikalılar Kamboçya’ya girmiş, Alexander Dubçek’in “insani yüzlü bir sosyalizm” girişimi başarısız olmuş, Willy Brandt Varşova gettosunda dizlerinin üzerine çökmüş2, Peter Handke “Kalecinin Penaltı Sırasındaki Endişesi”ni yayınlamıştır. Alman bulvar gazetelerine sık sık Oswald Kolle3 konu olmaktadır. Ve: Aynı 1970 yılının başlarında, SPK kurulurken, öğrenci isyanı da sonuna ulaşmaktaydı. Bu döneme bakarken, 1985’te solcu “Kursbuch” şöyle yazacaktı: “Eğer uyanık bir devlet güvenlikçi protesto hareketini engellemek için bir araç arasaydı, hareketin kendi kararından daha iyisini bulamazdı: Proleter ‘dönüşüm’, eğitim kursları, Marx yorumları, örgüt tartışmaları, parti kuruluşları. Her türlü ilerleyişe rağmen, hareketin durması onun parçalanması demekti.”
Hareketin doruk noktasında (güçlü) bir azınlık olan siyasallaşmış öğrenci kitleleri çoktandır çalışma masalarına geri dönmüştü. Çoğu ortak evlere, birahanelere, kolektif çocuk yuvalarına, kendine yardım gruplarına, ortaklaşa yönetilen işletmelere, SPD’ye (Alman Sosyal Demokrat Partisi) çekilmişlerdi. O çok arzulanan devrimin kapıda beklediği yolundaki kesin bilgi, solun hiç de az olmayan bir kısmında, yerini, sonuçta durdurulamaz olsa da, devrimi daha bir süre beklemek gerekeceği yolunda, sessizce gelişen bir duyguya bıraktı.
Heidelberg eyaletinde de evvelce oldukça kuvvetli olarak ortaya çıkan öğrenci isyanı 1970 yılında bir tükeniş tablosu çiziyordu. “Hareket çıkmaz sokaktaydı” diye hatırlayacaktı Heidelbergli eski solcu Dietrich Hildebrandt, “hala bazı profesörlerin ders yapmasını engelleyebiliyorduk, ama bununla nereye varacağımızı bilmiyorduk.” Kasım sonunda, daha önce hareketi ileri taşımış olan Sosyalist Alman Öğrenciler Birliği’nin Heidelberg şubesi bölündü. Hildebrandt’a göre: “Arkadaşlıklar bozuldu, ortak evler dağıldı.” Sonuçta öğrenciler halen fırsat buldukça –kısmen ilginç– eylemler için seferber olabiliyorlardı ama, Hildebrandt’a göre “hareket yöneldiği hedeflerden hareketle, gerçekte hiçbir şeye ulaşamamıştı.”
Devrimcilerin zaafı karşıtları için de bir sır değildi. Eyalet yönetimi, başta kültür bakanı Wilhelm Hahn olmak üzere, artık üniversitelerdeki radikallere karşı önlem almak istiyordu. Muhafazakâr bir geri dönüş başladı ve SPD’nin de katıldığı “Radikaller Emirnamesi” ile doruk noktalarından birine ulaştı. Heidelberg’li yazar Michael Buselmeier 1981’de kitabı “Heidelberg’in Çöküşü”nde şöyle diyordu: “Her şeyden önce üniversitedeki, 1968’de neredeyse kavgasız elde ettiğimiz liberal özgür alanlar peş peşe sopa darbeleri ve tehditler altında geri alındı.”
Öğrenci hareketinin geri kalanı kendi kendisiyle ilgilenirken ve o zamanlar moda olan deyimle “sistem” direniş için güçlerini toparlarken, isyan yeni yollar keşfetti: 2 Mart 1970’te Dr. Wolfgang Huber, (eşi Ursula da aralarında olmak üzere) üç meslektaşı ve psikiyatri polikliniğinin o zamanki 40 hastası Rohrbacher Caddesi 12 numarada giriş kattaki dört odalı bir daireye yerleşti, terapi önerileri ve çalışma grupları oluşturdu. Böylece Sosyalist Hastalar Kolektifi (SPK) doğmuş oluyordu.
Klinik 35 yaşındaki asistan doktor Huber’i uzun tartışmalardan sonra işinden uzaklaştırdı. Suçlama: İşbirliğini reddetme, grup terapisinin “hastaların klinik yönetimi ve diğer poliklinik çalışanlarına karşı kışkırtılması” biçiminde kötüye kullanımı ve politik ajitasyon. Huber görüşmeyi reddetti, hastalarıyla ilgilenmesi gerektiğini bildirdi. Hastaların çoğu –Almanya tarihinde ilk defa olarak– bir genel toplantı yaparak Huber’le dayanışma gösterdiler. Üç düzine kadarı onunla birlikte kliniği terk etti ve açlık grevi yaparak rektör Prof. Rolf Rendtorff’u anlaşmaya zorladılar. Üniversite Rohrbacher Caddesi’ndeki grubu finanse edecek ve Huber’in maaşını ödeyecekti. Koşul, doktorun başlayan tedavileri Eylül sonuna kadar tamamlamasıydı. Bir sözleşme üzerinde uzun süre tartışıldı. Anlaşmazlığın nedenlerinden biri SPK’nın kendini sona erdirmek bir yana daha fazla hastaya açılmasıydı. Bir ara 500 kadar insana bakıyordu ve üstelik artık öncelikli olarak üniversite öğrencilerine değil, giderek işçilere, lise öğrencilerine ve memurlara da...
Devrim
Kolektifin sonraki aylarda bildirilerle, teach-inlerle, eyalet parlamentosuna yazılmış bir dilekçeyle ve sayısız başka eylemlerle mücadelesini verdiği şey, geniş bir uyaran dizisini –hegelci diyalektiği, marksizmi, freudçu psikanalizi, Wilhelm Reich’ı, antipsikiyatriyi, anti-kurumsal öğrenci hareketini– kapsayan ve hatta devrimlerin bir hayli sık rastlanır bir şey olduğu zamanının ölçüleriyle bile oldukça cüretli olan, terapötik bir deneydi. Oldukça yalın bir şekilde “Yoldaşlar!” deniyordu Haziran 1970 tarihli SPK “Patienten-Info”nun birinci sayısında, “öncelikle açık ve kesin bir şekilde devrimci bir edim olarak kabul edilmeyen terapötik bir edim olamaz.” Gerçekten de Huber’in terapi modeli tümüyle politikti, - ama bu onun temel iman yeminiydi zaten: “Hastalık” diyordu SPK, “tekil insanlarda gerçekleşen bir şey değildir, hasta olan toplumumuzdur.” ‘Hastalık’ diye adlandırılan şey, aslında kapitalizmdeki “toplumsal çelişkilerin bilinçdışı bireysel ifadesi”ydi. Kapitalizm sermaye yaratmak için hastalık ve tıbbın, özellikle de psikiyatrinin içinde işlevlerini bulduğu bir imha sistemi üretiyordu. “(Tıp) hastayı çalışma süreci için yeniden üretir, böylece hasta tekrar artı-değer üretebilir. (İşçi) kliniğe yıkıcı olarak gelir ve orada uzuvları tümüyle kesilir.”
SPK’ya göre bu analizden varılacak sadece bir tek nokta vardır: “Hastalar için hastalıklarına karşı sonuca ulaşabilecek, yani nedensel, yalnız bir tek mücadele vardır, hastalık yapıcı, özel mülkiyetçi-ataerkil toplumun kaldırılması.” Geleneksel psikiyatri hastayı, zaten kendini hasta etmiş olan ilişkilere yeniden uyarlamaktan hareket ederken, SPK’nın önerisi “kurtuluş”u hedefler. Hasta görünüşte bir zaaf olan hastalığını üretken kılmalı, onu “bilinçsiz bir talihsizlikten” acılarının nedeninin farkında olan “talihsiz bir bilince” çevirmelidir. Arzulanan sonuç: “Acıların baskısı değişimin öznel gerekliliği olarak politikleşir”, hastalık “kendi karşıtını” üretir: “devrimi.”
Böylelikle SPK 1970 solunun içinde bulunduğu tarihsel süreçte öğrenci hareketinin mirasından doğan maoist, leninist, troçkist anlayışta grup ya da grupçuklar ordusu, veya terörist RAF gibi, Lenin’in “ne yapmalı?” sorusuna verilmiş bir yanıttı. Sol uzun süredir “devrimci özne” olarak adlandırdığı şeyi, devrimin potansiyel taşıyıcısını arıyordu. Köken olarak bu rolde görülen proletaryanın ayaklanmakta gecikmesinin yarattığı hayal kırıklığı içinde, solun bir kısmı “sınır gruplar stratejisi” denilen şeye, yurtlarda yetişmiş ya da sınırda yaşayan gençler gibi toplumsal olarak marjinalize olmuş grupları, keskin bir ayrımcılığa tabi durumlarından hareketle, dönüşümün hareket noktasına yerleştiren düşünceye sarıldılar. SPK devrimci özneyi önceleri öncü olarak algılanan bir gruba, sistemin çelişkilerini en derinden hisseden hastalara yerleştiriyordu. “Devrimi” deniyordu “Info.”nun 38. sayısında “yalnız hasta, kırılmış varoluşundan başka kaybedecek bir şeyi olmadığını anlayanlar yapabilir.” Ama SPK kısa zamanda sınır gruplar stratejisini evrensel stratejiye genişletti: “Hepimiz hastayız”. Potansiyel devrimci: Hepimiz.
Böylesi teoriler ve SPK’nın sonraki kaderi sadece açık bir tartışmayı değil, gerçek bir bilirkişiler savaşını da ateşledi. SPK tarafında, Rendtroff’la ilişki halinde bulunan bilim adamlarından, aralarında Hannover’den sosyal psikolog Prof. Peter Brückner’in de bulunduğu üçü Kolektif’in halihazırda bir üniversite kurumu olarak devam etmesi lehinde görüş bildirdi. Diğer tarafta köklü üniversite tıbbı, başhekim Prof. Walter von Baeyer ve iki misafir profesör kişiliğinde – sadece dosya çalışması temeline dayanarak – SPK’nın konseptini “bilim dışı” ve “hastalar için çok zararlı” olarak mahkum etti. SPK üyeliğinin “terapötik etkileri” olduğu “muhtemelen düşünülebilir” diye yazıyordu Ulmlu bilirkişi Prof. Hans Thomae, “tıpkı tarikat üyesi olmanın kimi insanlara faydalı olması gibi.” Meslektaşları gibi o da şiddetle “çılgın bir karakterin ütopyasının” üniversitede kurumsallaştırılmamasını önerdi.
Kolektif
Bu arada Rohrbacher Caddesi’nde haftanın yedi günü, sabah dokuzdan akşam ona, bazen daha geç saatlere kadar, artık “bireysel ajitasyon” adı verilen bireysel oturumlarda ve her birinde bir düzine katılımcının bulunduğu 10-12 grupta gerçekleştirilen “grup ajitasyonlarda”, SPK’nın tümüyle farklı terapisi devam ediyordu. Üç bilimsel çalışma grubunda (Diyalektik; Marksizm; Cinsiyet, Eğitim, Din) ajitasyon için teorik temeller veriliyor, aralarında Hegel’in, Marx’ın, Lukács’ınkiler de bulunan metinler kullanılıyordu. SPK içinde artık “doktorlar” yoktu, sadece hala “doktor işlevini taşıyanlar” vardı. Hastanın “nesne rolünün” ifadesi olarak hasta-doktor ilişkisi kaldırılmak isteniyordu. Bunun yerine “her hasta kendisinin ve diğer hastaların terapisti” olmalıydı.
SPK aylar boyunca kapatılma tehlikesi altında var olduysa da, bir çok üyesi için açıkça zenginleştirici bir deneyim (az ya da çok bir devrim) olmuştu. O zamanki üyelerden biri 1992’de “brennpunkte” dergisinde geçmişi şöyle hatırlıyordu: “İnsan başkalarıyla korkusuzca ilişki kurmanın mümkün olduğunu hem diğerlerinde görüyor, hem de kendinde hissediyordu. SPK’da kolektifliğin çok özgürleştirici, tatmin edici ve ümit verici olduğu ve bireysel gelişime kesinlikle karşıt olmadığı görülüyordu.” SPK yanlısı üç bilirkişi de bu düşünceyi genel olarak onaylıyordu. Heidelbergli psikiyatri uzmanı Dr. Dieter Spazier Kolektif’in belirsiz durumuna rağmen “bu kadar akılcı, karşılıklı anlayış içinde ve toplumsal, her şeyden önce de başarılı” çalışmasının “şaşırtıcı” olduğunu belirtiyordu.
Şüphesiz SPK yanlılarından Gießenli psikosomatikçi Prof. Horst Eberhard Richter Kolektif’in davranışında rahatsız edici şeyler de buluyordu: “(Kolektif) görünüşte grup dinamiği sürecinin etkisi altında gerçek bir kolektif Ben kurmuştur. Diğerlerinden çok daha üstün terapötik niteliğe ve girişimcilerin politik konumlanışına yönelik inanç taraftarlar için hala pek tartışılabilir değildir.” Richter şu sözlerle bitiriyordu: “Grup terapisiyle hasta tedavisine dayanan, doğrudan bir devrimci politik mücadele, bir saçmalıktan başka bir şey olamaz.” Oysa gelişim tam da bu doğrultuda oldu.
1970 Sonbaharı’ndan itibaren karşıtlık keskinleşti. Eylül’de bakan Hahn SPK karşıtları arasında yerini aldı ve Heidelberg Üniversitesi’ne “tıbbi ve hukuki nedenlerle” “geçici bir kurum olan” SPK’nın daha fazla desteklenmesini yasakladı. Diğer tarafın yanıtı tabii ki bir “Info.”da geldi: “SPK hangi taraftan gelirse gelsin hiçbir sona erdirme girişimine mücadelesiz boyun eğmeyecektir.”
Mücadele
Kısa süre içinde Kolektif’in üniversitede hiçbir müttefiki kalmamıştı. Üniversite içinde polis birliklerini engellemeye çabalayan rektörün, bakanın direktifiyle elleri kolları bağlanmıştı. SPK’nın özel yollarla finanse edilmesi için uğraştıysa da, Kolektif bunu kabul etmedi. Üstelik Rendtroff’a “hain” ve daha kötü şekillerde küfür etmekten de geri kalmadı. SPK’nın solcu öğrencilerden de desteği çok azdı. AStA’nın o zamanki başkanı Dietrich Hildebrandt bugün şöyle anlatıyor: “SPK rektörlüğe nasıl davrandıysa bize de öyle davranıyordu, nefret edilecek bir otorite olarak.” O zamanlar politik olarak aktif olan Michael Buselmeier şöyle diyor: “Bir çok konuda SPK’dan hiç de uzak değildik. Sadece onların birazcık kaçık olduklarını ve her şeyi yanlış yaptıklarını düşünüyorduk.” Bir başka eylemci Dr. Huber’le karşılaşmasını şöyle hatırlıyor: “Aramızda bir kez olsun iletişim kurulduğunu hatırlamıyorum.”
Bu şekilde “yalıtılmış” (Buselmeier) olarak SPK giderek daha büyük bir şiddetle içine kapandı. 1970 Sonbaharı’ndan başlayan bu aylarda Kolektif içinde olan şeyler dışarıda kalanlar için çok zor görülebilir şeylerdi. Bunlar bugünün perspektifiyle sadece tahmin edilebilirler. Eğer daha sonra yayınlanan ve giderek daha öfkeli, umutsuz ve kararlı hale gelen “Patienten-Info”lar bir fikir verebilirse, daha sonraları RAF teröristi olan SPK üyesi Klaus Jünschke’nin 1985’te bir röportajda “radikalleşme ve şiddete yönelme” olarak adlandırdığı şeye ulaşılır. Rektör Rendtroff 1995’te ruprecht’e şöyle anlatıyordu: “Gecenin yarısında Huber beni aradı. Dedi ki: ‘Burada (SPK’da) oturuyoruz ve el bombalarımız var. Polis gelirse havaya uçuracağız.”
Yüzleşme sarmalı artık durdurulabilir değildi. Bu sarmalın politikanın ve üniversitenin savunma tutumundan mı doğduğu, ya da SPK’nın devrimci temelinde zaten belirlenmiş mi olduğu ikincil önemdedir. (Üstelik karar vermek için pek açık da değildir.) Kendini 3. Reich’taki Yahudilerle karşılaştıran SPK, en geç, gruptan bir kızın Nisan 1971’deki intiharından sonra, devletin sadece bir kurum olarak Kolektif’i değil, Kolektif’te toplanan hastaları da (SPK jargonuyla) “tasfiye” etmek istediğine ikna oldu. Polis intiharın, talepleri için baskı yapmak isteyen grup tarafından teşvik edilmesini olasılık dahilinde görüyordu. SPK’nın (diğer komünist gruplar gibi) Marx, Mao ve/ya toplumu değiştirmek isteyen bir başka düşünürün çağrısı altına aktivistler toplamak yerine, eğer devrim yaparlarsa bir yaşama şansları olduğundan emin olan hastaları bir araya getirmesi, çatışmayı yaşamsal boyutlarda keskinleştirmişti.
24 Haziran 1971 günü sabahının erken saatlerinde yaşanan esrarengiz bir olay SPK dramının son perdesinin açılışı oldu. Sabah saat üçe doğru kimliği belirsiz kişiler Heidelberg yakınlarında Wiesenbach’ta trafik kontrolü yapan bir polis noktasına ateş açıp kaçtılar. Olayın (Henüz “Baader-Meinhof Grubu” olarak bilinen) RAF’la bir ilgisi olduğu tahmin edildiğinden, federal polis devreye girdi. 350 memurun aramasına rağmen eylemi yapan bulunamadı. Ertesi gün polisler SPK’da göründüler, (ellerinde Huber’in arananların kaçmasına yardım ettiğine dair deliller vardı), Rohrbach Caddesi’ndeki odaları ve özel daireleri aradılar ve sekiz üyeyi gözaltına aldılar. Bunlardan ikisi RAF’ı destekleme zannıyla tutuklandı, diğerleri ve Huber ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldı.
SPK için açıktı: Kolektif’in “kesin imhası” hazırlanmıştı. Aynı zaman da yine açıktı ki “yanıt” “ancak tümüyle direniş = saldırı” olabilirdi. SPK (ya da SPK içinde büyük bir grup) artık militanlığa açık bir kararlılıkta görünüyordu. Silahlar bile temin edilmişti. Strateji olarak Vietkong modeline göre gerilla savaşı biçiminde sürecek “uzun süreli bir halk savaşı”nın propagandası yapılıyordu: “önce silahsız, sonra silahlı”. 13 Temmuz’da son bildiri yayınlandı. Üzerindeki SPK harfleri karalanmış ve yerine RAF yazılmıştı. Altında bir çeşit şiir vardı: “Kuşatılmışsak, uçar gideriz”. SPK yer altına geçiyordu.
Son
Sonra her şey çok çabuk gelişti. Eski bir üye poliste ifade verdi. 21 Temmuz’da polis 300 memur ve on bir tutuklama kararıyla SPK odalarına ve özel dairelere geldi. Aramalarda sahte araba ve motorlu taşıt ehliyetlerinin yapımında kullanılan donanım, bir çok silah, cephane ve patlayıcı madde bulundu. Kolektif’i bir süre izlemiş olan polise göre açıktı: “SPK-Heidelberg üyelerinin bir kısmı, kuvvetli bir şekilde, kısmen ceza gerektirici eylemlerde bulunmuş ve bu tarz eylemleri planlamış bir suç örgütüne katılma zannı altında bulunuyordu”. “Der Spiegel” kısaca şöyle yorumluyordu: “Polis bulguları Huber ve yoldaşlarının normal bir muayenehane işletmesine sahip olduklarını göstermiyor.” Doktor ve eşi başka beş kişiyle birlikte tutuklandı. Diğer SPK-yoldaşlarıysa ortalıktan kayboldu. Hastaların çoğu öğrenci işlerinin yeni kurulmuş olan danışma merkezi gibi geleneksel terapi kurumlarına yöneldiler ya da bir daha tedaviye gitmediler. Bir “Kızıl Halk Üniversitesi Enformasyon Merkezi” Kolektif için propaganda yapmaya devam ettiyse de (ve ruprecht’in öğrendiği gibi, yer altı için savaşçılar örgütlemeye çalıştıysa da), SPK nesnel olarak sona ermişti.
Polisin sonraki araştırmaları, SPK içinde Dr. Huber’in çevresinde şehir gerillası olarak faaliyet gösteren yaklaşık 12 kişiden oluşan ve üyelerin geri kalanları tarafından gizli tutulan bir “iç çevre” bulunduğunu ortaya çıkardı. Bu çevre Huber’in Wiesenbach’taki evinde düzenli olarak toplanıyordu. Silahlanmıştılar, dört çalışma grubu (Radyo tekniği, patlayıcı tekniği, fotoğraf tekniği, karate) oluşturmuşlardı, devrim planı hazırlıyorlardı ve birkaç ufak saldırı için alıştırma yapmışlardı. Kasım 1972’den itibaren grup üyelerine yönelik pek çok dava açıldı ve bunlarda Huber ve eşi “suç örgütüne katılmak, patlayıcı madde imal etmek ve sahte belge hazırlamak”tan hapis cezasına mahkum edildiler. Ayrıca Huber doktor olarak çalışma ruhsatını da kaybetti. Bu “psikiyatrinin kanunsuzu” (Stuttgarter Zeitung) için ceza olmaktan çok bir onurlandırmaydı.
Grup üyelerinin hiç de az olmayan bir kısmı için mücadele bir şekilde devam etti. Klaus Jünschke röportaj sırasında şöyle hatırlayacaktı: “SPK’nın dağıtılmasından sonra umutsuzluk hakim oldu, bir şeyler yapılmalıydı.” Jünschke’nin ulaştığı sonuç: “Birkaç ay sonra RAF’taydım”. Zaten uzun süreden beri yeraltına geçmiş bulunan SPK üyeleri Jünschke’yle bağlantı kurdu, Jünschke “alışverişe” hazır olduğunu bildirdi: Araba plakaları, daireler. Gudrun Ensslin onun kod adını “Spätlese”4 koymuştu. “Dövüşen grubun” beğenisini kazandı. Daha sonra ifade edeceği gibi onun için “RAF adına gelip: katılır mısın, Kızıl Orduyu kurun, zafer halk savaşında” demek zor değildi. Bunların benzerlerini zaten SPK’da duymuştu, her ne kadar insanlar yeni birliklerinde kolektifin teorisi hakkında fazla bir şey bilmek istemese de... Öyle ki Ensslin küçümseyerek “SPK-Tiltleri”nden (SPK-Flipper) sözediyordu.
Bununla birlikte Jünschke gibi Kolektif ve çevresinden bir düzineden fazla kişi RAF’a (önemli bir kısmı terör grubunun “ikinci kuşağına”) katıldı. 22 Ekim 1971’de sivil görevli Norbert Schmidt’in (RAF tarafından öldürülen ilk polis) iki terörist tarafından vurulmasından sonra tutuklanan kadın, eski SPK üyesi Margrit Schiller’di. 1975’te Stockholm’de bulunan Alman büyükelçiliğini basarak bir düzine rehine alan ve binayı havaya uçurmadan önce iki rehineyi kafasından vurarak öldüren altı teröristten dördü eski SPK’lıydı: Lutz Taufer, Bernhard Rössner, Hanna Krabbe ve Siegfried Hausner. Ellerindeki serbest bırakılması istenen yoldaşlar listesinde eski SPK avukatı Eberhard Becker de vardı. Son olarak yine eski SPK üyeleri olan Elisabeth von Dyck, Ralf Baptist Friedrich, Sieglinde Hofmann, Friederike Krabbe, 1977 RAF atılımını (Alman Sonbaharı trajedisini)5 hazırlayan birliğin parçasıydılar. Kendi “halk savaşlarını” verdiler, halk onların yakalanması için işe yarar ipuçlarını vermekle yetindiyse de.
EPİLOG
Wolfgang Huber’in bugün nerede oturduğunu sadece sırdaşları biliyor. 1973’te Stammheim’daki hücresinden SPK’nın “köklerine dönüş” olarak anladığı “Hastalar Cephesi”ni (Patientenfront – PF) ilan etti. 1976’da eşiyle birlikte salıverildi. 1985’te Manheim’da, SPK yazılarını yayınlayan, SPK çalışmasını sürdüren ve “doktorlar sınıfına” karşı mücadele eden “Haklı Hastalık” (Krankheit im Recht) grubu kuruldu. Huber’le de bağlantıları var, ama Huber’le röportaj yapmak için başvuranları reddediyorlar. Huber’in iatrokrasiye (doktorların egemenliği) karşı mücadelede “çok fazla seyahatte” olduğu karşılığını veriyorlar. Sol çevreden bir uzman bunu şöyle yorumluyor: “Huber’i sahne arkasındaki büyük ihtiyar adam olarak görüyorlar.”
“Haklı Hastalık” SPK tarihine de sahip çıkıyor, üstelik coşkuyla “SPK’dan elinizi çekin” diyor. Basının görüşme talepleri (sadece ruprecht’inki değil) önce nazikçe, ama giderek daha sert (hatta tehditle) geri çevriliyor. Bunun yerine kendi hazırladıkları tarihçeyi ve sonra da memnun olmak için arzulanan nedeni veriyorlar: Onlara göre SPK’nın 1971 Temmuz’undaki sonu sadece bir “stratejik geri çekilme”ydi. Huber’in serbest bırakılmasından bu yana SPK/PF başarılı olarak “bütün kıtalara” yayıldı. Huber onlar için doğrudan adı anılacaklar dizisinde Hegel, Marx ve Sartre’la birlikte bulunuyor.
Bu yılın başında SPK/PF’de üçlü bir yıldönümü kutlandı: SPK’nın 25. yılı, Huber’in 60. doğumgünü, “Haklı Hastalık”ın 10. yılı. Bu vesileyle Cephe, grubun kendisi tarafından Hammond orgda çalınan, SPK yayınları tarafından kasede alınabilecek bir şarkı sözü yayınladı. Nakaratta hastalar söylüyor: “Yaşlı Huber’i mi soruyorsun / Yaşlı Huber’i mi soruyorsun / Evet hala yaşlı olan o.”
Literatür:
Butz Peters, “RAF”
Margot Overath, “Drachenzähne“ (Teşekkür)
Stefan Aust, “Der Baader-Meinhof Komplex“
Gerd Langguth, “Protestbewegung“
Wanda von Baeyer-Katte et al., “Gruppenprozesse“
Jörg Bopp, “Antipsychiatrie“
Kaynaklar:
“Dokumentationen zum SPK an der Universität Heidelberg“, Cilt 1-3.
“Kleinkrieg gegen Patienten. Dokumentation zur Verfolgung des SPK Heidelberg“
SPK/PF/Huber, “Über das Anfangen. Zur Vorgeschichte des SPK und der PF“
Klaus Jünschke, “Spätlese“
“brennpunkte“, sayı 7, Şubat / Mart 1990.
“Rhein-Neckar Zeitung” (Arşiv için teşekkür)
“Heidelberger Tageblatt”
“Unispiegel”
Tanıklar (Teşekkür)
1 Kaynak: ruprecht, sayı 35, 16.05.1995. http://ruprecht.fsk.uni-heidelberg.de/ausgaben/35/hochschu.htm#SPK, 10.10.2003.
2 21 Ekim 1969’da şansölye olan sosyal demokrat Willy Brandt Doğu Bloku’yla ilişkileri geliştirmeye yönelik dış politikasına uygun olarak 12. Ağustos 1970’de Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşmasını imzalamıştı. Aynı politika dahilinde 7 Aralık 1970’te Polonya’yla Varşova Antlaşmasını imzalamak üzere Varşova’ya giden Brandt Varşova Gettosu’nda SSler tarafından öldürülen Yahudiler anısına dikilmiş olan anıtın önünde diz çökmüş ve bu hareketi onun uzlaşmacı karakterinin simgesi olmuştu. (Çev. N.)
3 Bulvar gazetelerinde cinsellikle ilgili yazılar yayınlayan Alman gazeteci. (Çev. N.)
4 Son toplanan üzümlerden yapılan şarap. [Çev. N.]
5 1977 yılı RAF için hem bir atılım yılıydı, hem de büyük bir trajedinin. Ulrike Meinhof’un Stammheim’daki hücresinde ölü bulunduğu 9 Mayıs 1976’dan sonra tam 11 ay boyunca RAF ses getirici bir eylem yapamamıştı. 7 Nisan 1977’de önce savcı Siegfried Buback öldürüldü. Temmuz sonunda da Dresdner Bank’ın başkanı Jürgen Ponto vuruldu. 5 Eylül’de İşverenler Birliği başkanı Hans-Martin Schleyer’in kaçırılması ünlü “Alman Sonbaharı”nın başlangıcı oldu. Bu eylemin üzerine Stammheim cezaevinde bulunan RAF tutsakları üzerindeki baskılar arttı. Tutukluluların serbest bırakılması için bir destek de yurt dışından geldi. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi militanları 13 Ekim’de Lufthansa’nın Palma de Mallorca – Frankfurt uçağını Mogadişu’ya kaçırdı. Ancak 17 Ekim’de polis operasyonu sonucu uçağı kaçıranların üçü öldürüldü, biri de ağır yaralı olarak yakalandı. Bir gün sonra da RAF tutsakları Andreas Baader, Jan Carl Raspe ve Gudrun Ensslin Stammheim’daki hücrelerinde öldürüldüler. RAF’ın yanıtı kaçırılan Schleyer’in bir gün sonra öldürülmesi oldu. Ama “Alman Sonbaharı” RAF’ın tarihinde bir dönemin de sonu oldu. (Çev. N.)
Çeviri: Sertan Batur
Ulrike Meinhoff:
"Başının patladığı hissi, kafatasının parçalanacağı, patlayacağı hissi.
Beyninin tıpkı bir erik kurusu gibi buruştuğu hissi.
(...) Hücrenin kıpırdadığı hissi –uyanıyorsun, gözlerini açıyorsun–
hücre kıpırdıyor(...)
Dilsiz kalma hissi.
Artık sözcüklerin anlamını ayırt edemiyorsun –ancak keşfedebiliyorsun– ıslık sesi veren harfleri kullanmak; s, ş, ç kesinlikle dayanılmaz.
Sözdizimi, gramer denetlenemiyor. İki satır yazdığında, ikinci satırın sonunda birincinin başını hatırlayamıyorsun..."
Ballard Sergisi/ Sürrealist Düş Makinesi
8 Eylül 2008 Pazartesi
J.G. Ballard: Sürrealist Evren Yaratıcısı
Giriş Niyetine
Sürrealist Bir Giriştir Niyet !..
Gözlerimi açtım ve onu yakaladım! Karşımda boylu boyunca dikilmiş koyu mavi duvardaki elektrik kapağına elleriyle tutunmuş, duvarın boşluğundan kendisi sallandırıyordu. Tahminimce oradan elektrik priz girişinin üzerine atlayacak ve zıplayıp balkondan kaçıp gidecekti. Bir hamlede fırlayıp balkon kapısını kapattım. Dönüp ona baktığımda, prizin üzerinde, kolları iki yana açık, kafası hafif eğik, tedirgin bir şekilde bana bakıyordu.
“Sen nesin be!!??!” dedim, irkilerek, “Ettin uykumun içine! Kaçtır dolanıyorsun etrafımda, peşimde! O hani gözlerimi hızlı çevirdiğimdeki karanlık da sensin di mi?” Hafifçe doğruldu, garip bir şekilde gururlanır ya da sanki “Bunu bilmeyecek ne var!” diyecek gibi bilmişçe doğruldu: “Sensin!” dedi, elleri beni işaret ediyordu.
Üzerinde kısa sarı üzerine kahverengi kareli bir kısa pantolon vardı. Pantolonu omuzlarındaki askılarda taşıyordu. Üstü çıplak, ayakkabıları çıplak derecesinden pürüzsüz ve en az saçları kadar beyazdı. Sonra bir anda zıplayıp iki topuğunu birbirine vurdu, her yer bembeyaz oldu…
“Hüff! Amma duman altı oldu be hocam!” dedim. Otun beyaz dumanlarını yardığımda karşımda koskoca mavi bir duvar vardı. Duvarda bir elektrik prizi ve bir de yuvarlak boat. Oda küçük, içinde biri ben olmak üzere dört kişi vardı. Odanın ışık aldığı tek gözenek, isle kararmış apartman boşluğuna bakan pencereydi. Pencerede rengarenk yağ lekesi vardı. Ayağa kalktım, başım döndü, evin sahibi Hakan’ın omzuna tutundum. “Lan oğlum hem üflemiyon, hem de kafan kıyak allahsız!” dedi Hakan suratında ince bir gülümseme ile. “Herif ikinci şarabını içiyo abi dönsün bir zahmet başı!” dedi Duygu, her zamanki Hakan’a çıkışma pratiğiyle. Halbuki hep sessiz olmuştu ta ki beklenmedik(!) bir şekilde Hakan’dan hamile kalıncaya kadar. O günden beri Hakan’la dalaşması, zıtlaşması, içinde bulundukları kapitalist ekonominin en reel çıktısıydı. En az kızları İnci kadar reel, İnci’nin yan odadaki uykusu kadar reel.
“Reel ne be!” dedim Hakan’a çıkışarak ben de. Hakan duymadı. İnci’nin çocukluğu gelmişti aklıma ve Duygu’nun bu karşımda beni küçümseyen kopkoyu duvar rengindeki gözyaşları… Babam öldüğünde annem o kadar ağlamamıştı halbuki ama Hakan’ın askere gitmeyi reddetmesi tercihini baya zor kabullenmişti Duygu. Albay babasını görmeyeli 6 yıl olmuştu, bu aynı zamanda babasının torununu görmediği yıl sayısına denkti.
Düşüncelerle ağırlaşmış ayağımı sallayarak duvara doğru yaklaştım. Arkamdan, ihtimal ayağımın çenesini sıyırması üzerine Duygu’nun bir şeyler mırıldandığına umursamadan alnımı soğuk duvara dayadım. Sanki engin bir okyanusun maviliğinde kaybolmuş gibi dineldim, yabancılığa hiç gelemeyen ve uyum sağlamaya çalışan bir bukalemun gibi yaşardı gözlerim sonra. “Reel…” dedim. Durdum. Parmağımla gözümü ovuşturdum. Ellerim köpük köpük gözyaşı oldu. Elimi havaya kaldırıp, parmak uçlarımla duvara yalnız bir çizgi çektim bembeyaz…
“Noooluyo uleen manyak mısın!” diye çıkıştı bir anda yerinden fırlayarak Hakan. “Lan ne diyecem ben ev sahibine deli! Ne halt ettiğini sanıyorsun sen!” diye bağrışıp çığrışmaya başladı. O ana kadar sadece sessiz sesiz istasyon yapmakta olan Leman usulca “Otur” dedi Hakan’a. Leman, Hakan’ın sözünü hep dinlediği, çünkü ölürcesine kaybetmekten korktuğu sevgilisiydi. Hakan toparlandı, ama sorusunu sakince yineledi: “N’apıyorsun oğlum?”
“Sürrealist eylem!” dedim gülerek. Leman ile Duygu bir anda kahkahayı bastı. Nefeslerle ve dumanla ısınan tek oda ev bir anda gülücüklerle gürledi. Daha Hakan bir tepki verememişti ki kapının kolu aşağı indi. Hakan kapının önüne geçti bir adımda, İnci içeriyi görmemesi için sağ sol yaparak içeri bakmaya çalışan kızı kucakladığı gibi söylenerek odanın dışına çıktı. Kızlar tekrar koptular. Duygu keskince durdu, o kadar ki Leman’da frenlemek zorunda hissetti. Ağzını küfredecekmiş gibi açtı Duygu; “Askerliği reddeder, sonra da kızına uyuşturucu kullandığını açıklayamaz! Hah!” Ortalığa sessiz, ağır ve derinden bir devlet çöktü. “Hassiktir len herkes senin baban gibi penis görünce elini alnına götürüp hazır ola mı geçecek!” diye gülerek bağırdı. Duygu önce kızarıp sonra hastaymışçasına hızla sarardı.
O sırada ben, kendi cehennemimin içinde, melek adamın saçını, ayakkabılarını ve kanadını çoktan çizmiştim. Elimi Duygu’nun yanağına götürüp okşadım. Teselli olur gibi gülümsediğinde, Leman sırtını mindere yaslamış gözleri uyku parkurunu yarılamıştı. Duygu’nun sarısıyla adamın pantolonunu da çizdim. Karşısına geçip baktım. Cebimdeki kibrit kutusunu çıkardım, bir kibrit çıkartıp çaktım. Dudaklarındaki sigarasını yakmak için çakmağını arayan Duygu’ya yaklaştırdım. Ağzını dumanla çalkalarken; “Sen de kibritin ne işi var lan yoksa sigaraya mı başladın sonunda!” dedi Duygu şaşkın şaşkın. “Yok” dedim, “Kız tavlamak için, sormayı unuttum – Sigaranızı yakabilir miyim bayan?” Güldü. Böyle ancak uyuyan bir İnci’ye baktığında gülerdi, onu derin derin izlemeyi severdi. Okyanusa döndü, çizdiğime baktı. Beyaz ayakkabılı, beyaz saçlı yaşlıca bir adam… Üstü çıplak ayağında sarı bir pantolon… Prizden, elektrik boatına doğru kanat çırpmaya çalışıyordu. “Bu kim babam mı?” dedi. Tedirgindi…
“Hayır. Seninkinin kanatları zor çıkar biraz.” dedim. “Ya?” dedi. “Benimki” dedim. Gülümsedi, İnci uyumuş gibi. “Ne zaman gidiyorsun bakalım macera adamı ?” dedi. “On, on beş gün sonra trende olacağım, Barcelona’ya doğru…” dedim, yağlı pencereye yaklaşarak. Kapı açıldı, Hakan kafasını ve elini içeri uzattı: “İnci uyudu, bakacak mısın?”
Duygu yerinden kalktı, yeni yaktığı sigarasını söndürdü. Odadan çıktı. Kapı kapandı. “Orada işgal evlerine gideceğim. Farklı bir yaşam mümkün… Hem de bu yağlı pencere, bu küçük oda, bu nefesle ısıtmaya çalıştığımız hayat içinde dahi mümkün. Buna inanıyorum.”
Apartman boşluğunun tam karşısındaki, kalın perdeli pencerede bir çocuk belirdi, perdelerin altından. Yağlı pencereden bana baktı. Gözlerim rengarenkti…
Ozan DURMAZ
Gözlerimi açtım ve onu yakaladım! Karşımda boylu boyunca dikilmiş koyu mavi duvardaki elektrik kapağına elleriyle tutunmuş, duvarın boşluğundan kendisi sallandırıyordu. Tahminimce oradan elektrik priz girişinin üzerine atlayacak ve zıplayıp balkondan kaçıp gidecekti. Bir hamlede fırlayıp balkon kapısını kapattım. Dönüp ona baktığımda, prizin üzerinde, kolları iki yana açık, kafası hafif eğik, tedirgin bir şekilde bana bakıyordu.
“Sen nesin be!!??!” dedim, irkilerek, “Ettin uykumun içine! Kaçtır dolanıyorsun etrafımda, peşimde! O hani gözlerimi hızlı çevirdiğimdeki karanlık da sensin di mi?” Hafifçe doğruldu, garip bir şekilde gururlanır ya da sanki “Bunu bilmeyecek ne var!” diyecek gibi bilmişçe doğruldu: “Sensin!” dedi, elleri beni işaret ediyordu.
Üzerinde kısa sarı üzerine kahverengi kareli bir kısa pantolon vardı. Pantolonu omuzlarındaki askılarda taşıyordu. Üstü çıplak, ayakkabıları çıplak derecesinden pürüzsüz ve en az saçları kadar beyazdı. Sonra bir anda zıplayıp iki topuğunu birbirine vurdu, her yer bembeyaz oldu…
“Hüff! Amma duman altı oldu be hocam!” dedim. Otun beyaz dumanlarını yardığımda karşımda koskoca mavi bir duvar vardı. Duvarda bir elektrik prizi ve bir de yuvarlak boat. Oda küçük, içinde biri ben olmak üzere dört kişi vardı. Odanın ışık aldığı tek gözenek, isle kararmış apartman boşluğuna bakan pencereydi. Pencerede rengarenk yağ lekesi vardı. Ayağa kalktım, başım döndü, evin sahibi Hakan’ın omzuna tutundum. “Lan oğlum hem üflemiyon, hem de kafan kıyak allahsız!” dedi Hakan suratında ince bir gülümseme ile. “Herif ikinci şarabını içiyo abi dönsün bir zahmet başı!” dedi Duygu, her zamanki Hakan’a çıkışma pratiğiyle. Halbuki hep sessiz olmuştu ta ki beklenmedik(!) bir şekilde Hakan’dan hamile kalıncaya kadar. O günden beri Hakan’la dalaşması, zıtlaşması, içinde bulundukları kapitalist ekonominin en reel çıktısıydı. En az kızları İnci kadar reel, İnci’nin yan odadaki uykusu kadar reel.
“Reel ne be!” dedim Hakan’a çıkışarak ben de. Hakan duymadı. İnci’nin çocukluğu gelmişti aklıma ve Duygu’nun bu karşımda beni küçümseyen kopkoyu duvar rengindeki gözyaşları… Babam öldüğünde annem o kadar ağlamamıştı halbuki ama Hakan’ın askere gitmeyi reddetmesi tercihini baya zor kabullenmişti Duygu. Albay babasını görmeyeli 6 yıl olmuştu, bu aynı zamanda babasının torununu görmediği yıl sayısına denkti.
Düşüncelerle ağırlaşmış ayağımı sallayarak duvara doğru yaklaştım. Arkamdan, ihtimal ayağımın çenesini sıyırması üzerine Duygu’nun bir şeyler mırıldandığına umursamadan alnımı soğuk duvara dayadım. Sanki engin bir okyanusun maviliğinde kaybolmuş gibi dineldim, yabancılığa hiç gelemeyen ve uyum sağlamaya çalışan bir bukalemun gibi yaşardı gözlerim sonra. “Reel…” dedim. Durdum. Parmağımla gözümü ovuşturdum. Ellerim köpük köpük gözyaşı oldu. Elimi havaya kaldırıp, parmak uçlarımla duvara yalnız bir çizgi çektim bembeyaz…
“Noooluyo uleen manyak mısın!” diye çıkıştı bir anda yerinden fırlayarak Hakan. “Lan ne diyecem ben ev sahibine deli! Ne halt ettiğini sanıyorsun sen!” diye bağrışıp çığrışmaya başladı. O ana kadar sadece sessiz sesiz istasyon yapmakta olan Leman usulca “Otur” dedi Hakan’a. Leman, Hakan’ın sözünü hep dinlediği, çünkü ölürcesine kaybetmekten korktuğu sevgilisiydi. Hakan toparlandı, ama sorusunu sakince yineledi: “N’apıyorsun oğlum?”
“Sürrealist eylem!” dedim gülerek. Leman ile Duygu bir anda kahkahayı bastı. Nefeslerle ve dumanla ısınan tek oda ev bir anda gülücüklerle gürledi. Daha Hakan bir tepki verememişti ki kapının kolu aşağı indi. Hakan kapının önüne geçti bir adımda, İnci içeriyi görmemesi için sağ sol yaparak içeri bakmaya çalışan kızı kucakladığı gibi söylenerek odanın dışına çıktı. Kızlar tekrar koptular. Duygu keskince durdu, o kadar ki Leman’da frenlemek zorunda hissetti. Ağzını küfredecekmiş gibi açtı Duygu; “Askerliği reddeder, sonra da kızına uyuşturucu kullandığını açıklayamaz! Hah!” Ortalığa sessiz, ağır ve derinden bir devlet çöktü. “Hassiktir len herkes senin baban gibi penis görünce elini alnına götürüp hazır ola mı geçecek!” diye gülerek bağırdı. Duygu önce kızarıp sonra hastaymışçasına hızla sarardı.
O sırada ben, kendi cehennemimin içinde, melek adamın saçını, ayakkabılarını ve kanadını çoktan çizmiştim. Elimi Duygu’nun yanağına götürüp okşadım. Teselli olur gibi gülümsediğinde, Leman sırtını mindere yaslamış gözleri uyku parkurunu yarılamıştı. Duygu’nun sarısıyla adamın pantolonunu da çizdim. Karşısına geçip baktım. Cebimdeki kibrit kutusunu çıkardım, bir kibrit çıkartıp çaktım. Dudaklarındaki sigarasını yakmak için çakmağını arayan Duygu’ya yaklaştırdım. Ağzını dumanla çalkalarken; “Sen de kibritin ne işi var lan yoksa sigaraya mı başladın sonunda!” dedi Duygu şaşkın şaşkın. “Yok” dedim, “Kız tavlamak için, sormayı unuttum – Sigaranızı yakabilir miyim bayan?” Güldü. Böyle ancak uyuyan bir İnci’ye baktığında gülerdi, onu derin derin izlemeyi severdi. Okyanusa döndü, çizdiğime baktı. Beyaz ayakkabılı, beyaz saçlı yaşlıca bir adam… Üstü çıplak ayağında sarı bir pantolon… Prizden, elektrik boatına doğru kanat çırpmaya çalışıyordu. “Bu kim babam mı?” dedi. Tedirgindi…
“Hayır. Seninkinin kanatları zor çıkar biraz.” dedim. “Ya?” dedi. “Benimki” dedim. Gülümsedi, İnci uyumuş gibi. “Ne zaman gidiyorsun bakalım macera adamı ?” dedi. “On, on beş gün sonra trende olacağım, Barcelona’ya doğru…” dedim, yağlı pencereye yaklaşarak. Kapı açıldı, Hakan kafasını ve elini içeri uzattı: “İnci uyudu, bakacak mısın?”
Duygu yerinden kalktı, yeni yaktığı sigarasını söndürdü. Odadan çıktı. Kapı kapandı. “Orada işgal evlerine gideceğim. Farklı bir yaşam mümkün… Hem de bu yağlı pencere, bu küçük oda, bu nefesle ısıtmaya çalıştığımız hayat içinde dahi mümkün. Buna inanıyorum.”
Apartman boşluğunun tam karşısındaki, kalın perdeli pencerede bir çocuk belirdi, perdelerin altından. Yağlı pencereden bana baktı. Gözlerim rengarenkti…
Ozan DURMAZ
6 Eylül 2008 Cumartesi
Yıkım Uygarlığı Sulukule de...
Enkaz inşa edenlere bir uyarı: Şehir planlamacıları devri kapandıktan sonra, sıra sefalet mahallerinin ve gettoların yeraltı insanlarına gelecek. Yatakhane şehirlerin ayrıcalıklıları, sadece yıkmayı biliyorlar. Yeraltı insanlarının bunlarla karşılaşmasından çok şey umulabilir: Devrim, bu karşılaşmadır...
İnternational Situationniste, sayı:6, 1961
Enternasyonel'in uyarısının üzerinden 47 sene geçmiş. Gösterinin neo-liberal makyajlı yüzü kentlerimizi dönüştürüyor, yıkımla...
Yıkım uygarlığının kente yıkım dönüşümüne karşı ruhsal dönüşüm ile çıkmak gerekir. Kalplerimizden ruhlarımızdan başlayarak mahallerimizden şehirlerimize red bilinci ile yeni bir isyan türküsü büyümelidir. Bu isyanın kıvılcımı yıkımın penceresinden dünyaya bakan çocuğun gözlerindedir.
Yaşasın ihtimalsizlik!
4 Eylül 2008 Perşembe
Yanan Dünyaya Karşı İmgenin özgüşleşmesi
İmgenin özgürleşmesi insanın özgürleşmesine bağlıdır.Yaşanan vahşetin faili insandır. Şiddetin eleştirisi sadece naif bir bakışla yapılamaz. Gündelik hayatın vahşetine karşı, direniş çepleri oluşturmak gerekir. Gösterinin saldırısına karşı, imgenin özgürleştirilmesi çabası; insanın cyborglaşmaya karşı yeniden özgürleşmesi çabasının bir cephesidir...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)